29 Kasım 2011 Salı

"ŞEHRİN BÜYÜSÜ"NÜ HİSSETMEK...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sıradan bir bilgidir: Şehirler de doğar, yaşar ve ölür…
Şehirler de hastalanır, hasta eder, tedavi eder,rehabilite eder…

Sıradışı bir hissediştir: Şehirler insanı kavrar, kendine çağırır, kendinden bahsettirir.

Şöyle de diyebiliriz: Şehir ya karabasan gibi insanın üzerine çöker, ruhunu karartır. Veyahut da ‘ruhuyla’ insanı öyle bir kuşatır ki, onu “yaşanmaya değer hayat”a çağırır.

Medeniyet şehirleri böylesine bir ‘kozmik’ etkiye, modern zaman şehirleri ise ‘kaotik’ etkiye sahiptir. Şehrin insanı niçin kendinden kopardığıyla niçin kendine çağırdığının cevabı “şehrin ruhu”nda saklıdır. Bu mânâda insanın varlık ve oluş davasında şehrin “rehabilite edici” özelliği üzerinde pek durulmamıştır.

İnsanın hayatında hiç görmedi, gitmediği ama “hayal şehir” olarak yaşattığı şehrin bile insanı nasıl hayata bağladığı, rehabilite ettiğine dair Ahmet Hamdi Tanpınar müthiş bir olayı anlatır. Tanpınar’ın çocukluğunda şahit olduğu bu olay, insanın “şehrin ne olduğu?” sorusuna verilecek en derin cevaplardan birisidir.

Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden okuyoruz: “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-
Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:

- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey… Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.

Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıyrıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz gibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çocukluk muhayyelemde bin çeşit hayal uyandırırdı.

Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazen hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamanın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahallemizin küçük ve fakir süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazen da yalnızca bir defa gittiğimiz Bentler’in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.

Bu kadın sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.”

Tanpınar böylesine derin bir tahassüsle anlattığı olayın sonunda şunları söyler:

“Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mânâ verebildim.

İstanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için, hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi. Bu Müslüman adam, kadere yalnız İstanbul’dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan Kur’an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hattâ haksız bulduğu şey karışırdı.

Bir şehir hayalimizde aldığı bu cins çehreler üzerinde düşünülecek şeydir. Bu insandan insana değiştiği gibi, nesilden nesile de değişir…”

Tanpınar, şehrin insan hayalini nasıl beslediğine “devamlı şekilde muhayyilemizi işletme sihriyle bize tesir eder…. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler…” şeklinde temas eder.

Tanpınar, çocukluğunda yaşadığı olayı anlatırken unutmadığı ihtiyar kadında “ait olduğu şehr”i görmüştü.
İhtiyar kadın ona kendi şehrini hatırlatmıştı.

İnsan-şehir ilişkisinin şahit olunan bir olaydan tüten böylesine derin ve etkileyici özelliğine bütün medeniyet şehirlerinde şahit olabiliriz. Referans şehirlerimiz “Mekke-Medine ve Kudüs” başta olmak üzere Saraybosna’da, Üsküp’te, Travnik’te, Buhara’da, Semerkand’da, Bağdat’ta, Şam’da, İstanbul’da, Bursa’da, Amasya’da, Konya’da…
En nihayet Trabzon’da böylesine “hayalimizi büyüleyen” bir ruh bulmak, öncelikle onu “nasıl gördüğümüz”le ilgili…

Tanpınar’ın bahsettiği ihtiyar kadının ömründe hiç görmediği bir şehri sayıklaması onu şifaya kavuştururken; bugün, başta medeniyet şehirlerimiz olmak üzere, maddesi ve manâsıyla bütün şehirlerimizin “kaos yumağı”na çevrilen hali, şifası mümkün olmayan hastalıklara davetiye çıkarıyor.

Nostaljiye mi kaçıyoruz? Yoksa, “zamanın ruhu”nu yakalayamayanlar elinde kaosa çevrilen şehirlerimizin sahip olması gereken ruha mı işaret ediyoruz?

Şehrin hangi insanı, hangi parçası, hangi mekânı ve hangi organı olursa olsun hayalimizde büründüğü şekil bize şehrin ruhunu aksettirecektir.

Yaşadığımız şehrin insanları, mekânları, organları bizi kosmos’a mı, kaosa mı çağırıyor?
Bizde büyülü bir etki mi bırakıyor? Kasvetli bir atmosferi mi soluyoruz?

Şehrin dününde olan ruh bugününe taşınmıyorsa şehir bir cesetten ibarettir. Ruhun sürekliliği gibi, şehrin bedeni olan mekânları da sürekliliğini koruyamıyorsa, şehir artık ‘yorgun bir şehir’ haline gelmiştir.

Şehrin büyüsünü hissetmek; şehre bakışınız, verdiğiniz değer, atfettiğiniz önem kadar şehrin sizi “kendine çekmesi”ne bağlıdır.

Şehrimizde bırakınız büyüyü, tarihî derinliği, estetik idraki olmayan yöneticiler elinde realitesine
bile bakmaya tahammül edemiyorsanız, o şehir artık kendisini “hissedemeyeceğiniz” bir malzeme yığını haline gelmiştir.

(Günebakış, 30 Kasım 2011)

22 Kasım 2011 Salı

"TRABZON BÜYÜKŞEHİR"İ BÜYÜK KAOSLAR BEKLİYOR...

YahyaDüzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sanal bir dünyada yaşıyoruz… Sanal yâni gerçekliği olmayan, gerçekliği görüntüden, sesten, efektten ibaret bir dünyada… Eski deyimle “mevhum” bir dünyadayız. Gerçeklerin değil de vehimlerinin gerçek “zann”nedildiği bir dünya…

Bu sanal alemin tüm ilişki biçimleri ve olayları da sanal… İnsan ve şehir de sanal… Daha doğrusu hakikatini-ruhunu kaybetmiş bir dünyanın yeni gerçeklik biçimi olarak “sanal”laşma…

Bilinçaltımızda gerçekliğine inanmadığımız bir dünyanın heyecanları ve üzüntülerini yaşamaya çalışıyoruz. Yâni kendimizden kaçıyoruz. Başka “ben”ler, başka “kendi”likler icada zorlanıyoruz.
Zorlama icadlarla oluşturduğumuz “vehimler dünyası”nda gayr-i insanî bir biyolojik hayat ve bu hayatın sürdürüldüğü “botanik” dünya… Ve tabii “botanik şehir”… Botanik yâni sadece bitkisel hayatın sürdüğü bir şehir…

Böyle bir trajediyi yaşıyoruz.

Trajik olan şu: “Var olduğu farz edilen” şeyler giderek gerçekmiş gibi oluyor… Tıpkı daha önce bir yazımızda konu ettiğimiz P. Weir’in “The Truman Show” isimli filmin kahramanı Truman Burbank gibi gerçek zannettiğimiz dünyanın-hayatın, bizim için hazırlanmış film platosu
olması gibi…

Böyle bir dünyanın şehirleri de “sanal şehir” haline geliyor. Sanal bir hayat… Sanal bir şehir…

Sözü Trabzon’un “Büyükşehir” olmasına bağlamak istiyoruz. Trabzon’la birlikte 11 şehrimiz daha “Büyükşehir” statüsüne kavuşuyor. Ne büyük lütuf (!)

Büyükşehir olmanın tek gerekçesi, tek şartı: Nüfus… Şehrin nüfusu 750 bin ve üzeri oldu mu
Büyükşehir oluyorsunuz. Ya da iktidarın büyükşehir yapmak istediği bir şehir varsa bütün ilçeler toplama dahil edilir ve şehriniz “büyük” olur (!)

Şehrimiz “büyükşehir” olunca yeni bir ruhla, muhtevayla büyüyecek mi? Yoksa daha da irileşecek, daha da urlaşacak mı? Bizce “büyükşehir”le birlikte şehir kaoslarının daha da büyüyeceği…

Şimdiden “40 gün 40 gece düğün ve şenlik” için kollar sıvanıyor… Siyasiler ve Yerel Yöneticiler, STÖ’ler “sanal beklentiler” ve “sanal tasarımlar”la “Büyükşehir Şöleni”ne hazırlanıyorlar… Belediye Başkanı bir yerel TV kanalında Trabzon’un “Büyükşehir olmaya hazır” olduğunu, “Büyükşehirle hayatımızın şehrimizin nasıl değişeceği”ni ballandıra ballandıra anlatıyor: Avrupa fonlarından gelecek paradan şehre akacak kaynaklara kadar şehrimiz bir “cennet galaksisi”ne dönüşecek (!)…

Bütün masallar böylesine platonik aşklarla başlar. Sonra geçimsizlikler baş gösterir, kimya bozulur ve hikâyemiz pişmanlıkla, ayrılıkla, ‘yaşanamaz’ hale gelen hayatla son bulur…

Ümidimiz ve duamız şehrimizin böyle bir hikâyeyi yaşamaması… Ancak korkarız ki hikâyemiz
aynen gerçekleşecek…

Verilen sözler sanal, vaatler sanal, inanmalar sanal, sevinçler sanal, gelecek öngörüleri sanal. Yâni hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yok.

Trabzon Büyükşehir olacak da ne kazanacak?

Yerel deyimle; “küçük şehir iken her şeyi fethettiniz de büyük şehir olacak da meşk mi edeceksiniz!”

Trabzon “büyük” bir şehir mi olacak? Evet!

Kaosu büyüyecek.
Yönetilemeyişi büyüyecek.
Gürültüsü büyüyecek.
Şehrin yaşanamazlığı büyüyecek.
TOKİ tabutlukları benzeri gökdelenler büyüyecek.
Sorunları büyüyecek.

Daha?

Topoğrafyası tahrip edilecek. Şehir “rahatlama”ya değil “rant”a açılacak…

Küçük bir şehri yönetmeyi beceremeyenler Büyükşehir yöneticisi olacaklar!

Oldu olacak, bazı şehirlerimizin Gazi, Şanlı, Kahraman tanımlamalarına ilaveten şehrimizin “61 fetişi”ne bir fetiş daha ilave edelim: “Büyük Trabzon”…

Büyükşehirlerimizin hali ortada… Hayatın yaşanamaz hale geldiği, insanın boğulduğu, her türlü kirliliğin kol gezdiği metropoller… İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, vs…

Büyükşehirin yok ediciliğine karşı sadece Trabzon’un coğrafyası/topoğrafyası direnecek. Onunla başa çıkamayacakları için… Çünkü coğrafyayı ‘terbiye etmek’ için epey zahmet çekmek gerekiyor. Kim bilir, belki şimdiden “düzlemeye” başlarlar da torunlarımız dümdüz bir Trabzon coğrafyasında mikroorganizmalar şeklinde yaşarlar.

Moğol ordularının İslâm şehirlerine musallat olduğu gibi, şimdiden saldırıya hazır rant iştahıyla bekleyen “konsorsiyum”lar oluşmaya başlamıştır belki de… Şehre “ihsan” edilen “Büyükşehir”unvanından kaynaklanan rantlar bakalım kimlere “ikram” edilecek.

Trabzon BÜYÜK ŞEHİR’e dönüşünce; Büyük şehir de BÜYÜK ŞERlere, büyük şekavetlere, büyük şenaatlere kapı aralayacak…

Selîm akılla soralım ve düşünelim?

Bugüne kadar şehrin hangi temel sorunu Trabzon Büyükşehir olmadığı için çözülemedi?

Trabzon “Büyükşehir” olmakla kazanacaklarından çok daha fazla şeyleri kaybedecek!

Örnek mi istiyorsunuz? Son 20 yılda ilçe yapılan Trabzon’un bazı belde/nahiyelerine bir göz atın anlarsınız. Dernekpazarı, Şalpazarı, …… Neler kazandı veya neler kaybetti? Habire çirkinleştirilmeye uğraşılan kovboy kasabası gibi doğal özellikleri tahrip edilmiş, tek caddeli küçük ilçeler… Çirkin yapılaşmalar, vs…
Kazanılan ne? Büyüyen bürokrasi…

Trabzon’da da aynısını bekliyoruz! Çünkü “ayan olan beyan istemez”.

Sadece Trabzon’un ismine, Belediye Başkanı’nın da unvanına “Büyükşehir” takısı eklenecek !

Böylece şehirli de “Büyükşehir”de daha önce şahit olmadığı, yaşamadığı “büyük sorunlar”la birlikte yaşayacak !

Her türlü tahribatlarına rağmen, bize “mevcut Trabzon” yeter! Schumacher’in söylediği gibi ;“Küçük Güzeldir!”

Trabzon’un “Büyükşehir” olmasını istemiyor muyuz? Böyle bir amacımız yok. Sadece Trabzon’u
bekleyen risklere, tehlikelere, kaoslara işaret ediyoruz.

Yazımıza “sanal şehir”den başladık, giderek “gerçek şehir”e ulaştık !

Değişik biçimde tekrar edelim: Şehir idraki olmadıkça şehriniz büyük olmuş küçük olmuş önemi yok. Hatta büyük olması daha da tehlikeli… “Hormonal Büyüme” sağlık değil hastalık belirtisi ve taşıyıcısı…

Şehre yapılacaklar öncelikle “imkân” değil “idrak” gerektirir.


(Günebakış, 23 Kasım 2011)




15 Kasım 2011 Salı

HAYAT VE ŞEHİR "AN"LARDAN İBARET...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehre anlam kazandıran insanın bakışı ve onu idrak biçimidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap, insanın varlık sebebi ve şehrin varoluşunu anlamlı kılar.

Hayatın bütünü ve yaşanan olaylar “an”lardan oluşuyor. “An”ları donduramıyor, zapt edemiyorsunuz. Sadece yaşıyorsunuz. Yaşamak zorundasınız. Bir şehre ilk defa baktığınızda gördüğünüz ve yaşadığınız “an” da böyle bir şey… İlk bakışta “ân”a sığdırdığınız bütün bir şehir var aslında… Bu “an”da bütün bir şehir ve insan hayatının çekirdeği, ipuçları var.

İnsan yeni gördüğü bir şehrin içine girdiğinde ya şehre karşı yakınlaşır, onunla sıcak bir bağ kurar, onu içselleştirir; veya şehir onu ürkütür, uzaklaştırmak ister. Bir an önce şehri terk etmek ister. Şehir-insan ilişkisi böylesine “ruhî” bir atmosferde gerçekleşir. Eşyaya/şehre bakarken, onunla ilişki kurarken oluşan ilk intiba, yeni deyimle “elektrik alma” önemlidir. Bu algı, fotoğraf makinasının dondurup hapsettiği gibi bir “algı” değildir.

İlk bakışta, ilk “an”da göremediğimiz şehir ve hissedemediğiniz ‘yakınlık’ daha sonra ne kadar zorlarsanız zorlayın görülemiyor, hissedilemiyor.

Kimi insan için şehirde bütün bir ömrünün geçtiği hayatın her “an”ı o “ilk an” gibi daima yeni, her an taze, daima enerji yüklüdür. Kimileri için de hayatının her “an”ı zorla ‘yaşamaya mahkûm’ edilen bir hayattır. Bu hayat da “yaşanmaya değer olmayan” bir şehir hayatıdır.

Dünyanın birçok şehrini gezip, gördüğü şehirlerle ilgili notları “Bir filozofun gezi günlüğü”nde kitaplaştıran, bir yazımızda da alıntı yaptığımız Hermann Keyserling, Lanka’nın Kolombo Adaları’yla ilgili gözlemlerinde “Kendimi, içimin derinliklerindeki hayat ihtimalinden koparılmışım gibi hissediyorum…” diyor. Niçin? Herhalde insanın üzerine gelen şehrin iskeleti ve şehir karşısında insanın kapıldığı müthiş ‘yokoluş hissi’nden olsa gerek…

İşte şehir, insana tam da bu duyguyu veren yerdir. Keyserling’in ifadesini “mefhum-u muhalif”inden şöyle değiştirebiliriz: “Kendimi, içimin derinliklerindeki şehir gerçekliğinin içinde hissediyorum.”

Şehre bakarak bu iki “hal”den hangisini yaşıyoruz diye kendimize soralım? Eminim ki birçoğumuz bırakınız şehirde yaşamayı, kendimizi “şehirde hayat ihtimalinden” bile koparılmış hissedeceğiz. Oysaki şehrin kaosu içinde belki de hiçbir zaman soramadığımız bu soruyu her an kendimize sorabilmeliyiz.

Şehir sadece maddî kompozisyondan ibaret değil. İnsan siloları şeklinde üst üste yığılmış yapılardan hiç değil… Şehir insanı “varlık idraki”ne yöneltiyorsa, varoluşu işaret ediyorsa “an” içinde anlamlıdır. İnsan şehirle böylesine bir kozmik ilişki içindedir/olmalıdır.

Şehir algımızın, gürültü, beton bloklar, otomobil uğultuları, stadyum nâraları ve mekanik ilişki biçimleriyle yüklenmiş/kodlanmış, rastgele bir araya gelmiş topluluk ve mekânlardan kurtulup, kendimizi içimizin derinliklerindeki gerçekliğe uygun düşecek yer haline geldiğinde, işte orası “yaşanmaya değer şehir”dir. Gerisi kendimizi yaşıyor “zannettiğimiz” vehimden ibarettir. Vehim ise bir gerçeklik biçimi değil bir “yanılma” şeklidir.

Ya tutarlı bir “dünya görüşü”müz yok. Veya Dünya görüşü ve algımız öylesine parçalı, kopuk, varlığın anlamına yabancı hale geldi ki, bulunduğumuz şehirde vehimlerimizi “yaşama”, yaşamayı da “vehim” haline getiren bir atmosferden kaçamıyoruz. Bu atmosferin kaçınılmaz yok ediciliğinde sadece ölümü bekleyen biyolojik bir canlı gibi hayat sürdürmeye mahkûm olmaktan başka seçeneğimiz yok. Ürpertici bir biçimde böyle bir hayatı yaşadığımızı söylemek çok mu abartılı?

Muhakkik Mimar Turgut Cansever temel problem ve “yaşanabilir” bir şehre ilişkin şunları söyler: “Varlığın bütünlüğünü gözetmeyen herhangi bir yaklaşımın çözüme ulaşamayacağı aşikârdır… Bugün Türkiye’deki mimarî çevremiz, insanlık tarihinde benzeri olmayan, kültürel bir kirlilik içindedir. Asır başında makine çağının bütün meseleleri çözeceği inancı bir gizli putperestliğe dönüşmüş, makine kültürünün gayriinsanî yaklaşımı sonucu dünyada iki milyara yakın insan evsizliğe, geri kalan milyarlarca insan da tabiattan uzak, yaradılışın icaplarıyla zıt bir hayata mahkûm edilmiştir…”

Böyle bir hayata mahkûm edilmemek için yaşadığımız yerin ve yaşadığımız “an”ın farkına varmak gerek. Bu ‘ontolojik’ bir idraktir. Yâni varlığı bütün olarak hakikatiyle kavramaktır. Yoksa Üstad Necip Fazıl gibi;

“Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar.”

diye serzenişte bulunmaktan başka çaremiz kalmayacak. Bu serzeniş bile bir “idrak”tir.

Şehrimiz içimizin derinliklerindeki hayata kucak mı açıyor, bizi o hayata mı çağırıyor? Yoksa içimizdeki hayatı boğuyor mu?

Olanca gerçekliğiyle şehrimizin manâsı bu sorulara verilecek cevapta yatıyor.

İnsan odur ki; eskilerin “ne geçmişte ne gelecekte yaşar. Ân’ın gereğini yerine getirir”dediği hal üzere kendini ve şehrini kavrar.


(Günebakış, 16 Kasım 2011)

8 Kasım 2011 Salı

ŞEHRE MUSALLAT TÜMÖRLER...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanlar “yeni yaşama biçimleri” icad ettiği kadar “yeni tümör biçimleri” de icad ediyor… Hayata dair, kültüre-sanata, eşya ve olaya, şehre ilişkin tümörler… Modern zaman şartlarının organik ürünü olan bu tümörlere müdahale etseniz de etmeseniz de sonuç değişmiyor. Etmezseniz “urlaşma” büyüyor-çoğalıyor. Ederseniz ölüme doğru hızl artıyor.. Sonuç: Yeni fakat “insana dair olmayan” bir yaşama biçimi…

Yüzyılımızın büyük düşünürlerinden Heidegger, modernizmle ilgili yazılarından birisinde “modernlik varoluşa saldırıdır!” der. Modernliğin üreticisi de tüketicisi de olan insan, modernizm adına üretip tükettikleriyle varoluşa saldırmıyor, varoluşunu yok ediyor. Böylece ürettiği yeni varoluş biçimleriyle tıpkı mitolojideki “Sisyphos efsanesi” gibi sonu gelmeyen bir cezayla kendisini cezalandırıyor.

Modernite insanın eşyayı ve olayı anlama, kavrama ve kuşatma şeklini bütünüyle allak bullak etti, kaotik-ölçüsüz bir algılama biçimi getirdi.

Modern zaman şehirleri de insanın varoluşunu yok ettiği ceza türlerinden… Kendisini tutsak edeceği hapishaneyi “şehir” adıyla inşa ederken ortaya çıkacak yapının/yapıların/bütünün “şehir” adını vereceği “hapishane labirenti” olduğunu bilse de artık kaçınılmaz olarak girdiği yol onu böyle bir akıbete götürecektir.

İnsanın farklı yaşama biçimlerine göre inşa ettiği modern şehrin her bir objesi şehri kısa sürede bitirip yok edecek “tümör” haline gelmiştir. Modern zaman şehirleri bu tümörlerle bir süre daha yaşayan ve sonunda ‘ölümü beklenen’ bir hasta olarak inşa ediliyor…

Modern zamanların “şehir tümörleri”nin farkına varabilen “tabip”ler de yok! Şehir yöneticileri, bir an önce şehrin ölümünü hazırlayan “tümör üreticileri”… Üstelik ürettikleri her tümörü şehrin sağlığı ve geleceği adına üretiyorlar (!)

Şehir tümörleriyle birlikte bir süre daha radyoterapi ve kemoterapiye tahammül edemeyecek derecede yorgun, bitkin ve ölümünü bekliyor…

Şehrimizin neredeyse bütün organları tümörden ibaret.. Yâni kanserli… Uygulanan tedavilerin hiçbirisi ona yeniden hayatiyet kazandırmıyor, daha da kötüleştiriyor..

Her tarafını tümörler sarmış modern zaman şehirlerini uzaklarda aramaya gerek yok… Etrafımıza bakalım yeter… Ancak “görebilmek” ve “hissedebilmek” kaydıyla…

Bizim “tümör” gördüklerimiz, şehir yöneticileri ve ‘ekalliyette’ olan bir kısım şehir “ekabirleri” için yeni bir “varoluş biçimi”dir.

Çok mu karamsarız? Kaotik ve kasvetli bir şehir tablosu mu çiziyoruz?

Yaşadığımız şehre bakalım… Hangi tümörleri görebiliyoruz?

Başta bütün bir şehirleşme tarzı.. Yâni göğe doğru hızla yükselen, yeryüzüyle beraber ufkumuzu da istilâ eden yerleşim biçimi. Yâni toplu yerleşim siteleri, TOKİ hayalet ve harabeleri.. Apartmanlar…

Başka?

Modern zamanların “mabed”i stadyum… Ve bütün bir şehir halkının kendini uzak tutması gerekirken adeta ‘bulaşıcı bir hastalık’ yayan arenası…

Başka?

Haz ve tüketim cinnetinin yaşandığı AVM’ler… Alış-veriş merkezleri…

Başka?

Dünyanın neresinde olursa olsun, yeni keşfedilen bir tümör bile karşılığını hemen bizde buluyorsa, demek ki bütün tümörler için cazibe noktası haline gelmişizdir.

Bakalım şehrimiz daha nice tümörlere kucak açacak…

Bu modern zaman tümörleriyle yaşamaya şartlandırılmış şehir halkı, ölmekte olan kanserli hastaya verilen ‘morfin’in tesiriyle hastalığının farkında olamıyor…

Modern zamanların en anlamlı ve önemli yerleri olan bu “tümör merkezleri”ne karşı alternatifler üretilmiyor değil. Üretilenler daha büyük tümörler… Okyanusu andıran toplu mezarlıklar şeklinde gökdelenlerden oluşan devasa siteler, dev spor kompleksleri, insanların içerisinde kendilerini böcek gibi hissedecekleri korkunç alış-veriş merkezleri…

Trabzon da diğer şehirlerle bu konuda yarışmayı aşmış bir cinnet koşusunda…

Start çoktan verilmiş… Hızla finale doğru koşuluyor…

Öyle bir koşu ki; kazananı ölümle, kaybedeni belki de ‘hayat’la mükafatlandırılacak bir koşu…

Eski hikmet adamlarının “mânalar şehri” diye nitelendirdikleri insan, modern zaman şehirlerinde/şehrimizde “marazlar şehri” haline gelmiş durumda. Yâni tümörler her tarafını sarmış…

Muhakkiklerden birisinin hikmetli bir sözünü hatırlıyoruz:

“O, mülküne kanaat etmedi. Acizliğini bilmeyip tekebbür etti. Haddini o kadar tecavüz etti ki sonunda cezaya müstahak oldu.”

Her yerini tümörler sarması yetmiyormuşçasına, “kentsel dönüşüm”, “marka kent”, “olimpiyatlar kenti”, “futbol ve sanatçı kenti” tekerlemeleriyle tümörlerini kabartmaktan yâni urlarını daha da urlaştırmaktan başka bir şey yapamayan, bu söylemlerle ‘kendinden kaçmaya’ çabalayan, komplekslerini aşamayan bir şehirde insanın bizatihi maddesi de ruhu da “tümör”leşmeye doğru gidiyor.

Tümör ki; verdiği acıyla şehri, varlığı, mekânı, dünyayı, zamanı, öteyi unutturuyor. İdraki iptal ediyor.

Dua edelim de şehrimiz bu tümörlerden ve yeni tümörlerin istilâsından kurtulsun.

Görecek gözlere, işitecek kulaklara, kavrayacak idrake ve hissedecek kalbe sahip olanlar için şehrimizden çıkarılacak çok “ders” vardır.

Sözü Üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla bitirelim:

“Onlar ki her nefeste habersiz öldüğünden;
Gülüp oynamaktalar gelir gibi düğünden!”

Kurban bayramının son gününde şehrimizin “nelere kurban edildiğine” bir de bu gözle bakalım istedik…

(Günebakış, 9 Kasım 2011)

1 Kasım 2011 Salı

" ŞEHRİ YIKIN ! "

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve şehir korkusu olsa gerek!

Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir. Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak, gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.

Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti getiriyor.

Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.

Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.

Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr. Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle okuyabilirler.

Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…

Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu Medeniyetinin taç şehri Konya’da !

Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı” şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde gerçekleşiyor…

Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle dikkatlerinize sunalım:

"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami, mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok ettirmiştir.


Bu gibi târihî yadigârların yalnız müsamaha edilmeyip horlandığı zamanda değil, ayrıca Türk ve İslâm târihinin kara lekesi gibi görüldüğü bir zamanda, Fahrettin Altay elinde bastonuyla Alaaddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği herhangi bir mîmârî âbideye işaretle,

'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar kastiyle yapıyordu...

"Bir gün Şerefeddîn Câmii’nln bitişiğindeki Şerefeddin Türbesinin yıkımına başlanmıştı. Fahrettin Paşa'nın emir ve kumandasıyla kazmalar ve kürekler faaliyete geçmişti. Bu Selçuklu devrinin mahrutî kümbetli türbesi sanki yekpâreleşmiş ve kayalaşmıştı.

Ben bu eski eser cellâdının gölgesi olmuştum. Onu takip ediyordum... Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahrutî kubbe erimiş, ikinci ve mescid kısmı yok olmuştu. Yıkım devam ederken, Selçuklu türbe mimarisinin o vakte kadar bilinmeyen bir hususiyeti ortaya çıkmıştı.

Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri(yayacakları) kötü kokuları dışarıya atmak için mimar, tâ bodrum kattan itibaren hamam tüfekleri tarzında hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbedin üstüne kadar devam ediyordu. Bunları gördüm ve paşaya da gösterdim.


Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şerefeddin'in tabutu göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Selçuklu'nun na'şını alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken paşadan rica etmiştim:

"- Paşam, bu türbe Konya'nın en eski Selçuklu eserlerindendir. (Sahibi de) Camiin ilk bânisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!

"Fakat ona kimse mâni olamazdı."

Tam bir sadist ruh!

Fahreddin Altay sadizminin, Kudüs’ün Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek “Ey Selahaddin dinle, haçlı seferi şimdi bitti! Biz yine geldik.” diyen Fransız Generali’nin sadizminden farkı var mı? İlgilinçtir ki her iki olay da aynı zaman dilimine rast geliyor. Biri Selahaddin Eyyubi’nin kabrini tekmeliyor, diğeri Konya’da Selçuklu Sultanının naşını çıkarıp çöp arabasıyla bir çukura attırıyor.

Rahmetli İ.Hakkı Konyalı’nın “eski eser cellâdı” dediği bu “tarih ve şehir cellâdı”nı takip ederken
yaşadığı dehşeti ve bir şey yapamamanın verdiği ızdırabı tahmin edemiyoruz…

Başka hiçbir ülkede yaşandığına şahit olamayacağımız bu hadise, nesillerin kanını donduracak türden… İnkılâpçılığını şehir ve tarih katliamına endeksleyen bu zihniyet ülkemizde uzun süre hâkim oldu.

Biz işin şehir ve tarih tarafıyla alâkalı olarak söyleyelim ki; tarihi hatırlatan ne varsa yok edilen şehirlerimizde, 80-90 yıl sonra gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, Konya’da Fahrettin Paşa gibi, Trabzon’da Tahsin Uzer gibi “şehir celladları”nın yıktığı yerlerde yapılanlar hiç de onları aratmıyor…

Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde son yıllarda yapılanları gördükçe, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir katliamlarıyla aralarında nasıl bir fark var diye sormak istiyoruz. Onlar neyi imha ettiklerini iyi biliyorlardı, ama bugünün şehir yöneticileri neyi ihya edeceklerini bilebiliyorlar mı? Eğer biliyorsalar vebali de aşmış toplu şehir katliamlarına imza attıklarının farkında olmalılar…

Fahrettin Altay, Tahsin Uzer ve o zihniyette olanlar “neyi yıkacakları”nı biliyorlardı. Bugünün şehir yöneticileri “ne yapacaklarını” biliyorlar mı dersiniz.

Ne dünya görüşü, ne medeniyet, ne tarih, ne şehir, ne zaman, ne mekân, ne de insan derdi olmayanların “şehir yöneticisi” olduğu zamanlarda şehirlerimizde yapılanlara ‘kıyamet alametleri’ demekten başka bir şey diyemiyoruz.

Bugünün şehir yöneticilerine yapılacak en önemli tavsiye herhalde şu olmalı: “Şehir için bir şey
yapmak istiyorsanız; bu zihniyetle şehir için hiçbir şey yapmayın! Şehre yapacağınız en hayırlı hizmet hiçbir şey yapmamak, şehre dokunmamaktır!”

Tarihe ve şehre sorumlu olduğunun idrakinde olanların hatırlamaları gereken “dehşet bir not”a bir de biz şahitlik etmiş olduk.

(Günebakış, 2 Kasım 2011)