12 Haziran 2012 Salı

ŞEHİRLERİMİZDE URLAŞMA VE KAYBEDİLEN ÖLÇÜ...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com


Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Daha doğrusu, tuhaflıkların sıradan hale geldiği bir ülkede yaşamanın dayanılmaz ‘ağırlığı’ altında eziliyoruz. Hayret bile edemiyoruz. Herkesin “kendini hariç tutarak” konuştuğu, eleştiride bulunduğu bir düşünce zemininde; yaptıklarınız kabul görmese de, saçma da olsa önemi yok. Özellikle “yaşanılabilir bir şehir”e olan ihtiyaç yerini ‘tek hücreli canlı’lara mahsus ‘barınaklar’a bırakınca, bu ‘yeni hal’e uygun tasarımlar da şehirlerimizi kaplamaya, kuşatmaya başladı.

Artık şehirlerimizin kutsal mekânları haline gelen AVM’ler, stadyumlar, arenalar, rezidanslar, iş kuleleri, insanın boynu kırılırcasına başını kaldırsa bile ucunu göremediği gökdelen konutlar, yeni bir “helâk”in habercisi adeta. Helâk yâni “yokoluş”.

Tarih, her çağda insanların toplu olarak yokoluşuna şahitlik ederken değişik gerekçeler gösterir. İnsanoğlunun, bir türlü tatmin edemediği ihtiraslarının bedeli olarak huzursuzluğunun, isyanının, çılgınlığının, haddini aşmanın nihayetinde“kendi eliyle” sonunu, ölümünü hazırlamasıdır helâk…

Kıyamet senaryosu yazmıyoruz… Sadece var olan gerçekliğe dikkat çekiyor, vurgu yapıyoruz. Günümüz insanının “ait olduğu yer”lerden koparılarak şehirlere “yığılması”, gökdelenlerde “istif edilmesi”, market eşyası gibi “paketlenmesi”, kendini “hapsetmesi” sonunu hazırlayıcı böyle bir kendi kendine helâk sürecini andırıyor…

“Bakterilere mahsus barınma ihtiyacı”nı insanlara lâyık gören bir şehir ve mekân anlayışının hüküm sürdüğü netameli zamanlardayız.

“Yaşanamaz şehir”ler ve “yaşanamaz mekânlar”ın ideal hayat kaynağı olarak sunulduğu modern zamanların en fazla vurduğu, savurduğu da bizim gibi “tarihine ait olamayışla, başka bir dünyaya eklemlenemeyiş” arasında çalkalanan toplumlardır.

İş o noktaya geldi ki, artık şehirde de mekânda da ölçüyü ve ölçeği kaybettik. Yeni bir ölçek de oluşturamadık. Şehirlerimizde tek ölçü: “büyüklük”, yâni “urlaşma”. İnşa ettiğiniz mekânlar ne kadar “büyük” olursa tatmininiz o kadar yüksek oluyor. Büyüme ile urlaşma veya ‘büyüyerek urlaşma’ tam da şehir ve mekanlarımızın bugün yaşadığı hali ve büründüğü silûeti ifade etmede yerli yerine oturuyor.

Yazıma böyle başlamamın nedeni; ülkemizin ünlü bir mimar-kent bilimcisinin (A.Vefik Alp) İstanbul/Ataşehir’de yapılmakta olan cami ile ilgili Başbakan’a yazdığı mektuptur. Söz konusu mimarın kaygılarının nedeni ne olursa olsun, söyledikleri şehirlerimizin ve ibadet mekânlarımızın geleceği adına gerçekten endişe verici nitelikte. Öyle anlaşılıyor ki yapılanları gördükçe Başbakanın şehirleşme ile ilgili yaptığı konuşmalardaki “tarih ve medeniyet” vurgusu krema vari bir tadın, bir damak zevkinin ötesinde bir şey ifade etmiyor.

Bu arada söz konusu mimar-kent tasarımcımızın çeşitli şehirlerde yaptığı “prestij projeler”in Başbakan’a yazdığı mektuptaki kaygı ve muhtevayla pek örtüşmediğine de vurgu yapalım. Onun için yukarıda “kendini hariç tutarak” diye bir kayıt koydum. Başbakan da, ilgili bakanlar da, yerel yöneticiler de, mimarlarımız da farkında mıdır bilinmez ama, herkes “kendini hariç tutarak” eleştirilerde bulunuyor, yazıyor, yapıyor.

Söz konusu mektupta dikkat çeken paragraflar şöyle:

“…İnanıyorum ki zaman zaman Türkiye için gerçekleştirmek istedikleri büyük projelerine çekinceler getirsem de Başbakanım bana kızmıyor, alınmıyorlar, beni partilerüstü bir uzman, bir hoca olarak algılıyor, söylediklerimi ve yaptıklarımı zihinlerinde not alıyor ve bir kısmının dikkate alınması için talimat veriyor.

Konum Ataşehir'de TEM kavşağında bitmek üzere olan anıtsal camii...

Doğma büyüme bir İstanbullu olarak sayın Başbakanıma tebliğ etmek isterim ki Ataşehir' e yaptırmakta oldukları bu devasa cami bir hayal kırıklığıdır. Sermimârân-ı Cihan Sinan'ın yaklaşık 500 yıl evvel gerçekleştirdiği şaheseri Edirne Selimiye Camisi'ni andıran Ataşehir Mimar Sinan Camisi'ni öncelikle mimari üslup açısından tartışmak isterdim. Ancak konuyu dağıtmamak için bu boyutu başka bir zamana bırakıp Başbakan'ıma, hoşgörülerine sığınarak, aşağıdaki soruyu yöneltmek istiyorum:

Aziz Başbakan'ım, Ataşehir’de devasa bir konut gökdeleninin altına bir anıt cami inşa etmek ne kadar isabetli bir yaklaşımdır?

Ben kendi cevabımı hemen vereyim...

Yapılar çevreleri ile değer kazanır veya kaybederler. Anıtsal, büyük bir cami etrafı boş veya alçak yapılanmış olan bir alana inşa edilmelidir. Kubbenin azametini, minarelerin zarafetini bozan kendinden daha yüksek daha azametli binaların yanına yapılmamalıdır. Aksi takdirde çok ciddi bir yanlış yapılmış olur ve kulun apartmanı Allah'ın evini ezer geçer.

Kudüs'teki kutsal varlıklarımız Mescid-i Aksa'ya, Kubbet-ül Sahra'ya bakınız. Çevrelerinde onları değil ezip geçmek, boylarına yaklaşan, onların egemenliği ile yarışan bir yapı var mıdır?

Bunun içindir ki imar planları, Kültür Varlıkları Koruma Kurulları bir mahalle cami çevresinde dahi kubbenin alt çizgisini aşan binalara izin vermemektedir. Bunun içindir ki Zeytinburnu Sahili'nde yapılan 3 yüksek rezidans kulesinin bazı açılardan bakıldığında Sultan Ahmet Camisi'nin minarelerinin aralarına girmeleri duyarlı kimselerin içini sızlatmış, koca İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu konudaki çaresizlik ve ezikliği bizleri ziyadesiyle üzmüştür. Bunun içindir ki Haliç'e yapılan Metro Köprüsü'nü alttan taşıtmak yerine Sinan'ın Süleymaniye'nin minareleri ile yarışan 2 adet devasa ayak yapılmasına UNESCO dahi karşı çıkmış, ne acıdır ki bizim koruyamadığımız Sinan'a ve İstanbul silüetine elalem sahip çıkmaya çalışmıştır. Bizlerin anlamsız ısrarı karşısında bu yanlışlığı engelleyememişler, ancak güzelim İstanbul'umuzun siciline bir kara lekeyi işlemiş ve "Tarihi Yarımada'yı Dünya Kültür Miras Listesi'nden çıkarabiliriz" uyarılarını yapmışlardır...

Sayın Başbakan'ım, zat-ı alinizin yapımını bizzat takip ettiği bu camii inşaatı için koca Ataşehir'de etrafı açık bir arsa bulunamamış mıdır? Mimarlarınız (!), danışmanlarınız (!) ve dostlarınız bu Selimiye replikasının komşu konut binası tarafından ezildiğini, yok edildiğini, bitirildiğini size söylememişler midir?

Bu durumda Ataşehir Camisi'ne harcanmakta olan kaynaklara ve emeklere yazık olmamış mıdır?
Mekke-i Mükerreme'de büyük bir bölümünü ecdadımızın inşa ettiği Kutsal Kabe'nin yanına gökdelenler diken Suudilere en sert tepkileri bizler vermemiş miydik?

Ataşehir'de Büyük Usta Mimar Sinan'ın ruhu muazzep olmamış mıdır?”

Mektup böyle… Aslında mimarî geleneğimizin önemli ve oldukça hassas bir yönüne vurgu yapan bu önemli mektuba ne cevap verilmiştir, veya mimarın uyarıları dikkate alınmış mıdır bilinmez. Büyük ihtimalle de alınmamıştır. Herhalde cami ne kadar büyük olursa arkasındaki konut gökdeleniyle rekabette yarışacağı düşünülmüştür (!)

Mektubun yazarı mimarın aklına gelmiş midir bilemiyoruz ama aynı mektubu mimarın meslektaşlarına da göndermesi isabetli bir durum olurdu diye düşünüyoruz. Çünkü bu mektup aynı zamanda şehrin “bizi bu hale getiren işadamları, müteahhit ve mimarlardan kurtar!” diyen çağrısıdır, çığlığıdır, bir “itiraf” ilanıdır. Mektubun muhatabı siyasiler olduğu kadar, onlardan önce mimarlar, şehir plancıları, kent tasarımcılarıdır da.

Şehrimizde de muhtemel bu ve benzeri yapılaşmalara karşı, bu mektubu hafızamızın önemli bir hücresine yerleştirmemiz gerekiyor. Çok şükür ki son hamlelerini yapmasına rağmen yaşadığımız şehrin coğrafyası bu tür yeni yapı ve işgallere direnebilecek bir özelliğe sahip. Tek direnç hattımız da maalesef coğrafyamız…

Tarih ve Medeniyet sembollerini şehirlere nakşeden yakın Selçuklu-Osmanlı ve diğer beylik dönemleri şehir miraslarımızdaki mekân-mimarî ölçü ve ölçeğini kaybetmenin sonu, bugün şehirlerimizin yaşadığı “ur”laşma ve “his kaybı”dır.

Yaşanan garabet karşısında Ziya Paşa’nın beytini hatırlıyoruz: “Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizâmat. Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde!” Yâni; onlar dünyaya lafla düzen vermeye çalışırlar ama kendi evleri bin türlü düzensizlik, kargaşa ve çirkinlikle doludur.

Şehrin kendisine iadesi için değil, ihaneti için her şeyin yapıldığı bir vasatta hangi tarihten, hangi idrakten, hangi şehirden, hangi mimariden, hangi medeniyetten bahsedilebilir?

Yaşadıklarımız karşısında sadece Büyük Usta Mimar Sinan’ın ruhu değil, bütün bir tarihin, medeniyetin ruhu muazzep oluyor!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder