15 Kasım 2011 Salı

HAYAT VE ŞEHİR "AN"LARDAN İBARET...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Şehre anlam kazandıran insanın bakışı ve onu idrak biçimidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap, insanın varlık sebebi ve şehrin varoluşunu anlamlı kılar.

Hayatın bütünü ve yaşanan olaylar “an”lardan oluşuyor. “An”ları donduramıyor, zapt edemiyorsunuz. Sadece yaşıyorsunuz. Yaşamak zorundasınız. Bir şehre ilk defa baktığınızda gördüğünüz ve yaşadığınız “an” da böyle bir şey… İlk bakışta “ân”a sığdırdığınız bütün bir şehir var aslında… Bu “an”da bütün bir şehir ve insan hayatının çekirdeği, ipuçları var.

İnsan yeni gördüğü bir şehrin içine girdiğinde ya şehre karşı yakınlaşır, onunla sıcak bir bağ kurar, onu içselleştirir; veya şehir onu ürkütür, uzaklaştırmak ister. Bir an önce şehri terk etmek ister. Şehir-insan ilişkisi böylesine “ruhî” bir atmosferde gerçekleşir. Eşyaya/şehre bakarken, onunla ilişki kurarken oluşan ilk intiba, yeni deyimle “elektrik alma” önemlidir. Bu algı, fotoğraf makinasının dondurup hapsettiği gibi bir “algı” değildir.

İlk bakışta, ilk “an”da göremediğimiz şehir ve hissedemediğiniz ‘yakınlık’ daha sonra ne kadar zorlarsanız zorlayın görülemiyor, hissedilemiyor.

Kimi insan için şehirde bütün bir ömrünün geçtiği hayatın her “an”ı o “ilk an” gibi daima yeni, her an taze, daima enerji yüklüdür. Kimileri için de hayatının her “an”ı zorla ‘yaşamaya mahkûm’ edilen bir hayattır. Bu hayat da “yaşanmaya değer olmayan” bir şehir hayatıdır.

Dünyanın birçok şehrini gezip, gördüğü şehirlerle ilgili notları “Bir filozofun gezi günlüğü”nde kitaplaştıran, bir yazımızda da alıntı yaptığımız Hermann Keyserling, Lanka’nın Kolombo Adaları’yla ilgili gözlemlerinde “Kendimi, içimin derinliklerindeki hayat ihtimalinden koparılmışım gibi hissediyorum…” diyor. Niçin? Herhalde insanın üzerine gelen şehrin iskeleti ve şehir karşısında insanın kapıldığı müthiş ‘yokoluş hissi’nden olsa gerek…

İşte şehir, insana tam da bu duyguyu veren yerdir. Keyserling’in ifadesini “mefhum-u muhalif”inden şöyle değiştirebiliriz: “Kendimi, içimin derinliklerindeki şehir gerçekliğinin içinde hissediyorum.”

Şehre bakarak bu iki “hal”den hangisini yaşıyoruz diye kendimize soralım? Eminim ki birçoğumuz bırakınız şehirde yaşamayı, kendimizi “şehirde hayat ihtimalinden” bile koparılmış hissedeceğiz. Oysaki şehrin kaosu içinde belki de hiçbir zaman soramadığımız bu soruyu her an kendimize sorabilmeliyiz.

Şehir sadece maddî kompozisyondan ibaret değil. İnsan siloları şeklinde üst üste yığılmış yapılardan hiç değil… Şehir insanı “varlık idraki”ne yöneltiyorsa, varoluşu işaret ediyorsa “an” içinde anlamlıdır. İnsan şehirle böylesine bir kozmik ilişki içindedir/olmalıdır.

Şehir algımızın, gürültü, beton bloklar, otomobil uğultuları, stadyum nâraları ve mekanik ilişki biçimleriyle yüklenmiş/kodlanmış, rastgele bir araya gelmiş topluluk ve mekânlardan kurtulup, kendimizi içimizin derinliklerindeki gerçekliğe uygun düşecek yer haline geldiğinde, işte orası “yaşanmaya değer şehir”dir. Gerisi kendimizi yaşıyor “zannettiğimiz” vehimden ibarettir. Vehim ise bir gerçeklik biçimi değil bir “yanılma” şeklidir.

Ya tutarlı bir “dünya görüşü”müz yok. Veya Dünya görüşü ve algımız öylesine parçalı, kopuk, varlığın anlamına yabancı hale geldi ki, bulunduğumuz şehirde vehimlerimizi “yaşama”, yaşamayı da “vehim” haline getiren bir atmosferden kaçamıyoruz. Bu atmosferin kaçınılmaz yok ediciliğinde sadece ölümü bekleyen biyolojik bir canlı gibi hayat sürdürmeye mahkûm olmaktan başka seçeneğimiz yok. Ürpertici bir biçimde böyle bir hayatı yaşadığımızı söylemek çok mu abartılı?

Muhakkik Mimar Turgut Cansever temel problem ve “yaşanabilir” bir şehre ilişkin şunları söyler: “Varlığın bütünlüğünü gözetmeyen herhangi bir yaklaşımın çözüme ulaşamayacağı aşikârdır… Bugün Türkiye’deki mimarî çevremiz, insanlık tarihinde benzeri olmayan, kültürel bir kirlilik içindedir. Asır başında makine çağının bütün meseleleri çözeceği inancı bir gizli putperestliğe dönüşmüş, makine kültürünün gayriinsanî yaklaşımı sonucu dünyada iki milyara yakın insan evsizliğe, geri kalan milyarlarca insan da tabiattan uzak, yaradılışın icaplarıyla zıt bir hayata mahkûm edilmiştir…”

Böyle bir hayata mahkûm edilmemek için yaşadığımız yerin ve yaşadığımız “an”ın farkına varmak gerek. Bu ‘ontolojik’ bir idraktir. Yâni varlığı bütün olarak hakikatiyle kavramaktır. Yoksa Üstad Necip Fazıl gibi;

“Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar.”

diye serzenişte bulunmaktan başka çaremiz kalmayacak. Bu serzeniş bile bir “idrak”tir.

Şehrimiz içimizin derinliklerindeki hayata kucak mı açıyor, bizi o hayata mı çağırıyor? Yoksa içimizdeki hayatı boğuyor mu?

Olanca gerçekliğiyle şehrimizin manâsı bu sorulara verilecek cevapta yatıyor.

İnsan odur ki; eskilerin “ne geçmişte ne gelecekte yaşar. Ân’ın gereğini yerine getirir”dediği hal üzere kendini ve şehrini kavrar.


(Günebakış, 16 Kasım 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder