Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Tuhaf
bir ülkede yaşıyoruz. Daha doğrusu, tuhaflıkların sıradan hale geldiği bir
ülkede yaşamanın dayanılmaz ‘ağırlığı’ altında eziliyoruz. Hayret bile
edemiyoruz. Herkesin “kendini hariç tutarak” konuştuğu, eleştiride bulunduğu
bir düşünce zemininde; yaptıklarınız kabul görmese de, saçma da olsa önemi yok.
Özellikle “yaşanılabilir bir şehir”e olan ihtiyaç yerini ‘tek hücreli
canlı’lara mahsus ‘barınaklar’a bırakınca, bu ‘yeni hal’e uygun tasarımlar da şehirlerimizi
kaplamaya, kuşatmaya başladı.
Artık
şehirlerimizin kutsal mekânları haline gelen AVM’ler, stadyumlar, arenalar, rezidanslar,
iş kuleleri, insanın boynu kırılırcasına başını kaldırsa bile ucunu göremediği
gökdelen konutlar, yeni bir “helâk”in habercisi adeta. Helâk yâni “yokoluş”.
Tarih,
her çağda insanların toplu olarak yokoluşuna şahitlik ederken değişik
gerekçeler gösterir. İnsanoğlunun, bir türlü tatmin edemediği ihtiraslarının bedeli
olarak huzursuzluğunun, isyanının, çılgınlığının, haddini aşmanın nihayetinde“kendi
eliyle” sonunu, ölümünü hazırlamasıdır helâk…
Kıyamet
senaryosu yazmıyoruz… Sadece var olan gerçekliğe dikkat çekiyor, vurgu
yapıyoruz. Günümüz insanının “ait olduğu yer”lerden koparılarak şehirlere
“yığılması”, gökdelenlerde “istif edilmesi”, market eşyası gibi “paketlenmesi”,
kendini “hapsetmesi” sonunu hazırlayıcı böyle bir kendi kendine helâk sürecini andırıyor…
“Bakterilere
mahsus barınma ihtiyacı”nı insanlara lâyık gören bir şehir ve mekân anlayışının
hüküm sürdüğü netameli zamanlardayız.
“Yaşanamaz
şehir”ler ve “yaşanamaz mekânlar”ın ideal hayat kaynağı olarak sunulduğu modern
zamanların en fazla vurduğu, savurduğu da bizim gibi “tarihine ait olamayışla,
başka bir dünyaya eklemlenemeyiş” arasında çalkalanan toplumlardır.
İş
o noktaya geldi ki, artık şehirde de mekânda da ölçüyü ve ölçeği kaybettik.
Yeni bir ölçek de oluşturamadık. Şehirlerimizde tek ölçü: “büyüklük”, yâni “urlaşma”.
İnşa ettiğiniz mekânlar ne kadar “büyük” olursa tatmininiz o kadar yüksek
oluyor. Büyüme ile urlaşma veya ‘büyüyerek urlaşma’ tam da şehir ve
mekanlarımızın bugün yaşadığı hali ve büründüğü silûeti ifade etmede yerli
yerine oturuyor.
Yazıma
böyle başlamamın nedeni; ülkemizin ünlü bir mimar-kent bilimcisinin (A.Vefik Alp)
İstanbul/Ataşehir’de yapılmakta olan cami ile ilgili Başbakan’a yazdığı
mektuptur. Söz konusu mimarın kaygılarının nedeni ne olursa olsun, söyledikleri
şehirlerimizin ve ibadet mekânlarımızın geleceği adına gerçekten endişe verici
nitelikte. Öyle anlaşılıyor ki yapılanları gördükçe Başbakanın şehirleşme ile
ilgili yaptığı konuşmalardaki “tarih ve medeniyet” vurgusu krema vari bir
tadın, bir damak zevkinin ötesinde bir şey ifade etmiyor.
Bu
arada söz konusu mimar-kent tasarımcımızın çeşitli şehirlerde yaptığı “prestij
projeler”in Başbakan’a yazdığı mektuptaki kaygı ve muhtevayla pek örtüşmediğine
de vurgu yapalım. Onun için yukarıda “kendini hariç tutarak” diye bir kayıt
koydum. Başbakan da, ilgili bakanlar da, yerel yöneticiler de, mimarlarımız da
farkında mıdır bilinmez ama, herkes “kendini hariç tutarak” eleştirilerde
bulunuyor, yazıyor, yapıyor.
Söz
konusu mektupta dikkat çeken paragraflar şöyle:
“…İnanıyorum
ki zaman zaman Türkiye için gerçekleştirmek istedikleri büyük projelerine çekinceler
getirsem de Başbakanım bana kızmıyor, alınmıyorlar, beni partilerüstü bir
uzman, bir hoca olarak algılıyor, söylediklerimi ve yaptıklarımı zihinlerinde
not alıyor ve bir kısmının dikkate alınması için talimat veriyor.
Konum Ataşehir'de TEM kavşağında bitmek üzere olan
anıtsal camii...
Doğma büyüme bir İstanbullu olarak sayın Başbakanıma
tebliğ etmek isterim ki Ataşehir' e yaptırmakta oldukları bu devasa cami bir
hayal kırıklığıdır. Sermimârân-ı Cihan Sinan'ın yaklaşık 500 yıl evvel
gerçekleştirdiği şaheseri Edirne Selimiye Camisi'ni andıran Ataşehir Mimar
Sinan Camisi'ni öncelikle mimari üslup açısından tartışmak isterdim. Ancak
konuyu dağıtmamak için bu boyutu başka bir zamana bırakıp Başbakan'ıma,
hoşgörülerine sığınarak, aşağıdaki soruyu yöneltmek istiyorum:
Aziz Başbakan'ım, Ataşehir’de devasa bir konut gökdeleninin altına bir
anıt cami inşa etmek ne kadar isabetli bir yaklaşımdır?
Ben kendi cevabımı hemen vereyim...
Yapılar çevreleri ile değer kazanır veya
kaybederler. Anıtsal, büyük bir cami etrafı boş veya alçak yapılanmış olan bir
alana inşa edilmelidir. Kubbenin azametini, minarelerin zarafetini bozan
kendinden daha yüksek daha azametli binaların yanına yapılmamalıdır. Aksi
takdirde çok ciddi bir yanlış yapılmış olur ve kulun apartmanı Allah'ın evini
ezer geçer.
Kudüs'teki kutsal varlıklarımız Mescid-i Aksa'ya,
Kubbet-ül Sahra'ya bakınız. Çevrelerinde onları değil ezip geçmek, boylarına
yaklaşan, onların egemenliği ile yarışan bir yapı var mıdır?
Bunun içindir ki imar planları, Kültür Varlıkları
Koruma Kurulları bir mahalle cami çevresinde dahi kubbenin alt çizgisini aşan
binalara izin vermemektedir. Bunun içindir ki Zeytinburnu Sahili'nde yapılan 3
yüksek rezidans kulesinin bazı açılardan bakıldığında Sultan Ahmet Camisi'nin
minarelerinin aralarına girmeleri duyarlı kimselerin içini sızlatmış, koca
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu konudaki çaresizlik ve ezikliği bizleri
ziyadesiyle üzmüştür. Bunun içindir ki Haliç'e yapılan Metro Köprüsü'nü alttan
taşıtmak yerine Sinan'ın Süleymaniye'nin minareleri ile yarışan 2 adet devasa
ayak yapılmasına UNESCO dahi karşı çıkmış, ne acıdır ki bizim koruyamadığımız
Sinan'a ve İstanbul silüetine elalem sahip çıkmaya çalışmıştır. Bizlerin anlamsız
ısrarı karşısında bu yanlışlığı engelleyememişler, ancak güzelim
İstanbul'umuzun siciline bir kara lekeyi işlemiş ve "Tarihi Yarımada'yı
Dünya Kültür Miras Listesi'nden çıkarabiliriz" uyarılarını yapmışlardır...
Sayın Başbakan'ım, zat-ı alinizin yapımını bizzat
takip ettiği bu camii inşaatı için koca Ataşehir'de etrafı açık bir arsa
bulunamamış mıdır? Mimarlarınız (!), danışmanlarınız (!) ve dostlarınız bu
Selimiye replikasının komşu konut binası tarafından ezildiğini, yok edildiğini,
bitirildiğini size söylememişler midir?
Bu durumda Ataşehir Camisi'ne harcanmakta olan
kaynaklara ve emeklere yazık olmamış mıdır?
Mekke-i Mükerreme'de büyük bir bölümünü ecdadımızın
inşa ettiği Kutsal Kabe'nin yanına gökdelenler diken Suudilere en sert tepkileri
bizler vermemiş miydik?
Ataşehir'de Büyük Usta Mimar Sinan'ın ruhu muazzep
olmamış mıdır?”
Mektup böyle…
Aslında mimarî geleneğimizin önemli ve oldukça hassas bir yönüne vurgu yapan bu
önemli mektuba ne cevap verilmiştir, veya mimarın uyarıları dikkate alınmış
mıdır bilinmez. Büyük ihtimalle de alınmamıştır. Herhalde cami ne kadar büyük
olursa arkasındaki konut gökdeleniyle rekabette yarışacağı düşünülmüştür (!)
Mektubun yazarı
mimarın aklına gelmiş midir bilemiyoruz ama aynı mektubu mimarın meslektaşlarına
da göndermesi isabetli bir durum olurdu diye düşünüyoruz. Çünkü bu mektup aynı
zamanda şehrin “bizi bu hale getiren işadamları,
müteahhit ve mimarlardan kurtar!” diyen çağrısıdır, çığlığıdır, bir
“itiraf” ilanıdır. Mektubun muhatabı siyasiler olduğu kadar, onlardan önce
mimarlar, şehir plancıları, kent tasarımcılarıdır da.
Şehrimizde de
muhtemel bu ve benzeri yapılaşmalara karşı, bu mektubu hafızamızın önemli bir
hücresine yerleştirmemiz gerekiyor. Çok şükür ki son hamlelerini yapmasına
rağmen yaşadığımız şehrin coğrafyası bu tür yeni yapı ve işgallere
direnebilecek bir özelliğe sahip. Tek direnç hattımız da maalesef coğrafyamız…
Tarih ve
Medeniyet sembollerini şehirlere nakşeden yakın Selçuklu-Osmanlı ve diğer
beylik dönemleri şehir miraslarımızdaki mekân-mimarî ölçü ve ölçeğini
kaybetmenin sonu, bugün şehirlerimizin yaşadığı “ur”laşma ve “his kaybı”dır.
Yaşanan garabet
karşısında Ziya Paşa’nın beytini hatırlıyoruz: “Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizâmat. Bin türlü teseyyüp bulunur
hânelerinde!” Yâni; onlar dünyaya lafla düzen vermeye çalışırlar ama kendi
evleri bin türlü düzensizlik, kargaşa ve çirkinlikle doludur.
Şehrin
kendisine iadesi için değil, ihaneti için her şeyin yapıldığı bir vasatta hangi
tarihten, hangi idrakten, hangi şehirden, hangi mimariden, hangi medeniyetten
bahsedilebilir?
Yaşadıklarımız
karşısında sadece Büyük Usta Mimar Sinan’ın ruhu değil, bütün bir tarihin,
medeniyetin ruhu muazzep oluyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder