17 Aralık 2012 Pazartesi

“NEREDE BİZİM ŞEHRİMİZ???”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Hiç şüphesiz, bu soru “bize ait” bir şehrimiz olmadığına vurgu yapıyor. Bizim olmayan şehirlerde istif edilmiş insanları yaşadıkları yerin “yaşamaları gereken yer” olduğuna inanmaya mahkûm edenlerin isimleri, sıfatları, renkleri, iddiaları, partileri değişse de “değişmeyen” bir icraatları var. O da: “Sizi asla insanca bir şehirde yaşatmayacağız!”dır. Tanzimattan Cumhuriyete, Cumhuriyetten bugüne, böylesine dehşetli bir gerçeği ‘toplumsal anestezi’ altında hissetmemeye bizi mecbur ve mahkûm ediyorlar! Kimler mi? İktidar sahipleri, şehir yöneticileri, şehir plancıları, mimarlar, müteahhitler ve bütün bunlara rağmen tepki vermeyenler! Hepsinin tek bir ortak paydası var: Şehvete dönüşmüş rant iştahı!

Yazımızın başlığındaki sıradan gibi görünen ontolojik soru Üstad Necip Fazıl’a ait.

1944 yılında Büyük Doğu mecmuasında “Nerede bizim şehrimiz???” başlığı altında yazdığı manifesto niteliğindeki yazısını, aradan 68 yıl sonra okuduğumuzda bile müthiş bir basiret ve ferasetle bugüne seslenen bir feryâd, bir çığlık niteliğinde olduğu görülür. Bugünlerde “kentsel dönüşüm” adı altında artık ruhu kaybolmuş, maddesi kaosa dönmüş, kisvesi kendisine ait olmayan, insanı kasvete bürünmüş şehirlerimizi güya “yeniden dönüştürecek”, gerçekte ise büyük ve bir daha içinden çıkılamayacak kaoslara sebep olacak girişimlerin ‘mücrimleri’ belki okur da dehşete kapılırlar, ibret alırlar. Ama mümkün değil. Çünkü okuyacak göz, anlayacak, fehmedecek idrak yok!

Üstad’ın bu yazısı aynı zamanda “şehir” perspektifinden bir dünya görüşü ve medeniyet sorgulamasıdır.

Üstad’ın “tarihî ikaz”ını 1944’deki şekliyle sunuyoruz:

·         Bir İngiliz, Alman, Amerikan, Fransız, Rus, Japon, İtalyan, hattâ bir İspanyol, İsviçre, Finlândiya, İsveç, Bulgar şehir tipi var; fakat bugün bir Türk şehri yok!..

·         Herhangi bir mimarî ve şehircilik davasından uzak, sadece bir cemiyetin mekâna aksetmiş zaman ruhu üzerinde kalarak soralım; evet, bütün keyfiyet ve kemiyet ölçüleriyle, hemen her şahsiyetli milletin, milletlerarası ve orta malı unsurları yepyeni ve ayrı ayrı düzenler altında seciyelendiren şehirleri var da niçin bizim bir şehir tipimiz yok?

·         Zira, içinden çıktığımız ve köklerine kibrit suyu döktüğümüz eski dünyaya karşılık içine girdiğimiz ve köklerinden feyizlendiğimiz başka bir dünya yok da ondan; zira, bir asrı geçkin bir zamandan beri bizi ruh arsasında köleleştiren dış çizgileri taklit zihniyeti, olmayışımızı, olamayışımızı, en fazla şehir plânında ilân ve ifşa ediyor da ondan…

·         Ve yine zira, büyük şehir, dış çizgiler halinde kopya edilmesi mümkün bir hadise değil, mekâna sızan bir ruhun, dış çizgiler halinde billûrlaşmış nescidir.
 
·         Sadece şehrini hendeseleştirecek bir ruha ve ruhunu pırıldatacak bir şehre mâlik olamamak yüzünden, tam bir asırdır, Batı adamının beylik ve orta malı (barok), (rokoko), (kübik), (ürbanizm) kırıntılarının posalarında gıda arıyor ve bunun ismine inkılâp diyoruz.

 ·         Bizim şahsiyetli bir dünya görüşümüz varsa, mutlaka hususi bir şehir tipimiz; ve şahsiyetli bir şehir tipimiz varsa, mutlaka hususî bir dünya görüşümüz olmak icap eder; müzmin boşluğumuzu ve bir türlü olamayışımızı müşahhas plânların en sert, en katı ve kolayca elle tutulur cinsinden olan şehir plânında arasaydık, belki en esaslı eksiklerimizin mizanına ererdik.

·         Hendese ve nisbetin bütün şiirile, hendese ve nisbet sıkıntısının bütün şiirini bir arada kucaklayan ve Süleymaniye kubbesine liyakat ilân eden o Türk şehri ki, Van kedileri gibi umumî bir soy benzerliği içinde başka başka çatıları, sokakları, meydanları ve her türlü müesseseleriyle, milyonluk celselerimizin, zaman içinde mekân ve mekân içinde zaman ölçüsünü heykelleştirecektir; bütün devlet ve millet kadromuzda bu tasayı çeken kaç kişi var???

·         İdarecileri, mütefekkirleri ve sanatkârlariyle, bu çileden uzak yaşayan insanlara, belli başlı bir hayat ve faaliyet içinde olmak imtiyazı verilemez!!!

 ·         Cemiyet iklimimizin, en geniş nezaret ufkuna mâlik taraçası demek olan şehrimizi plânlaştırmakla, ruhumuzu plânlaştırmak arasında fark görmeksizin, şehrimizi, Türk şehrini, milyonluk Türk celselerinin toplantı mekânını istiyoruz!!!”

 “Nerede bizim şehrimiz?” sorusuna vereceği cevabın tasasını çekmeyenlere “belli başlı bir hayat ve faaliyet içinde olmak” hakkı verilemeyeceğine dair Üstad’ın tesbitini anlayabiliyor muyuz? Anlayabiliyorsak şehre dair derdimizin anlaşılacağı ve çaremizin de bulunacağını anlayabiliyoruz demektir.

Şehirlerimizde “korku ve kasvet duygusu”nu “büyük refah ve ümid”e dönüştürecek, “selîm zevk” ölçüsüyle “yeni bir şehircilik manâ ve şahsiyeti getirecek” insan, idrak ve kadrodan ne yazık ki yoksunuz!

Üstad Necip Fazıl’ın “büyük şairlerin farkında olmayarak, bazı mütefekkirlerin de bile bile haber verdikleri ve dehşet belirttikleri bu büyük şehir vakıası” dediği türden bir dehşeti yaşayan şehirlerimizin geleceğine ilişkin bir ümid henüz yok! Böyle bir ümid olabilmesi için lazım gelen “şehir idrak ve irfanı”ndan henüz uzak bulunuyoruz. Yâni bilinmez bir zamana kadar bu kasvet ve dehşeti yaşayacağız!

 “Hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmeyi” ihtar eden mutlak ölçünün şehirlerimize de yansıyacağı gün, kendimizi de şehrimizi de idrak etmiş olacağımız gündür.

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder