26 Aralık 2012 Çarşamba

MODERNİTE AÇLIĞI VE ŞEHİR İDRAKSİZLİĞİ…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanın yaşama mekânlarını yeniden inşa etmesinin neredeyse imkânsızlığı göz önüne alındığında, büyük savaşlar veya doğal afetler sonrasında yıkılan, tahrip olan şehirler için büyük bir imkân ve fırsat doğduğu bir gerçek. Ancak, bu imkânı her defasında heba etmenin maalesef “bize mahsus” bir gerçek olduğu da bir mütearife… Bu konuda ülkemizde yaşanan depremler sonrasında yeniden inşa edilen şehirlerimize bakmak yeter. Kader bize “idrak, ihya ve inşa” fırsatları sunuyor, hatta bizi mecbur ediyor ama biz bunları her defasında harcıyoruz.

Şu anda da müthiş bir seferberlikle girişilen “Kentsel Dönüşüm”ün de heba edileceğinden hiç şüphemiz yok! Çünkü şehir, insan ve medeniyet idrakinin ülkemizi terk ettiği, şehir inşasının ‘TOKİ Siloları’nın yan yana ve üst üste sıralanmasından ibaret zannedildiği bir devirdeyiz. İş makinalarının gecekonduların üzerine çullanmasıyla açılan alanlarda yükselen plaza ve ‘TOKİ tabutlukları’na bir parça da okul, sağlık ocağı, cami ve sun’i peyzajla süsleme eklediniz mi ‘kentsel dönüşüm’ başarıyla (!) gerçekleşmiş oluyor. Böyle  bir ülkede ‘neyin yok olduğu’nu ve ‘neye ihtiyaç olduğu’nu sorgulamanın da faydası yok.  Çünkü köre renkten, sağıra sesten bahsetmek gibi bir abesle iştigal olur bu.

Tarihi süreçte tüm toplumlar geçirdikleri büyük depremler, travmalar, yıkımlardan sonra şehirlerini tarihsel genlerine ve dünya görüşlerine uygun olarak, zamanın gereklerine göre inşa etmişlerdir. Oysa bizim geçirdiğimiz Cumhuriyet dönüşümünde böyle mi olmuştur?

Yıkılanın yerine yapılanın yeni bir yıkım olması ancak bize mahsus bir inşa biçimi…

Geçtiğimiz aylarda ülkemizde şehircilikle ilgili bir konferansa katılan Berkeley Üniversitesi Mimarlık, Planlama, Kentsel Tasarım ve Kent Tarihi Profesörlerinden Nezar Al-Sayyad, kendisiyle yapılan bir söyleşide Batı’da İkinci Dünya Savaşından sonra neredeyse tamamen yıkılan şehirlerden Dresden ve Varşova ile ilgili olarak, “Bu şehirler tamamen yıkıldı ve nasıl ise öyle inşa edildiler” diyor.

Al-Sayyad, İstanbul’a ilişkin de şunları söylüyor: “ Buralarda bazı yerler yeniden yapılanırken çok da dikkatli yapılmıyor. Birçok Müslüman ülkede tarihe yeteri kadar saygı gösterilmiyor. Tarihî binalara, eski tarz binalara yeteri kadar değer verilmiyor. Burada bir modernite açlığı var. Fakat modernite henüz yeteri kadar bilinmiyor. Ancak insanlarda modernite açlığı var. Bu bir problem: “İstiyorum ama sahip değilim”. Fakat sahip olmadığımı istemek bazen iyi olmayabiliyor. Türkiye’de, Mısır’da ya da Fas’ta aslında böyle bir şey olmaktadır. Oysa Avrupa’da bunun tam tersi olmaktadır. Avrupa’nın tarihî seyri daha farklı bir süreç takip etmiş; Avrupa 1920’lerde ve 1930’larda yeni binalar inşa etmiş, daha sonra savaş gelmiş ve bu binalar tahrip olmuş. Savaş sonrasında ise artık şehirleri yok olmuş. Sonra bu tahrip olmuş Ortaçağ’dan kalma binaları restore etmeye, yeniden inşa etmeye başladılar. Tekrar dönüp baktığımızda, burada, bu çalışmaların bir kimlik inşa etme ile ilgili bir mücadele olduğu görülmektedir: Geçmişte ne isem o olmak istiyorum!”

Al-Sayyad’ın bahsettiği modernite açlığı, (aslında modernitenin ürettiği yeni yapılarla) ısrarla dünyanın gettosu olmak için yabancılaşmayı, bayağılığı, taklidi, düşmanına hayran olmayı isteyen bizim gibi ülkelerde ağır bedeller ödeyerek kendini gösterdi. Bugün gene aynı modernite açlığı veya taşralı modernite hayranlığıyla şehirlerimiz katlediliyor. Hem de tarih-kültür-medeniyet çığırtkanlığı  yapan iktidarlar eliyle. Erken cumhuriyet döneminin tarihi yok etmek için tarihî şehirleri imha eden zihniyetini anlıyoruz. Peki ya bugünkü zihniyete ne demeli?

Fark etmiyor… Renkleri ayrı da olsa sesleri hep aynı çıkıyor… Şehir denilince, adeta kıyamet savaşlarına hazırlanan gökdelenlerin birbirlerine küstahça ve öfkeyle bakışlarını anlayan bir siyasî zihniyetin şehir ve mimarî anlayışı bundan ibaret oluyor.

Al-Sayyad ikinci dünya savaşı gibi toplu ve korkunç şekilde insan ve şehir katliamlarını yaşamış Avrupa’nın, kendi kimliğini yeniden inşa etmek için şehirlerine nasıl ihtimam gösterdiğine önemli bir vurgu yapıyor.

Biz ise, (bakmayın siyasî lâkırdılara) hâlâ modernite açlığıyla bir türlü tatmin olamamanın, tarihten kaçmanın, ondan uzaklaşmanın raylarını döşüyoruz. Erken Cumhuriyet döneminde döşenen ve bir türlü oturtulamayan, ama hızla yaygınlaştırılan o “şahsiyetsiz” şehir ve mimarî çöplüğünde ‘kentsel dönüşüm’le meşgulüz.

Tarihe saygı; eski yapıları süsleyerek değil, onları korumak ayrı bir konu, “dünya görüşü ve yaşama biçiminden kaynaklanan şehir ve mimarî tarzımızı yeniden inşa ederek” olur.

Al-Sayyad, söz konusu açıklamalarında Şehir ve mimarî bağlamında Lübnan ve Hizbullah’a ilişkin oldukça ilginç bir gözlemini aktarıyor: “Hizbullah’ın Beyrut’ta ve Güney Lübnan’da kontrolü altındaki bölgelerde Hizbullah’ın ideolojisinin yansıması olarak yeni bir mimarî ve kentsel biçim ortaya çıkmıştır… Bu bölgelerdeki mahallelerde cemaatin yapısı, topluluğun yaşamının yapısı, bazı şeylerin yerleşimi.. tüm bunların hepsi belirli bir politik ideolojinin ürünü ve yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır…”

İşte dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru böyle bir mecburiyeti gerektirir. Tarih ve medeniyet birikimi olan toplumların, böyle bir iddiası olan siyasî iradenin öncelikle kendi şehir, medeniyet ve mimarî birikiminden haberi olması, onu tanıması gerekir. Maalesef şehirlerimiz, arkasında dev bir şehir ve mimari birikimi olmasına rağmen, Lübnan’daki Hizbullah kadar şehir idraki taşımayan bir zihniyetin insafına terk edilmiş durumda.

Bir de “çevre ve şehircilik” adlı ihtisas bakanlığının ihdasına ne demeli? Bu da herhalde “bizim böyle bir idrakimiz yok” demenin ironik bir ifadesi olsa gerek.

Mevcut siyasî iktidarın ne böyle bir iddiası ne de böyle bir birikimden haberi var. Şayet olsaydı, eline geçmiş bunca imkan ve fırsat boşa harcanmazdı. Halâ da harcanmaya devam ediyor.

Dert büyük… Dertsizler de o nispette muhteşem!

Aslında kültür ve medeniyet kirlenmesinin farkına varamayan, bunu göremeyen bir siyasî iradeden böylesine tarihî bir sorumluluk beklemek boşunadır.

“Kentsel dönüşüm”lerin dönüştüreceği, adına “şehir” denen muhteşem “insan ve mekân tabutlukları”nda Cansever’in deyimiyle, “biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm”iyetimiz devam edecek.

Muhakkik Mimar Cansever’le bitirelim: “Bu kültürel kirlenmenin, bu varlığın bilincinden kopartılmış ve dolayısıyla dünyaya, varlığa, çevreye, topluma ve geleceğe karşı sorumsuzlaşmış olmanın bedeli son derece ağır bir şekilde ödenmeye başlanmıştır.”


 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder