19 Haziran 2012 Salı

“SANA BÜYÜK ŞEHİRLERDEN BAHSEDECEĞİM!”



Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Dünya görüşleri ne olursa olsun, hangi istikameti işaret ederse etsinler kültür-sanat ve edebiyat adamlarında şehrin ontolojik bir anlamı vardır. Şehir onları sarar, onlar da şehri kuşatırlar.

Başta “varlığın kemaliyle idrak ettirildiği” şehirler olan Mekke, Medine, Kudüs ve diğer medeniyet şehirleri temel ekseninde olmak üzere, Üstad Necip Fazıl doğduğu, yaşadığı ve mânâlandırdığı İstanbul’dan yola çıkarak diğer Anadolu şehirlerini anlatırken, bize onlardan “tüten ruh”u hissettirir.

Üstad’ın “Canım İstanbul” şiirindeki İstanbul, onu okuyan ve o şiirde âdeta eriyen herkesin görmeden gördüğü, yaşamadan yaşadığı, kendini yuvasında hissettiği, duyduğu bir ‘taç şehir’dir. İstanbul öylesine sarmıştır ki Üstadı ”Ay ve güneş ezelden iki İstanbul’ludur”  Bu şiir bütün tarihselliğiyle, gerçekliğiyle, oluş ve yok oluşuyla bütün bir şehrin ruhunu ortaya koyar.

Şehir aynı zamanda hüznün, melâlin, inkisarın da yatağıdır.

Büyüdükçe kozmopolit hale gelen ve kaotikleşen modern zaman şehirlerinin insanı hapseden, boğan kasveti karşısında çaresizlikten çılgına dönenler, çıkış yolu arayanlar, şehri olanca gerçekliğiyle tanımlayanlar gene şairlerdir. 

Üstad Necip Fazıl’ın ilk defa 1943’te çıkardığı “Büyük Doğu” mecmuasının ilk sayısındaki “Müjde” şiirinden başlayarak 1950’li yıllara kadar zaman zaman şiirleri, hikaye ve yazıları yayınlanan ressam, şair ve yazar Trabzon’lu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Sana Büyük Şehirlerden Bahsedeceğim” başlıklı şiiri, bugün büyük şehirlerimizin, metropollerimizin yaşadığı çalkantıyı yıllar öncesinden resmeder mahiyettedir. Şehrimizin hararetle beklediği “büyükşehir” statüsüyle nasıl bir hale bürüneceğinin de aynası niteliğinde Bedri Rahmi’nin bu şiirini bir kez de bu vesileyle okuyalım:

“Sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
En büyük camiler orada kurulur,
En küçük mezarlar orada kazılır
En kara yazılar orda dizilir.

Yüksek minarelerde selâ verilir,
Civar hanelerde zina edilir.
Büyük şehirlerde yalan söylenir,
Halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.

Büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
Öyle bir şehre yerleş ki,
Küçük olsun fakat bizim olsun.
Sokaklarında tanımadık yüz,
Ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
Her ağacına elin,
Her karış toprağına terin değsin.
Ve kuytu evlerden birinde
Senden habersiz ölenler olmasın.”

Büyük Şehir işte böyle bir şey… 


Büyük Şehir; müthiş gürültüsü içinde, her şeyden habersiz yaşayanlarla, herkesten habersiz ölenlerin birbirlerinin farkında olmadan karşılaştıkları bir arena adeta...

Biz, bize ait olan şehri istiyoruz. Bizim ait olduğumuz şehri istiyoruz. İçinde o şehrin sesini duymak, gurbette o şehrin yankısını işitmek istiyoruz. Yâni, kendimizden olanı, kendimizde olanı istiyoruz.

Gene Bedri Rahmi’nin “Büyük Şehir” başlıklı bir şiiri daha var ki, herkesin kendisini ona ait zannettiği, yaşadığını vehmettiği büyük şehri resmeder. Onu da okuyalım:

“Bir değil hallerin, beş değil,
Nasıl anlatsam hepsini bir bir,
Nasıl bağlansam sana nasıl, büyük şehir?
Yüz tane kolum olsa kucaklamağa yetmez,
Tepeden tırnağa dudak kesilsem, bitip tükenmezsin.
Anten misali gerilse bütün damarlarım,
Nasıl duyarım semt semt, bucak bucak seni,
Nasıl sararım?
Büyük hastanelerinde yatarım, insan dolu,
Büyük gemilerine binerim, mahşer,
Hanların dolu, hamamların dolu..
Gel gör ki her Allah’ın günü,
Göz göze, diz dize,
Tramvayda, sinemada, meyhanede, mabette.
Herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş,
Herkes gurbette..”

Büyük şehirde her şey “ur”laşmış, her şey yatağını kaybetmiş, ilişkiler mekanik, sevgiler metalik hale gelmiş. 

Büyüyen her şey büyüdüğü nisbette saflığını, temizliğini, arılığını kaybediyor. Şehir de öyle. Binbir tezatları içinde Büyükşehirlerde (Üstad’ın mısrasıyla) “Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet!”

Dileriz yeni ‘büyük şehir’lerde “herkes kendi murdar karanlığına gömülmüş” olmaz, gurbette kaybolmaz!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder