Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve şehir korkusu olsa gerek!
Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir. Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak, gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.
Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti getiriyor.
Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.
Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.
Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr. Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle okuyabilirler.
Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…
Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu Medeniyetinin taç şehri Konya’da !
Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı” şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde gerçekleşiyor…
Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle dikkatlerinize sunalım:
"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami, mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok ettirmiştir.
duzenliyahya@gmail.com
Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulan Cumhuriyetle birlikte asker, siyasetçi, bürokrat, vs. tüm inkılâpçılar niçin önce tarihe ve şehirlere saldırmıştır? Niçin kendi kurgularına göre tarihi yazmaya ve tarihî şehirleri yıkıp-kurmaya girişmişlerdir? Bu sorulara verilecek cevap: Tarih ve şehir korkusu olsa gerek!
Çünkü şehirler tarihin taşıyıcısıdır, şahitleridir. Çünkü tarih şehirler üzerinden yazılır. Yönetimi ele geçiren gücün en çok korktuğu, ürktüğü kendinden önceki tarih ve şehirdir. Onun için istilâcıların ilk yaptıkları şehri yıkmak, kütüphanelerini yakmak oluyor. Tarihe ve şehre tahammül edemiyorlar. Çünkü tarihi yeniden yazmak ve yazılana inandırmakla şehri yeniden kurmak ve insanları o şehre bağlamak ve yeni bir dizayn yapmak, gerçekleştirilmesi oldukça zor bir proje.
Bir şehrin yıkımı için illâ ki yabancı istilâcılar gerekmiyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “işgal ordularının da yapamayacağı bir cinayetle” yerli görünenlerin istilâları da aynı akıbeti getiriyor.
Yeni kurulan Cumhuriyete uygun bir tarih oluşturmak ve gelecek nesillerin yaşayacağı şehirler kurmak, bir anlamda öncelikle var olan tarih ve şehirlerin imhasını zorunlu kılıyordu. Böyle de oldu. Tüm tarihî şehirlerimizde, medeniyetimizin tarihî eserleri, yapı stokları ve medeniyet değerlerini hatırlatan ne varsa hepsine yönelik bir imha hareketi başlatıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte İstanbul’dan başlayan ve bütün tarihi şehirlerimizi kuşatan “şehir ve tarih katliamları”nın nasıl yapıldığını bugün dehşetle okuyoruz, anlayabiliyoruz.
Biz bu şehir katliamlarını okurken bile ürperirken, bu katliamları yapanların ve bu katliamları çaresizce seyredenlerin nasıl bir ruh halini yaşadıklarını tahmin edemiyoruz.
Trabzon da bu “şehir katliamları”nın yaşandığı tarihi şehirlerimizden… Önceki yazılarımızda “İmaret-i Hatuniye Külliyesi”nin zamanın zihniyetince 1930’larda Umumi Müfettiş Tahsin Uzer emriyle nasıl imha edildiğini bu satırlarda anlatmıştık. Merak edenler olursa Yrd.Doç.Dr. Ö.İskender Tuluk ve Yrd. Doç.Dr. H.İbrahim Düzenli’nin hazırladığı “Trabzon Kent Mirası: Yer, yapı, hafıza” isimli eserde ayrıntılarını dehşetle okuyabilirler.
Bugün anlatacağımız/aktaracağımız olay ise gene böyle bir “şehir ve tarih katliamı”ndan trajik bir kesit…
Konya, Erzurum, Karaman, Kilis, Aksaray başta olmak üzere birçok şehrimizin tarihini bir kuyumcu titizliğiyle yazan önemli şehir tarihçilerimizden rahmetli İbrahim Hakkı Konyalı, hayatını adadığı tarih ve şehir araştırmacılığında kendi şehri olan Konya’ya ilişkin öyle bir olay anlatır ki, tam bir “şehir katliamı” denilen türdendir. Hem de Selçuklu Medeniyetinin taç şehri Konya’da !
Merhum Konyalı’nın şahit olduğu “şehir katliamı” şehrimiz Trabzon’un 1930’lu yıllarda yaşadığı katliamlarla aynı zaman diliminde gerçekleşiyor…
Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı merhumun, 1978 yılında Sebil dergisinde yayınlanan, bizzat şahit olduğu bir hadiseyi ibretle, dehşetle dikkatlerinize sunalım:
"On ikinci Kolordu Kumandanı Miralay, sonra paşa, Fahrettin Altay Konya'da sayısız târihî ve mi'mârî âbideleri katili olmuştur. Birçok cami, mescid, medrese, türbe, hankah, mektep, çeşme ve kabristan yıktırmış, yok ettirmiştir.
Bu gibi târihî yadigârların yalnız müsamaha edilmeyip horlandığı zamanda değil, ayrıca Türk ve İslâm târihinin kara lekesi gibi görüldüğü bir zamanda, Fahrettin Altay elinde bastonuyla Alaaddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği herhangi bir mîmârî âbideye işaretle,
'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar kastiyle yapıyordu...
'-Yıkın bunu!' derdi. Kimse de itiraz edemezdi. Bunu sözde şehri i'mar kastiyle yapıyordu...
"Bir gün Şerefeddîn Câmii’nln bitişiğindeki Şerefeddin Türbesinin yıkımına başlanmıştı. Fahrettin Paşa'nın emir ve kumandasıyla kazmalar ve kürekler faaliyete geçmişti. Bu Selçuklu devrinin mahrutî kümbetli türbesi sanki yekpâreleşmiş ve kayalaşmıştı.
Ben bu eski eser cellâdının gölgesi olmuştum. Onu takip ediyordum... Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahrutî kubbe erimiş, ikinci ve mescid kısmı yok olmuştu. Yıkım devam ederken, Selçuklu türbe mimarisinin o vakte kadar bilinmeyen bir hususiyeti ortaya çıkmıştı.
Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri(yayacakları) kötü kokuları dışarıya atmak için mimar, tâ bodrum kattan itibaren hamam tüfekleri tarzında hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbedin üstüne kadar devam ediyordu. Bunları gördüm ve paşaya da gösterdim.
Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şerefeddin'in tabutu göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Selçuklu'nun na'şını alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken paşadan rica etmiştim:
"- Paşam, bu türbe Konya'nın en eski Selçuklu eserlerindendir. (Sahibi de) Camiin ilk bânisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!
"Fakat ona kimse mâni olamazdı."
Tam bir sadist ruh!
Fahreddin Altay sadizminin, Kudüs’ün Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla Şam’da Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek “Ey Selahaddin dinle, haçlı seferi şimdi bitti! Biz yine geldik.” diyen Fransız Generali’nin sadizminden farkı var mı? İlgilinçtir ki her iki olay da aynı zaman dilimine rast geliyor. Biri Selahaddin Eyyubi’nin kabrini tekmeliyor, diğeri Konya’da Selçuklu Sultanının naşını çıkarıp çöp arabasıyla bir çukura attırıyor.
Rahmetli İ.Hakkı Konyalı’nın “eski eser cellâdı” dediği bu “tarih ve şehir cellâdı”nı takip ederken
yaşadığı dehşeti ve bir şey yapamamanın verdiği ızdırabı tahmin edemiyoruz…
Başka hiçbir ülkede yaşandığına şahit olamayacağımız bu hadise, nesillerin kanını donduracak türden… İnkılâpçılığını şehir ve tarih katliamına endeksleyen bu zihniyet ülkemizde uzun süre hâkim oldu.
Biz işin şehir ve tarih tarafıyla alâkalı olarak söyleyelim ki; tarihi hatırlatan ne varsa yok edilen şehirlerimizde, 80-90 yıl sonra gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, Konya’da Fahrettin Paşa gibi, Trabzon’da Tahsin Uzer gibi “şehir celladları”nın yıktığı yerlerde yapılanlar hiç de onları aratmıyor…
Kentsel dönüşüm adına şehirlerimizde son yıllarda yapılanları gördükçe, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan şehir katliamlarıyla aralarında nasıl bir fark var diye sormak istiyoruz. Onlar neyi imha ettiklerini iyi biliyorlardı, ama bugünün şehir yöneticileri neyi ihya edeceklerini bilebiliyorlar mı? Eğer biliyorsalar vebali de aşmış toplu şehir katliamlarına imza attıklarının farkında olmalılar…
Fahrettin Altay, Tahsin Uzer ve o zihniyette olanlar “neyi yıkacakları”nı biliyorlardı. Bugünün şehir yöneticileri “ne yapacaklarını” biliyorlar mı dersiniz.
Ne dünya görüşü, ne medeniyet, ne tarih, ne şehir, ne zaman, ne mekân, ne de insan derdi olmayanların “şehir yöneticisi” olduğu zamanlarda şehirlerimizde yapılanlara ‘kıyamet alametleri’ demekten başka bir şey diyemiyoruz.
Bugünün şehir yöneticilerine yapılacak en önemli tavsiye herhalde şu olmalı: “Şehir için bir şey
yapmak istiyorsanız; bu zihniyetle şehir için hiçbir şey yapmayın! Şehre yapacağınız en hayırlı hizmet hiçbir şey yapmamak, şehre dokunmamaktır!”
Tarihe ve şehre sorumlu olduğunun idrakinde olanların hatırlamaları gereken “dehşet bir not”a bir de biz şahitlik etmiş olduk.
(Günebakış, 2 Kasım 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder