29 Kasım 2011 Salı

"ŞEHRİN BÜYÜSÜ"NÜ HİSSETMEK...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Sıradan bir bilgidir: Şehirler de doğar, yaşar ve ölür…
Şehirler de hastalanır, hasta eder, tedavi eder,rehabilite eder…

Sıradışı bir hissediştir: Şehirler insanı kavrar, kendine çağırır, kendinden bahsettirir.

Şöyle de diyebiliriz: Şehir ya karabasan gibi insanın üzerine çöker, ruhunu karartır. Veyahut da ‘ruhuyla’ insanı öyle bir kuşatır ki, onu “yaşanmaya değer hayat”a çağırır.

Medeniyet şehirleri böylesine bir ‘kozmik’ etkiye, modern zaman şehirleri ise ‘kaotik’ etkiye sahiptir. Şehrin insanı niçin kendinden kopardığıyla niçin kendine çağırdığının cevabı “şehrin ruhu”nda saklıdır. Bu mânâda insanın varlık ve oluş davasında şehrin “rehabilite edici” özelliği üzerinde pek durulmamıştır.

İnsanın hayatında hiç görmedi, gitmediği ama “hayal şehir” olarak yaşattığı şehrin bile insanı nasıl hayata bağladığı, rehabilite ettiğine dair Ahmet Hamdi Tanpınar müthiş bir olayı anlatır. Tanpınar’ın çocukluğunda şahit olduğu bu olay, insanın “şehrin ne olduğu?” sorusuna verilecek en derin cevaplardan birisidir.

Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden okuyoruz: “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-
Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:

- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey… Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.

Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıyrıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz gibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çocukluk muhayyelemde bin çeşit hayal uyandırırdı.

Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazen hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamanın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahallemizin küçük ve fakir süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazen da yalnızca bir defa gittiğimiz Bentler’in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.

Bu kadın sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.”

Tanpınar böylesine derin bir tahassüsle anlattığı olayın sonunda şunları söyler:

“Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mânâ verebildim.

İstanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için, hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi. Bu Müslüman adam, kadere yalnız İstanbul’dan uzakta ölmek endişesiyle isyan ederdi. Böyle bir ahret uykusunda yabancı makamlarla okunan Kur’an seslerine varıncaya kadar bir yığın hoşlanmadığı, hattâ haksız bulduğu şey karışırdı.

Bir şehir hayalimizde aldığı bu cins çehreler üzerinde düşünülecek şeydir. Bu insandan insana değiştiği gibi, nesilden nesile de değişir…”

Tanpınar, şehrin insan hayalini nasıl beslediğine “devamlı şekilde muhayyilemizi işletme sihriyle bize tesir eder…. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler…” şeklinde temas eder.

Tanpınar, çocukluğunda yaşadığı olayı anlatırken unutmadığı ihtiyar kadında “ait olduğu şehr”i görmüştü.
İhtiyar kadın ona kendi şehrini hatırlatmıştı.

İnsan-şehir ilişkisinin şahit olunan bir olaydan tüten böylesine derin ve etkileyici özelliğine bütün medeniyet şehirlerinde şahit olabiliriz. Referans şehirlerimiz “Mekke-Medine ve Kudüs” başta olmak üzere Saraybosna’da, Üsküp’te, Travnik’te, Buhara’da, Semerkand’da, Bağdat’ta, Şam’da, İstanbul’da, Bursa’da, Amasya’da, Konya’da…
En nihayet Trabzon’da böylesine “hayalimizi büyüleyen” bir ruh bulmak, öncelikle onu “nasıl gördüğümüz”le ilgili…

Tanpınar’ın bahsettiği ihtiyar kadının ömründe hiç görmediği bir şehri sayıklaması onu şifaya kavuştururken; bugün, başta medeniyet şehirlerimiz olmak üzere, maddesi ve manâsıyla bütün şehirlerimizin “kaos yumağı”na çevrilen hali, şifası mümkün olmayan hastalıklara davetiye çıkarıyor.

Nostaljiye mi kaçıyoruz? Yoksa, “zamanın ruhu”nu yakalayamayanlar elinde kaosa çevrilen şehirlerimizin sahip olması gereken ruha mı işaret ediyoruz?

Şehrin hangi insanı, hangi parçası, hangi mekânı ve hangi organı olursa olsun hayalimizde büründüğü şekil bize şehrin ruhunu aksettirecektir.

Yaşadığımız şehrin insanları, mekânları, organları bizi kosmos’a mı, kaosa mı çağırıyor?
Bizde büyülü bir etki mi bırakıyor? Kasvetli bir atmosferi mi soluyoruz?

Şehrin dününde olan ruh bugününe taşınmıyorsa şehir bir cesetten ibarettir. Ruhun sürekliliği gibi, şehrin bedeni olan mekânları da sürekliliğini koruyamıyorsa, şehir artık ‘yorgun bir şehir’ haline gelmiştir.

Şehrin büyüsünü hissetmek; şehre bakışınız, verdiğiniz değer, atfettiğiniz önem kadar şehrin sizi “kendine çekmesi”ne bağlıdır.

Şehrimizde bırakınız büyüyü, tarihî derinliği, estetik idraki olmayan yöneticiler elinde realitesine
bile bakmaya tahammül edemiyorsanız, o şehir artık kendisini “hissedemeyeceğiniz” bir malzeme yığını haline gelmiştir.

(Günebakış, 30 Kasım 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder