30 Nisan 2012 Pazartesi

ŞEHRİMİZİ COĞRAFYASINDAN AYIRMAYIN

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanların yıkıcılığına en fazla dayanabilen şehirler, herhalde coğrafyasının kendisini koruyabildiği şehirlerdir. Veya coğrafyasına sığınıp, mevzilenebilen şehirlerdir. Herhalde onun içindir ki, eskiler şehir kurarken öncelikle coğrafyanın bu özelliğine dikkat ediyorlardı. İstanbul, Amasya, Bursa gibi medeniyet şehirleri coğrafyasının kendilerini kucakladığı, korumaya çalıştığı şehirlerimizdendir. Ne kadar tahrip edilirse edilsin, kurtçukların ölü bir cesede doğru akın etme-leri şeklinde “kentsel dönüşüm” denilen ‘kutsal kelime’ adına şehre üşüşen iş makinalarının saldırılarına hiçbir şehir direnemiyor. Direnebilenler işte bu coğrafyası ‘muhkem’ olan şehirler… Ülkemiz de dahil olmak üzere modern zamanlarda yeni şehirler kurulamıyor. Modernizm kendi-ne uygun şekilde eski, kadîm şehirleri dönüştürüyor, insan ölçekli değil de insanı korkutan me-kân ölçekli ‘urlaşmış şehir’ler şeklinde kendini var ediyor, sürdürüyor.

 Doğu Karadeniz şehirleri, özellikle de Trabzon bu anlamda coğrafyasının kendisini koruduğu şe-hirlerimizden birisidir. Kendisine dörtbin yıllık tarih biçilen Trabzon’un, bu süreçte varlığını mu-hafaza edebilmesi, kendisini her türlü saldırıya karşı coğrafyasına emanet etmesiyle olmuştur. Cumhuriyet dönemine kadar Trabzon’la ilgili yazılan tüm kitaplarda şehrin coğrafyası değişik tasvirlerle anlatılsa da kendisini geleceğe taşıyan bir süreklilik, coğrafyanın değişmezliği vardır.

Cumhuriyetle birlikte şehirlerimizin değişim süreci hız kazanmış ve önce ‘tarihi hatırlatan ne var-sa tahrip cinneti’ne tutulmuş bir yok edicilik, sonra ‘’kent planlaması’ vurdumduymazlığıyla tarih ve şehir yıkımları, son on yıldır da TOKİ’nin musallat olmasıyla şehirlerimizin silueti çirkinleştirile-rek müthiş bir şekilde istilâya maruz bırakılmıştır.

Bugün can çekişen bir hastanın çırpınışları gibi Trabzon da hayatiyetini korumaya çalışıyor fakat sadece coğrafyası kendisine sahip çıkıyor.

Bir anlamda şehri “şehir” olarak hazırlayan coğrafyasıdır. Coğrafya bir şehrin mekânlarının teşhir ve tezyin yeri… Özellikle dağlar, akarsular ve deniz… Dağların eteğinde kurulmuş veya dağların içine aldığı bir şehir uzun süre kendisini her türlü siyasî, kültürel, mimarî, fiili, vs. istilâya karşı koruyabiliyor. Kendisine ait “şehir kültürü” yabancı etkilere karşı direnebiliyor, varlığını koruya-biliyor.

Trabzon’da da böyle olmuştur. Son yıllardaki topyekûn saldırılara karşı kendini nasıl koruyabilir? Nasıl direnebilir? Şaşırmış durumda. Çünkü bütün bu şehir katliamları, şehir istilaları şehrin dö-nüşümü adına yapılıyor. Yâni, bir yandan kentsel dönüşüm terapisiyle ölümü hızlandırılırken diğer yandan, yapılanlar ölüye “haşmetli bir mezar” şeklini andırıyor.

Coğrafyamızın da bütün hayat damarlarını tıkayan bu kentsel istilâya karşı çıkmanın şehirde hiç-bir karşılığı yok.

Şehrimizin haline de maalesef sadece coğrafyası ağlıyor. Şehir adına coğrafyası ıstırap çekiyor. Nasıl mı?

Coğrafyanın ihtişamına dair Üstad Necip Fazıl, dağlardan bahseden bir yazısında şunları söylüyor: “…Dağlar yine o dağlar.. Korkunç bir ıstırap takallüsü halinde Anadolu ruhunu remzlendiren dağlar… Anadolu bütün ruhuyla bu dağlardadır ve onun devlete karşı ruhundan kopan ferman senin, dağlar benimdir çığlığı işte bu dağlar üzerindedir… İlâhi azameti şekillendiren dağlar ve uçurumlar…”

Üstad, dağların nasıl bir şahsiyet ifadecisi olduğuna dair de 1943’te trenle Erzurum’a giderken şunları düşünüyor: “Penceremin ufkunda bir kar ovası ve ovanın sonunda birdenbire şahlanan dağlar. Bu dağ silsilesi tabiatın sanki kolunu sıktığı ve en müthiş adele kıvrımlarını teşhir ettiği zaman ve mekânı çerçeveliyor…”

 “….Beyaz rengin en bakir örneğiyle daima karlar altında tabiat kuvvetinin yamru yumru adalele-rini fışkırtmış, çıkıntıları apaydınlık ve çukurları kapkaranlık sipsivri başı yıldızlar ve dipsiz mavilik-lerle haleli bu dağlar Anadolu ve Anadolulu ruhunu billurlaştıran dağ bediinin en güzel örneği. Bu haşmet abidesinde derin bir yalnızlık kimsesizlik aşinasızlık sessizlik minnetsizlik; hasret, gurbet, huşunet ve kendi kendisine kifayet, öyle canlı hatlarla tutuyor ki… Bu dağların tepesine yani ru-hunun mahrem noktasına hiçbir süvari çıkamaz. Zira yoldayken eğeri dökülür…”

İşte şehrimiz böyle bir muhteşem güzelliğin ihtişam ve korumasında varlığını korumaya çalışıyor. 

Coğrafyasında bu mânâyı okuyamayanların elinde yok olmaya doğru giden şehrimizi korkarız ki artık dağları da koruyamayacak! Çünkü dağlarına karşı da Moğol ordularının şehirleri istila etme-lerine benzer bir kentsel dönüşüm dalgası hızlanmış durumda.

Veyl şehrimizin haline! Yazımızı gene Üstad’ın cümleleriyle bitirelim: “Âlemde, bütün istikametlerin birbirine dolandığı ve bütün mânaların birbirine bulandığı böyle bir devir hayal edemem. Öyle bir dünyadayız ki, hiçbir zaman, mekân, nisbet ölçüsü kalmamış gibi bir şey… Gel de eşya ve hâdiseleri tek tek ayık-la ve eski vahitlerine kavuştur! Müesseseler görüyoruz! Vücut hikmetleri ve ünvanlarıyle alâkaları kalmamış… Yok da diyemiyor-sun; çünkü var!... İşler ve hareketler görüyoruz! Niçin ve nasıl olduğu, nereden gelip nereye git-tiği belli değil… Olmadı da diyemiyorsun; çünkü oldu ve olmakta!.. İhtiyaçlar ve zaruretler görü-yoruz! Devlet gibi yığılmakta ve hiç el sürülmemekte… Böyle kalır da diyemiyorsun; çünkü kalma-sına imkan mevcut değil. ”

 Şehirlerimiz, şehrimiz de böyle bir kaosun fanusunda gününü gün ediyor!

 Ne diyelim? İnsan var olacaksa şehir de var olacak! İnsan değişecek, başkalaşacaksa şehir de değişecek ve başkalaşacak! Önemli olan “insanın ve şehrin kendi kalarak değişmesi”!

 Artık insan olarak “elimizle müdahale” edemediğimiz, “dilimizle muhalefet” edemediğimiz, “kalbimizle murakabe ve muhasebe” edemediğimiz bir şehirde yaşamakla ölmek arasında fark var mıdır?

 Ne olur coğrafyamıza bari dokunmayın! Coğrafyamızı şehrimizden ayırmayın!

(Günebakış, 2 Mayıs 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder