Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Rahmetli muhakkik mimar
Turgut Cansever, bir söyleşide batı şehirleriyle ilgili kendisine sorulan “Avrupa şehri kendisini büyük kudretler
vehmeden iradenin dikte ettiği, kitleleri en kolay şekilde nasıl
yönetebilecekse öyle dizayn ettiği şehir midir, yani otoritenin iradesini mi
temsil eder?” sorusuna öyle bir kuşatıcı ve ontolojik bir cevap veriyor ki,
bütün bir şehir-insan-medeniyet-mimari davamızın hülâsasını ortaya koyuyor.
Şöyle söylüyor Cansever:
“Kendisinde, her şeyi yapmak hakkının olduğunu
vehmeden, emredici bir iradenin, insana ait bütün temel değerleri bir kenara
iterek meydana getirdiği bir fizikî yapıdan söz ediyoruz. Düşünün bir kere,
duvarlardan ve pencerelerden oluşmuş, bir kilometre boyunca uzanan bir sokak.
Bir arkadaşınızı bulmanız için o evden yansıyan şahsiyete değil, kapı
numarasına bakacaksınız. Diktatörler ve onların yakınları, yani diktatörün
gücünü paylaşanlar, onlar her biri kendilerini bir Firavun addediyor, güçlerini
ispat etmek için hareket ediyorlar. Devasa apartman blokları yapıp insanları
buralara istiflemek de, 20. Asrın başında Almanya’da yapıldığı gibi, yan yana
dizilmiş standart evler yapmak da bir çeşit totaliterliktir. Dev apartman blokları
yahut yan yana dizilmiş birörnek evlerden oluşan mahalleler, şehirler
oluşturmak, elbette aynı zamanda aileyi standartlaştırma iradesini
yansıtmaktadır. Bu türden düzenlemeler, ailelerin ve isteklerinin standart
olmadığı bilinerek yapılmalıdır. O halde evleri standartlaştırmak yerine, evlerin
parçalarını standartlaştırmak daha insanî bir çözümdür ve yalnızca Osmanlı
dünyasında uygulanmıştır. “
Cansever’in bu cevabını
okuyunca, diğer bazı sosyal bilimlerde-disiplinlerde yaşanan fakat farkında
olunmayan önemli bir yanlışa vurgu yapmak gerekiyor. Genellikle bir konunun
uzmanlarına, özellikle de fikir adamlarına “batı”nın sorunlarına, açmazlarına,
yanlışlarına ilişkin sorulan sorularda sanki ülkemizin o konuda kemaliyle
yaşadığı bir süreç varmışçasına bir tatmin olmuşluk hali sözkonusudur. Hâlbuki,
yaşanmış, dili ve zamanı arkada kalmış, geçmiş, tarihsel bir olgu olarak
insanlık tarihinde yerini almış ‘medeniyet birikimi’mizi sadece ruhu artık
yaşamayan bir ‘gövde’ olarak almak, o medeniyetle ilgili vehimlerin artmasına,
derinleşmesine sebep olur.
Cansever’in cevabında da bu
durumun deşifresi aynen sözkonusudur. Her ne kadar rahmetli Cansever her ne
kadar Batı şehirlerine ilişkin önemli tesbitlerde bulunuyorsa da aslında bugünün
Türkiye’sini işaret ediyor, 2012’ler Türkiye’sinin şehirlerine vurgu yapıyor.
Cansever’in söyledikleri tam
da bugünlerde, adeta yeni bir dünya savaşı hazırlıklarını tamamlamış, bu
savaştan galip çıkacağından en küçük bir şüphesi olmayan, bütün silahlarını,
karargâhını, zırhlı araçlarını alana sürmüş bir iktidarın KENTSEL DÖNÜŞÜM
operasyonlarını ve sonuçlarını bize haber veriyor.
Onun eleştirdiği o batı
şehirlerinin ruhsuz fizikî yapısının “batılı dünya görüşü” içinde bir anlamı,
izahı ve yaşanabilirliği var. Bizde ise Tanzimat’tan bu yana, özellikle de Cumhuriyet
dönemi şehircilik, mimarî ve yaşama kültürü’nün “totaliter” bir dayatmanın
ürünü olmadığını kim söyleyebilir? Siyasî iktidarlar, yerel yöneticiler,
mimar-mühendis örgütleri, şehir plancıları ve rant iştahından başka bir şey
görmeyen müteahhitler milyonları silolarda 173 yıldır (1873’den bu yana) istif
etme sadizminden bir türlü vazgeçmemişlerdir.
Kendi medeniyet ve şehir
birikimine, dünya görüşüne savaş açan iktidarları, onların katliamlarının
hesabını bir yana koyalım. Peki, ‘yerli’ iddiasıyla 1950’den beri siyasî hayatımızda
egemen olan iktidarların katliam müzesine dönüştürdükleri şehirlerimizin hali
nasıl izah edilebilir?
Eğer tarih ve gelecek
nesiller bir gün her alanda olduğu gibi “şehir ve mimarî” alanında da bir tarih
mahkemesi kuracak olurlarsa;
· Tanzimat’la Cumhuriyet arasındaki 84 yılı (1839-1923)
müthiş bir taklit, kendinden utanma, başkalaşma ve yabancılaşma;
· Cumhuriyet’in kuruluşuyla 1950 arasındaki CHP
iktidarını şehir ve tarih katliamcısı, ‘kök kurutmaya memur’;
· 1950 ile 2002 arasındaki 52 yılı da şahsiyetsiz, komplekslerle
malûl, önceki katliam döneminin muvazaacı iktidarlarla devamı dönemler olarak
mutlak surette yargılayacaklardır.
· Şimdi… En önemlisi de 2002-2012 arası tek partili
siyasî iktidar dönemi…
Peki, bu dönemde ne
yapılmıştır ve ne yapılmaktadır? Çirkini yıkalım iddiasının dışında hiçbir
tarih, insan, şehir, mimari ve medeniyet derdi taşımayan, sadece bunların
“ıslıkçılığını” yapan bir siyasî zihniyetle şehirlerimiz belki iki yüz yıl daha
içinden çıkılamayacak bir “kentsel bataklığa” dönüştürülüyor.
Cumhuriyet döneminde hiçbir
iktidara nasip olmayan imkan, fırsat, birikim, malzeme ve ortamda şaşırtıcı (!)
bir ihtirasla yürütülen on yıllık şehir yapılanmaları ile yaşadığımız mekânlar maalesef
heba edildi. Adeta “kifayetsiz muhteris”ler eliyle hayatlarımız çalındı.
Çok tekrarladık yine
tekrarlayalım: Tarih ve medeniyet idraki
yok ki şehir inşası olsun! Mensubiyet yok ki mes’uliyet ve mecburiyet olsun!
Her şeyden önce kendi şehir,
mimari ve medeniyet birikimini anlayamama, yâni zihniyet problemi var.
Özellikle TOKİ marifetiyle
inşa edilen “şehircikler/bina toplulukları”ndan yansıyan bir
şehir-medeniyet-mimarî-estetik-yaşanabilirlik ruhu var mı? Sizi tarihi
süreklilikle buluşturacak, sürekliliği geleceğe taşıyacak bir idrak yansıması
var mı yapılarda ve mekânlarda? Gören varsa söylesin… Bunları sormak bile en
hafifinden abesle iştigal olur.
İktidar “kentsel dönüşüm”
adını verdiği bu hamlesiyle ne kadar öğünse yetmez (!)
Cansever’in batı şehir ve
yönetici zihniyetine ilişkin söyledikleri esasen bugün bize yapılmış müthiş
uyarılardır. Çünkü:
1.
Kendisinde her
şeyi yapmak hakkının olduğunu vehmeden emredici bir irade,
2.
İnsana ait bütün
temel değerler bir kenara itilerek meydana getirilen fiziki yapılar,3. Yapılan dev apartman kütlelerinde insanı bulmak için o apartmandan yansıyan şahsiyete değil kapı numarasının değer kabul edildiği bir anlayış,
4. Diktatör ve diktatör gücünü paylaşma sadizmiyle şehir-mimari ve yaşama biçimlerini de belirleyen ‘güç zehirlenmesi’ne tutulmuş bir yönetim,
5. Batının yüzyıl önce insanları istif etmek için hazırladığı siloları, kadavra deposu halinde bugün bize “toplu konut”, “kentsel dönüşüm alanı”, “marka kent”, “dünya kenti”, “gecekondusuz kent” olaraksunan bir zihniyet söz konusudur. Ve tarih bu zihniyeti bir değil iki kez yargılayacaktır.
Halimize Fuzulî tercüman
olsun: “Derd çok, hemdert yok, düşman
kavî tâli zebun!”
Rahmetli muhakkik-kimar
Cansever “Her nesil kendi şehrini inşa
etmeli, kendi yaşama ortamını yeniden düzenleyebilmeli.” diyor. Şehirlerimizde
“küçük kıyamet”in, yâni kentsel dönüşümün başladığı bu hengâmede insanoğlu kendi şehrini nasıl inşa edecek?
Silahla insanların üzerine
saldırmakla, iş makinalarıyla coğrafyaya saldırmak arasında bir fark var mıdır?
Asla !
Her ikisinde de ‘imha’ya
azmetmiş bir terminatör vardır!
Bugün olan da budur!
Vay şehirlerimizin haline!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder