Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
“Organsız beden”i hiç tahayyül ettiniz mi? Böyle birşey düşünebilir misiniz? Bu kavram dehşetli bir olguya işaret ediyor.
Kurgu filmlerde geleceğe ilişkin fantastik mekânlar ve tiplemelerle seyredebileceğimiz “organsız” bir beden düşünün… Organları olmayan bir beden… Veya organları kendine ait olmayan bir beden… Organlarını yönetemeyen bir beden… Organlarının kontrolden çıktığı bir beden… Organları arasında ahengi sağlayamayan bir beden…
Beden “organların birleşimi” değil midir? Organsız bir bedene “beden” denilebilir mi? Organlar olmayınca beden teşekkül edebilir mi?
Organ ve bedenle ilgili soruları çoğaltmak mümkün…
“Organsız Beden” kavramı yüzyılımızın önemli felsefecilerinden Deleuze ve Guattari’ye ait. Antonin Artaud’un ortaya attığı “Organsız Bedenler” kavramına Deleuze ve Guattari çok değişik anlamlar vererek, ilginç yorumlar yükleyerek, derinlik kazandırarak eserlerinde kullanır.
Deleuze’e göre organsız beden “eklemlenmemiş, parçalanmış ve yersiz yurtsuzlaşmış yeniden inşa edilmeye muktedir bir beden” olarak tanımlanıyor. Bu organik bir beden değil, hastalıklı bir bedendir ve sürekli yıkılma ve yeniden oluşum döngüsü içindedir. Beden organlarından bıktığında veya onları kaybettiğinde “organsız beden” oluşum yolundadır. “Organsız Beden organizmanın yerini almıştır” diye bir temel konumlama da yapar felsefecimiz.
Oldukça girift-karmaşık bu kavramı felsefî bağlamından kopararak “şehir”e taşıyalım..
Filozoflarımız modern felsefede, postmodern veya daha ileri yorumlarla nasıl yorumlarsa yorumlasınlar, icad ve inşa ettikleri bu metafor (mecaz) doğrudan şehirlerimizin bugünkü halini anlatmada önemli ipuçları veriyor… Dikkat çekici bu kavram, dünya görüşü ve medeniyet idraki kaybolmuş bir toplumun, inşa ettiği şehirleri oluşturan mekânların bir araya getirilmesiyle asla şehre ulaşılamayacağını ifade etmede de müthiş çağrışımlar ihtiva ediyor.
Modern zaman şehirleri ‘hastalıklı bir beden’e dönüşmüş durumda… Şehirde inşa edilen her mekân bedenin organsızlığını artırıyor ve hastalığını azdırıyor.
Güncel bir uygulamaya vurgu yaparak söylersek; şehirlerimize musallat olan “kentsel dönüşüm” denilen kasırga da “organsız beden”lerden ibaret/oluşan bir tümör yığını inşa ediyor…
Urlaşan ve giderek yeni tür urlarla bir “tümör yığını”na dönüşen şehirlerimizi anlatmada “organsız beden” kavramı önemli bir tanımlayıcı niteliğindedir. Külçe şeklinde büyük bir tümör haline gelmiş bedeni düşünün…
Bu beden canlı fakat ruhsuz, kendinden habersiz bir beden…
Modern zaman şehirleri bu şekilde… Canlı fakat ruhsuz…
Sağlıklı organlarıyla bir organizma bütünü olarak hayatiyetini sürdüren beden, giderek organların urlaşmasıyla bütünlüğünü kaybeder ve ‘organsız’ hale gelir.
Bugünkü şehirlerimiz de ‘kendine ait olmayan’ mekânlarla bir bütünlük içinde gözükse de aslında ‘organsız bedenler’ şeklinde varlığını sürdürüyor. Mekânı olmayan, mekân yerine “ur”lardan, tümörlerden oluşan yığının şehir olarak telâkki edilmesi onu ‘organsız beden’den ibaret hale getiriyor.
Kavramı yeniden üreten Deleuze “Kapitalizm ve Şizofreni”de şöyle der: “ Psikanalizin: “Dur, kendini yeniden bul” dediği yerde, biz onun yerine : “Daha devam edelim, daha öteye geçelim, Organsız Beden’imizi bulmadık henüz, kendi benliğimizden verimli şekilde boşanmadık, boşa çıkmadık, azat olmadık.” Anamnezi’nin (mutlak hafıza kaybı) yerine unutmayı koyalım, yorumun yerine deneyi. Organsız Bedenlerinizi bulun. Bunu nasıl yapacağınızı bulun. Bu bir ölüm kalım meselesidir…”
Sanki modern zaman şehirleri de kendisine bu şekilde sesleniyor: “Mekansız şehirlerimizi bulmadık henüz, kendi benliğimizden boşanmadık, azad olmadık. Mekânsız şehirlerinizi bulun. Bütün mekânlarınızı hastalıklı hale getirin ve mekânsız şehir olarak kalın!”
Şehirler o hale geldi ki artık ‘tevhid’ değil ‘tefrik’, yâni kosmos yerine kaos için çılgınca yarışıyor.
Maalesef böylesine olağandışı bir kurguyu bugün şehirlerimiz yaşıyor.
“Mutlak hafıza kaybı”na yol açan bizzat şehirlerimizin bugünkü kaotik hali… Ve onları bu hale getiren şehir yöneticileri, inşa edicileri, mimarlar vs. şehirle birlikte kendilerinin de hafızasız bir yaratık haline geldiklerini anlayamıyorlar…
Modern zaman şehirleri organlarını terk ediyor. Daha doğrusu defediyor. Kendisi de şehir olmaktan çıkıyor.
Bu kaosu en iyi kavramın müellifleri Gilles Deleuze ve Felix Guattari tanımlıyor:
“İnsanlar soruyor, o halde nedir Organsız Beden? – Ama zaten üzerindesinizdir, bir delinin koştuğu, bir körün el yordamıyla izlediği gibi: Çöl gezgini ya da steplerin göçeri. Üzerinde uyuyoruz, yaşamımıza uyanıyoruz, dövüşüyoruz – dövüyor ve dövülüyoruz (ya da kavga ediyor veya kavgaya muhatap oluyoruz) – yerimizi arıyoruz, bilinmedik mutluluklar ve pırıltılı mağlubiyetler tecrübe ediyoruz; üzerinde dahil oluyor ve dahil olunuyoruz; üzerinde seviyoruz…”
“Organsız bedenler” haline gelen şehirlerimizi ve hızla “organsız bedenler” için koşuşturan şehir yöneticilerimizi gördükçe hayat anlamsızlaşıyor…
Kim bilir, belki de “organsız beden” veya “mekânsız şehir” inşa edicilerinin amacı da budur!
Kim söylemişti hatırlamıyorum ama söylediği önemliydi: “Organsız bir bedenin parçası olmak için yanıp tutuşuyoruz!”
Allah böyle bir akıbetten insanları ve şehirlerimizi korusun!
24 Şubat 2013 Pazar
18 Şubat 2013 Pazartesi
“BA’DE HARÂB-ÜL TÜRKİYE!”
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
“Ülkemiz vahim bir şehir ve
kimlik kriziyle karşı karşıya” demenin vakti geçti. Artık şehir krizinin
derinleştiği, krizin kronik bir hal aldığı ve bu halin artık kabullenildiği bir
dönemdeyiz. Tıpkı, yüksek tansiyonla yaşamaya mahkûm bir insanın her an kriz
riski taşıması gibi, şehirlerimiz de bu riski taşıyor. Taşımıyor, yaşıyor. “Yüksek
tansiyon”la yaşamaya mahkûm insanla yüksek tansiyonla yaşamaya mahkûm şehir
arasındaki müştereklik: Her ikisinin de kendilerini sağlıklı zannetmeleri… Bu
halin sonucu ise: Beyin felci…
Günümüzde şehirlerimiz artık
şehir olmaktan, yaşanılabilir olmaktan çıkmış, sadece tek hücreli biyolojik
canlılara mahsus bir barınma mekânından başka bir şey ifade etmez hale
gelmiştir. Devlet aygıtı TOKİ marifetiyle “ıslah” hamlelerinin “ifsat”a
dönüşmesi ve bu halin kronikleşmesi şehirlerimizi içinden çıkılamayacak, belki
birkaç asır sürecek bir “şehir felaketi”ne sürüklemiştir. Bu felâket halen
“kentsel dönüşüm” adı altında hızla devam etmektedir.
1984 yılında “konut ve
kentleşme sorunlarının çözülmesi” amacıyla kurulan TOKİ’nin 29 yıl sonunda kazmasını,
balyozunu vurduğu şehirlerimizde neler yaptığını gördükçe, şehir ve medeniyet
idrakinden yoksunluğun nerelere gidebileceğine şahit oluyoruz.
Ne tür “maraz”ların müsebbibi
olduğu ve “neleri ihya etmeye muktedirken neleri imha ettiği”nin farkında
olmayan bu zihniyetle ülkemizin o müthiş tarihî şehir ve mimarî stoku ve
birikimi yok sayılmış, heba edilmiş, yeni bir form ve muhtevaya
kavuşturulamamıştır. Ne yazık ki son 10 yıldır görülmemiş bir hızla yürütülen
uygulamalarla şehirlerimizin tefessühü daha da derinleşmiştir.
TOKİ, “Planlı kentleşme ve konut üretimi seferberliği kapsamında 81 il ve 800
ilçede 564.606 konut” yaptığını ve bunun “100 bin nüfuslu 22 adet şehir demek” olduğunu iftiharla söylerken,
aslında ürettiklerinin ‘özürlü’lüğü aşmış marazî
yapılar olduğunun da farkında değil. Daha önce de söylediğimiz gibi
TOKİ’nin yaptıklarıyla övünmesi “şecaat
arz ederken sirkatin söyleyen” bir nârâ!... Bitmedi ! TOKİ “ikinci 500 bin
konut üretimi”ni de başlatmış durumda! Bizce bu şu demek: Ülkemiz ikinci bir
marazlı konut dönemine giriyor.
Bu iftiharın sahiplerine ne
diyelim? “Ne yazık ki yaptıklarının farkında bile değiller!” deyip, şifa
dilemekten başka yapacak bir şey yok!
Hep eleştiriyor, tenkit
ediyor, teklif getirmiyor muyuz? Bu konudaki yazılarımıza, özellikle de “Çevre
ve Şehircilik Bakanına Okuma Kılavuzu” başlığı altında yazdığımız 6 uzun yazıya
bakmak, nelere işaret ettiğimizi anlatmaya yeter diye düşünüyoruz.
Bugün ise… Yapılan yoğun
eleştirilerin etkisinden olsa gerek, TOKİ Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden,
yöresel mimariden dem vuruyor…
TOKİ, geçtiğimiz günlerde
yaptığı açıklamada 2013 yılından itibaren inşa edeceği konutlarda ‘yöresel
mimari motifleri’ kullanılacağını söylüyor. Öncelikle 13 şehirde yöresel
mimarideki konut projelerini tamamlayan TOKİ, konutlarda geleneksel Türk mimari
özelliklerine riayet edileceğini,
Anadolu Selçuklu mimarisindeki “taç kapı”ların apartman girişlerinde
uygulanacağını vs. söylüyor. Tıpkı taşra kasabalarında cumhuriyet bayramlarında
altından geçilen “tak”lar gibi… Batı tipi apartmanların girişine doğu tipi
Selçuklu ‘taç kapı’ları! Tam bir arabesk. Buna ancak tebessüm edilir.
Bu açıklamalar yapılan yoğun
eleştirilerden “zevahiri kurtarma”ya
yönelik sıyrılma çabaları mıdır dersiniz.
Biz, mevcut Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve ilgili diğer kurumların kadro ve zihniyetiyle
ciddi bir “şehir imar ve inşası” olabileceğini asla düşünmüyoruz!
Bu açıklamalar ve
hazırlandığı söylenen konut projelerinin şablonların ötesinde bir mana ifade
etmediğini düşünüyoruz.
Soruyoruz:
·
TOKİ’nin 29
yıllık tarihinde, tarihî şehir birikimimize, mimarî stokumuza, tarzımıza,
üslubumuza dair bir tane uluslararası yayını var mı? Aynı şekilde; eski adları
“Bayındırlık ve İskân”, “İmar ve İskân”, şimdiki adı “Çevre ve Şehircilik” olan
bakanlığın yayınladığı bir eser var mı?
·
TOKİ’nin veya
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Medeniyet
Tasavvuru ve Şehir İdrakine
ilişkin manifesto çapında bir metni- kitabî muhtevası var mı?
·
TOKİ veya Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’in farkında
mıdır? Gerek yapı gerekse de kitabî eserlerine ilişkin bir değerlendirmesi,
çalışması var mı?
·
TOKİ şimdi “Selçuklu
ve Osmanlı konut tarzı”na yönelik konutlar inşa edeceğini söylerken bu konuda
hangi literatürü taramış ve hangi sonuçlara ulaşmıştır?
Bu soruların cevabını verebilecek
bir TOKİ zihniyeti ve Şehircilik Bakanlığımızın olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü bu
sorulara cevap verebilmek için öncelikle dünya
görüşü, medeniyet tasavvuru ve şehir
idrakinin olması gerekir.
TOKİ’nin açıklamaları ve
hazırladığını söylediği projelere itibar etmediğimizi ifade ederek, o tarihî
cümleyi tekrarlayalım: “BA’DE HARÂB-ÜL BASRA!” Yâni, “Basra harâb olduktan sonra!”
Atasözü haline gelmiş bu cümle
idrakleri donduruyor, şehirlerimizin ne hale getirildiğini, hicranla, hüzünle,
acıyla ifade ediyor.
Sözün burasında Prof.
Sadettin Ökten’i dinleyelim: “Biz hep
‘şehir, insanı dönüştürür’ algısıyla konuşuyoruz. Ama esasında usta şehri
kuran, kurulmuş bir şehri dönüştüren bir medeniyet telakkisi olması lazım. Şu
anda bizde o yok… Orası aşınmış vaziyette, onun yerine yarım yamalak kapitalist
bir dünya görüşü var… Şu anda bir şey yapamasak bile en azından olayın farkına
varalım. Bir medeniyet telakkisine sahip olmaya doğru gidiyoruz. Belki olursa,
ama bu Osmanlı’nın tekrarı olmayacak. Osmanlı’dan kök alan yeni bir medeniyet
telakkisi olacak, o zaman şehri yeniden inşa edebiliriz. Bize devrolunan
emaneti yeniden üreterek hayata geçirebiliriz. Onun dışında bu halle ne şehir
kurulabilir, ne de kendilerine emanet olunan şahsiyetli bir şehir korunabilir.
Tarumar ederler…”
Ökten’in “Bir medeniyet telakkisine sahip
olmaya doğru gidiyoruz” sözünü “Bir medeniyet telakkisinden
uzaklaşıyoruz!” şeklinde dönüştürelim ve
şöyle soralım:
TOKİ’nin “100
bin nüfuslu 22 şehir” ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “Kentsel
Dönüşüm”lerini gördükten sonra “BA’DE
HARÂB-ÜL TÜRKİYE!” demekte haksız mıyız?
12 Şubat 2013 Salı
AKYAZI “OLİMPOSU” HIZLA YÜKSELİYOR… -tedavisi gayr-i kabil bir şehir hastalığı üzerine-
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
duzenliyahya@gmail.com
Bir yazımızda “İhdas
kapasitesi yüksek şehirlerin ifsat kapasitesi de yüksektir” demiş ve “futbol”un
bazı tarihî şehirlerimizde “makul sınırları aşmış” biçimde bir bumerang veya şehre
radyasyon yağdıran bulutlar gibi şehri kuşattığına vurgu yapmıştım. İlginçtir
ki futbol, özellikle Trabzon gibi kadîm medeniyet şehirlerinde hayatiyetin tek
sebebi olmuştur.
Modern zamanlarda bir şehrin
ifsadına en bariz örnek “Trabzon ve futbol”dur. Trabzon ihdas kapasitesiyle öne
çıkan bir şehir olmak yerine futbolla özdeşleştirilmiş ismiyle kendinden bahsettirmeye
devam ettikçe hiçbir ihdas, yâni “değer ortaya çıkarma, değer oluşturma” gücüne
kavuşamayacaktır. Nitekim durumu ortada… İşin bir diğer yönü; bütün bir şehir
futbola kilitlenmesine rağmen, futbolunun hali de ortada…
Trabzon, ‘futbola endeksli varoluşu’nda,
“dünya kenti”, “spor kenti”, “marka şehir” gibi yapay-yapıştırma vasıflardan
sonra şimdi de en son sahip olduğu “Olimpiyatlar Şehri” unvanına layık(!) olmak
için var gücüyle çaba gösteriyor.
Önce “2011 Avrupa Gençlik
Olimpiyatları”, sonra 2012 “Türk-İslam Dünyası Mühendislik-Mimarlık ve
Şehircilik Olimpiyatları”yla Trabzon, ‘anakronik’ biçimde eski Yunan sitesinin
olimpik geleneklerini sürdürme yarışına girmiş gibi… Kimbilir belki de antik
yunan kentlerinden çok daha önce olimpiyat kenti olma hakkını ve vasfını
kazanmış bir kenttir (!)
Tabii bu ‘kerameti kendinden
menkul’ bir unvan. Bu vasfına uygun sun’i bir temel elbette bulunabilir. Bakarsınız
bir arkeolog grubu görevlendirilir, Trabzon’un yükseklerinde yayla veya
ormanlarında antik bir “olimpiyat meş’alesi” bile bulabilirler, antik Yunan ve
Latince olimpiyat kitabelerine bile rastlayabilirler (!)
Olimpiyatların antik tarihine
ilişkin kısa bir ansiklopedik malumat aktaralım da şehrimizin nasıl bir
etkinliğe sahne olduğunu daha iyi anlayalım:
Elde kesin bilgi olmamakla beraber,
mitolojiye göre ilk olimpiyat oyunları Olimpiya Kralı kahraman Pelops’a kurbanların
sunulmasıyla başlar. Hristiyan Yunanlı düşünür Titus Flavius Clemens
Olimpiyat oyunlarının “Pelops’un ruhuna sunulan armağanlardan başka bir şey olmadığı”nı
söyler.
Başka bir efsaneye göre ise mitolojik
kahraman Herakles’in Olimpiya’da bir oyunu kazanmasıyla, bir diğer efsanede ise
Antik Yunan tanrılarının en büyüğü olan Zeus’un Titan Kronos karşısında aldığı
yenilgiden sonra doğduğu şeklindedir. Bazı kaynaklarda ise Elis Kralı İfitos’un
M.Ö. 9. Yy.da halkını savaştan korumak için kâhin Pythia’ya giderek danıştığı ve
onun da “tanrılar onuruna oyunlar düzenleyerek onların rızasını kazanmasını
önerdiği” ifade edilir. Olimpiyat oyunları tanrıların yaşadığına inanılan dağın
adı olan Olimpiya Dağı’nda düzenlenir.”
Yâni anlayacağınız olimpiyatların
kökeni putperest “dinî bir ritüel” olarak başlamış ve halen devam ediyor…
“Olimpiyat Şehri Trabzon” ifadesine
gelirsek, herhalde bir akl-ı evvel’in yeni ve muhteşem bir buluşu olarak
benimsenmiş olsa gerek.
Olimpiyatlar için ayrılan bütçenin,
uğruna yapılan harcamaların hiç önemi yok. Yeter ki Trabzon’a “Olimpiyat Şehri”
etiketi yapıştırılsın.
Gelelim “Olimpiyatlar Şehri”nin en
büyük “kutsal mekânı”na…
“Akyazı Stadyumu”ndan bahsediyoruz…
Olimpiyatlara uygun bir isimlendirme ile “AKYAZI OLİMPOSU” veya “AKYAZI
SUNAĞI”… Öyle ya şehrin bütün enerjisinin biriktiği 11 mitolojik yaratığın
mekânı olacak AKYAZI OLİMPOSU…
40 bin kişilik Akyazı Stadyumu veya
Akyazı Olimposu için yapılan dolgunun tamamlandığı ve ihalenin de bu yıl ortalarında yapılacağı
Belediye Başkanı tarafından “müjdeleniyor”.
Bir şehrin bütün enerjisini ısrarla
stadyuma yönlendiren ve bunu büyük ölçüde başaranları tebrik (!) etmek
gerekiyor. Hele de Trabzon insanı gibi heyecanı yüksek bir potansiyeli stadyuma
hapsettikleri için tebrik üstüne tebrik etmeli…
Hiç kimse katılmasa da, bizce hem
Olimpiyatlara hem de AKYAZI OLİMPOSU’na harcanan kaynağa yazık… Ancak, bütün
duyargaları futbolla virüslenmiş bir şehre bunu anlatmak mümkün değil…
Şehrin medeniyet damarlarının yeniden
canlanmasının önünde en büyük engel olan ‘futbol tutkusu’nun bir türlü
normalleşemediği Trabzon’u siyasiler, şehir yöneticileri, kültür-sanat
çevreleri, ticaret ve sanayi kuruluşlarının hep birlikte “futbol”la
özdeşleştirmeleri ve şehrin futbolla sembolleştirilmesi modern zaman
hastalıklarının en belirginlerinden birisidir.
Şehirde sportif bir eylemi aşmış,
nevrotik bir hal almış olan futbola yönlendirilen insan ve diğer kaynakların
kimlerce “yönetildiği” de işin ayrı bir yönü.
Peki, Trabzon futbolla ne kazanmıştır?
Futboldan ne kazanmıştır? Sinir uçlarının daha çok elektriklenmesinden başka
hiçbir şey. Şüphesiz birileri futbolun şehirdeki
bu yüksek itibarından nemalanmış, isimleri ve kasaları pay almıştır.
Kimliği, şahsiyeti, bütün değerleri
futbola indirgenmiş, futbola endekslenmiş bir şehrin geleceğinden endişe
etmiyoruz, geleceğini kaybettiğini düşünüyoruz.
Ne yazık ki, bu zihniyet şehrin
kimyasını etkiledikçe şehrin ruh köküne çöken bu tortular şehrin geleceğini tüketmeye
devam edecektir.
Kim ne düşünürse düşünsün; enerjisini doğru
istikamete yöneltmeyi başarabildiği ölçüde Trabzon kendine ve
geleceğine sahip çıkabilir diye düşünüyoruz.
Medeniyet şehirlerine musallat,
tedavisi gayr-i kabil bu bulaşıcı hastalıklara parmak basmaya zaman zaman devam
edeceğiz.
5 Şubat 2013 Salı
ŞEHİR: TASARLANMIŞ BİR HAPİSHANE...
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Yaşadığımız şehrin ‘yaşamamamız gereken şehir’ olduğuna dair bir his sahibi miyiz? Şöyle de sorabiliriz: “Yaşamamız gereken şehirde yaşama irademiz var mı? Bu soruya doğrudan evet veya hayır demek mümkün değil. Çünkü insanın doğduğu yere ilişkin iradî bir tercihi sözkonusu değil. Ancak, kendini ve çevresini idrak etmesiyle “fark”ına vardığı yâni “ayırt etme özelliğine sahip olduğu” andan itibaren bir iradî tercihten söz edebiliriz. O ana kadar şehir kendisini çevreleyen, kuşatan bir hisardır adeta. O’nu içinde şekillendiren, kendisine tercih hakkı vermeyen bir ‘belirleyici’dir. Bir anlamda, o şehre mahkûmdur. Yaşadığı şehir ‘yaşamaya mecbur ve mahkûm olduğu’ şehirdir. Şehir onun kimlik, değer, aidiyet kalıplarını oluşturan, ona direnemeyeceği hâkim bir güçtür. Bu gücün ister farkında olun ister olmayın, sizin üzerinizde mutlak bir otorite ve denetimi vardır. Onu kabullenirken de, ona direnirken de onun gücünü tahkim ediyorsunuz.
O halde insan, kendi imal ve inşa ettiğinin mahkûmu mudur? Eseri önünde çaresiz insan, eserinin elinde sadece bir araçtan mı ibarettir ?
Bir İngiliz romancı “Kokain Geceleri” isimli romanında modern zaman şehirlerinin insanın “yaşaması gereken yerler” olmadığına işaret ederken “Karayibler’in ve Hawaii adalarının sahilleri gibi, gezmeyle ya da dinlenmeyle hiçbir ilgisinin olmadığını, özellikle tasarlanmış bir tür hapishane olduğunu hissettim” diyor.
İşte bu “his”se sahip olduğunuz an, şehrin ruhunu hissediyorsunuz demektir. Kasvete veya huzura davet ruhunu…
Modern zaman şehirleri işte böylesine bir “tasarlanmış hapishane” haline gelmiş durumda. Daha da kötüsü şu ki; kadîm şehirlerin coğrafyası ve mekânları tahrip edile edile ‘protez yaratıklar’ haline geldiklerini, insanın da bu mekânlara mahkûm ‘protez varlık’ olarak metalik bir hayatın parçası olduğunu söylemek hiç de abartılı olmasa gerek.
Kadîm zamanlarda “insan elinin değmesiyle” tabiat imar ve ihya edilerek, insana özgü ‘yaşanmaya değer’ bir hayat sunarken; modern zamanlarda “insan eli” her şeyi imhaya, yıkıma, yok oluşa götürüyor. Şehir insanı parçalayan, atomize eden bir bumerang. İnsanın şehir inşa etme adına yaptığı her şey kendisini tahribe memur bir bumerang gibi geri dönüp onu imha edeceği anı bekliyor.
İnsan, geçmişi ve geleceği olmayan, bugüne mahkûm bir zaman dışılığı yaşadığı modern zaman şehirlerinde “hayat adını verdiği zannın” acı döngüsünde varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Kendisi için şehir adı verilen “hapishaneyi” tasarlayıp inşa eden insanın bu hapishaneden çıksa da başka bir hapishaneye mecbur ve mahkûm olmadığı söylenebilir mi? Ancak, içinde yaşadığı hapishanenin farkına vardığı an anesteziden çıkıyormuşçasına şehrin ve varlığının idrakinde olabilir. Yoksa tıpkı mitolojide anlatıldığı gibi, sırtındaki kayayı tepeye çıkaracakken her seferinde aşağı yuvarlamaya mahkûm edilmiş Sisyphos gibi azabı devam edecek.
Şehre anlam ve işlev kazandıran insanın bakışı ve idrakidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap şehrin varoluşunu anlamlı kılar.
Yaşadığımız şehrin “tasarlanmış bir hapishane” olmaması için ne yapıyoruz, ne yapılıyor? Kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, olimpiyat kenti, Avrupa kenti… gibi komplekslerle kapandığımız “hapishane şehir”de hafızamız da harekete geçemiyor.
Bir kere de “Ya her şeyi hatırlarsa? O zaman ne olacak?” diye soralım ve cevap arayalım?
İnsan… Hatırlayabilecek mi?
Üstad Necip Fazıl, modern zaman şehirlerinin boğuculuğu ve kasvetini derinden hissederek “Dağlarda şarkı söyle” şiirinde;
“Uzansan, göğe ersen.
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!” der. Gene Üstad “Şehirlerin Dışından” başlıklı şiirinde derinden hissettiği şehre dair şu mısraları yazar:
“Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler! ;
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!”
Büyük fikir adamı ve âriflerin söze ve mısralara döktükleri hislerini kavrayabiliyorsak yaşadığımız şehrin nasıl bir hapishane olduğunu da anlıyabiliyoruz demektir.
duzenliyahya@gmail.com
Yaşadığımız şehrin ‘yaşamamamız gereken şehir’ olduğuna dair bir his sahibi miyiz? Şöyle de sorabiliriz: “Yaşamamız gereken şehirde yaşama irademiz var mı? Bu soruya doğrudan evet veya hayır demek mümkün değil. Çünkü insanın doğduğu yere ilişkin iradî bir tercihi sözkonusu değil. Ancak, kendini ve çevresini idrak etmesiyle “fark”ına vardığı yâni “ayırt etme özelliğine sahip olduğu” andan itibaren bir iradî tercihten söz edebiliriz. O ana kadar şehir kendisini çevreleyen, kuşatan bir hisardır adeta. O’nu içinde şekillendiren, kendisine tercih hakkı vermeyen bir ‘belirleyici’dir. Bir anlamda, o şehre mahkûmdur. Yaşadığı şehir ‘yaşamaya mecbur ve mahkûm olduğu’ şehirdir. Şehir onun kimlik, değer, aidiyet kalıplarını oluşturan, ona direnemeyeceği hâkim bir güçtür. Bu gücün ister farkında olun ister olmayın, sizin üzerinizde mutlak bir otorite ve denetimi vardır. Onu kabullenirken de, ona direnirken de onun gücünü tahkim ediyorsunuz.
O halde insan, kendi imal ve inşa ettiğinin mahkûmu mudur? Eseri önünde çaresiz insan, eserinin elinde sadece bir araçtan mı ibarettir ?
Bir İngiliz romancı “Kokain Geceleri” isimli romanında modern zaman şehirlerinin insanın “yaşaması gereken yerler” olmadığına işaret ederken “Karayibler’in ve Hawaii adalarının sahilleri gibi, gezmeyle ya da dinlenmeyle hiçbir ilgisinin olmadığını, özellikle tasarlanmış bir tür hapishane olduğunu hissettim” diyor.
İşte bu “his”se sahip olduğunuz an, şehrin ruhunu hissediyorsunuz demektir. Kasvete veya huzura davet ruhunu…
Modern zaman şehirleri işte böylesine bir “tasarlanmış hapishane” haline gelmiş durumda. Daha da kötüsü şu ki; kadîm şehirlerin coğrafyası ve mekânları tahrip edile edile ‘protez yaratıklar’ haline geldiklerini, insanın da bu mekânlara mahkûm ‘protez varlık’ olarak metalik bir hayatın parçası olduğunu söylemek hiç de abartılı olmasa gerek.
Kadîm zamanlarda “insan elinin değmesiyle” tabiat imar ve ihya edilerek, insana özgü ‘yaşanmaya değer’ bir hayat sunarken; modern zamanlarda “insan eli” her şeyi imhaya, yıkıma, yok oluşa götürüyor. Şehir insanı parçalayan, atomize eden bir bumerang. İnsanın şehir inşa etme adına yaptığı her şey kendisini tahribe memur bir bumerang gibi geri dönüp onu imha edeceği anı bekliyor.
İnsan, geçmişi ve geleceği olmayan, bugüne mahkûm bir zaman dışılığı yaşadığı modern zaman şehirlerinde “hayat adını verdiği zannın” acı döngüsünde varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Kendisi için şehir adı verilen “hapishaneyi” tasarlayıp inşa eden insanın bu hapishaneden çıksa da başka bir hapishaneye mecbur ve mahkûm olmadığı söylenebilir mi? Ancak, içinde yaşadığı hapishanenin farkına vardığı an anesteziden çıkıyormuşçasına şehrin ve varlığının idrakinde olabilir. Yoksa tıpkı mitolojide anlatıldığı gibi, sırtındaki kayayı tepeye çıkaracakken her seferinde aşağı yuvarlamaya mahkûm edilmiş Sisyphos gibi azabı devam edecek.
Şehre anlam ve işlev kazandıran insanın bakışı ve idrakidir. İnsanın şehri “nasıl” gördüğü ve şehirde “niçin” bulunduğuna verilecek cevap şehrin varoluşunu anlamlı kılar.
Yaşadığımız şehrin “tasarlanmış bir hapishane” olmaması için ne yapıyoruz, ne yapılıyor? Kentsel dönüşüm, marka şehir, dünya kenti, olimpiyat kenti, Avrupa kenti… gibi komplekslerle kapandığımız “hapishane şehir”de hafızamız da harekete geçemiyor.
Bir kere de “Ya her şeyi hatırlarsa? O zaman ne olacak?” diye soralım ve cevap arayalım?
İnsan… Hatırlayabilecek mi?
Üstad Necip Fazıl, modern zaman şehirlerinin boğuculuğu ve kasvetini derinden hissederek “Dağlarda şarkı söyle” şiirinde;
“Uzansan, göğe ersen.
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!” der. Gene Üstad “Şehirlerin Dışından” başlıklı şiirinde derinden hissettiği şehre dair şu mısraları yazar:
“Böyle geçer ömrümüz,
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler! ;
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!”
Büyük fikir adamı ve âriflerin söze ve mısralara döktükleri hislerini kavrayabiliyorsak yaşadığımız şehrin nasıl bir hapishane olduğunu da anlıyabiliyoruz demektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)