duzenliyahya@gmail.com
Hiç şüphesiz, bu soru “bize
ait” bir şehrimiz olmadığına vurgu yapıyor. Bizim olmayan şehirlerde istif
edilmiş insanları yaşadıkları yerin “yaşamaları gereken yer” olduğuna inanmaya
mahkûm edenlerin isimleri, sıfatları, renkleri, iddiaları, partileri değişse de
“değişmeyen” bir icraatları var. O da: “Sizi
asla insanca bir şehirde yaşatmayacağız!”dır. Tanzimattan Cumhuriyete,
Cumhuriyetten bugüne, böylesine dehşetli bir gerçeği ‘toplumsal anestezi’
altında hissetmemeye bizi mecbur ve mahkûm ediyorlar! Kimler mi? İktidar
sahipleri, şehir yöneticileri, şehir plancıları, mimarlar, müteahhitler ve
bütün bunlara rağmen tepki vermeyenler! Hepsinin tek bir ortak paydası var:
Şehvete dönüşmüş rant iştahı!
Yazımızın başlığındaki
sıradan gibi görünen ontolojik soru Üstad Necip Fazıl’a ait.
1944 yılında Büyük Doğu
mecmuasında “Nerede bizim şehrimiz???” başlığı altında yazdığı manifesto
niteliğindeki yazısını, aradan 68 yıl sonra okuduğumuzda bile müthiş bir
basiret ve ferasetle bugüne seslenen bir feryâd, bir çığlık niteliğinde olduğu
görülür. Bugünlerde “kentsel dönüşüm” adı altında artık ruhu kaybolmuş, maddesi
kaosa dönmüş, kisvesi kendisine ait olmayan, insanı kasvete bürünmüş
şehirlerimizi güya “yeniden dönüştürecek”, gerçekte ise büyük ve bir daha
içinden çıkılamayacak kaoslara sebep olacak girişimlerin ‘mücrimleri’ belki
okur da dehşete kapılırlar, ibret alırlar. Ama mümkün değil. Çünkü okuyacak
göz, anlayacak, fehmedecek idrak yok!
Üstad’ın bu yazısı aynı
zamanda “şehir” perspektifinden bir dünya görüşü ve medeniyet sorgulamasıdır.
Üstad’ın “tarihî ikaz”ını
1944’deki şekliyle sunuyoruz:
·
Bir İngiliz,
Alman, Amerikan, Fransız, Rus, Japon, İtalyan, hattâ bir İspanyol, İsviçre,
Finlândiya, İsveç, Bulgar şehir tipi var; fakat bugün bir Türk şehri yok!..
·
Herhangi bir
mimarî ve şehircilik davasından uzak, sadece bir cemiyetin mekâna aksetmiş
zaman ruhu üzerinde kalarak soralım; evet, bütün keyfiyet ve kemiyet
ölçüleriyle, hemen her şahsiyetli milletin, milletlerarası ve orta malı
unsurları yepyeni ve ayrı ayrı düzenler altında seciyelendiren şehirleri var da
niçin bizim bir şehir tipimiz yok?
·
Zira, içinden
çıktığımız ve köklerine kibrit suyu döktüğümüz eski dünyaya karşılık içine
girdiğimiz ve köklerinden feyizlendiğimiz başka bir dünya yok da ondan; zira,
bir asrı geçkin bir zamandan beri bizi ruh arsasında köleleştiren dış çizgileri
taklit zihniyeti, olmayışımızı, olamayışımızı, en fazla şehir plânında ilân ve
ifşa ediyor da ondan…
·
Ve yine zira,
büyük şehir, dış çizgiler halinde kopya edilmesi mümkün bir hadise değil,
mekâna sızan bir ruhun, dış çizgiler halinde billûrlaşmış nescidir.
· Hendese ve nisbetin bütün şiirile, hendese ve nisbet sıkıntısının bütün şiirini bir arada kucaklayan ve Süleymaniye kubbesine liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van kedileri gibi umumî bir soy benzerliği içinde başka başka çatıları, sokakları, meydanları ve her türlü müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman içinde mekân ve mekân içinde zaman ölçüsünü heykelleştirecektir; bütün devlet ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var???
·
İdarecileri,
mütefekkirleri ve sanatkârlariyle, bu çileden uzak yaşayan insanlara, belli
başlı bir hayat ve faaliyet içinde olmak imtiyazı verilemez!!!
Şehirlerimizde “korku ve
kasvet duygusu”nu “büyük refah ve ümid”e dönüştürecek, “selîm zevk” ölçüsüyle
“yeni bir şehircilik manâ ve şahsiyeti getirecek” insan, idrak ve kadrodan ne
yazık ki yoksunuz!
Üstad Necip Fazıl’ın “büyük şairlerin farkında olmayarak, bazı
mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük
şehir vakıası” dediği türden bir dehşeti yaşayan şehirlerimizin geleceğine
ilişkin bir ümid henüz yok! Böyle bir ümid olabilmesi için lazım gelen “şehir
idrak ve irfanı”ndan henüz uzak bulunuyoruz. Yâni bilinmez bir zamana kadar bu
kasvet ve dehşeti yaşayacağız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder