18 Haziran 2013 Salı

FANÎLİK İDRAKİ, İHTİŞAM VE ŞEHİR…


Yahya Düzenli
Hz. Peygamber’in “Şehirlerinizi ihtişamlı, mescitlerinizi sade inşa edeniz!” ölçüsündeki vurgu şehirlerin kalıcılığa mı yoksa fâniliğe mi işaret ediyor? Dünyanın “fani”liği bilindiğine göre; üzerinde inşa edilen her şeyin de geçici, yıkılabilir, değişebilir olduğuna göre bu ‘mutlak ölçü’deki “İhtişamlı yapın” ifadesini nasıl yorumlamak gerekiyor? Bu Peygamber ölçüsü, birçok çağrışımları olmakla birlikte “ihtişamın bile faniliği”ne bir hatırlatma mıdır? Veyahut “fânilik idraki içerisinde ihtişam”ın da insanî bir ihtiyaç ve değer olduğuna da vurgu yapar diyebilir miyiz?
 
 
Binlerce yıllık antik eserlerin yıkılmaya yüz tutmuş diliyle adeta “benden ibret alın” dercesine ayakta kalmaya çalışan parçaları bile bir zamanların “ihtişam”ının sonuçta nasıl bir ‘sefalet’le sonuçlanacağını göstermiyor mu? Yeryüzünde ebediyet ve ölümsüzlük alameti olarak Firavunların inşa ettiği Piramitler bile zamana mukavemette ne kadar dayanabildi, dayanabiliyor?
 
 
Zaman, bütün intişamları, bütün eşyayı, malzemeyi parçalayan, öğüten en önemli araçtır. Çünkü zaman, mekân ve inşa “dünya görüşü” ve medeniyet tasavvuruyla alâkalıdır.
 
 
Merhum muhakkik mimar Turgut Cansever, bu manada kendisine sorulan “30 sene ömürle kısıtlı bir yapıyı bir mimar düşünebilir mi, yoksa zaten ebediyen kalacak şekilde mi düşünmek durumundadır?” sorusuna şehirle ilgili önemli bir ontolojik cevap veriyor: “Bütün insanlık tarihinde iki temel yaklaşım var. Ebedîlik peşinde koşan firavunlar biçimleriyle, yapı teknikleriyle ebediyyen orada kalacak yapılar tasavvur ediyorlar. Cengiz Han ise bütün şehirleri yıkıyor. Cengiz Han ve oğullarının şehirleri yıkmasının sebebi, donmuş bir dünyanın insanlara ve başka nesillere hükmetmesi ve onları esir alması manasına geldiğini düşünmelerinden; statik ne varsa hepsini yok etmeye çalışıyorlar.
 
Firavun’ların ebedîlik ihtirasının ürünü “yapı”larla, Cengiz Han’ın “yıkım”ı arasında bir fark var mı?
 
Cansever, peşinden sorulan “o zaman mimarlık tanımı gereği firavun’lara daha mı yakın?” sorusuna “Hayır!” cevabını vererek, Anadolu’daki ev” tarzlarına ilişkin ince bir ayrıntıyı örnek gösteriyor: “Çok iyi biliyoruz ki, ev planları bazen bir, iki asır devam ediyor Anadolu’da. Pencere standartları, bütün bir kasabada, hatta imparatorlukta, Mostar’daki pencerelerle Safranbolu’daki yahut Denizli’deki pencereler birbirinin aynı. Bütün bir kültür bütünlüğünde pencereden alınan tad müşterek oluyor. Bu, binanın içiyle dışı arasındaki ilişkinin ortak bakış açılarına dayandırılması demek oluyor.”
 
Cansever’in her iki cevabı şehir idrakinin, medeniyet dilinin, estetiğinin, zevkinin kaybedilmediği bir dünyada, “dünya görüşü”nün farklı coğrafyalarda da “yaşama biçimi”ni nasıl bir “müşterek zevk” havzasına oturttuğuna işaret ediyor. “Osmanlı dünyasında ise her şey çok daha yavaş, çok daha planlı, ama sürekli hareket halinde…” diyen Cansever, “bizim” şehirlerimizin önemli bir ilkesini hatırlatıyor: “sürekli hareket.”
 
Cansever açıklamalarının devamında modern zaman şehirlerinin kibirli ihtişamına ilişkin de şöyle konuşuyor: “Modern dünyada hakikaten unutulmuş olan şey, bu çevre dizaynı meselesi. Amerikan şehirlerinin merkez alanlarına baktığınız zaman, kimse yanındakiyle ahenk kurmaya çalışmıyor, yalnızca yanındakinden daha etkili olmaya bakıyor. Tabii bunun açıkça başka bir sosyal ve ekonomik sebebi var. Bu binaların hepsi, sermayenin yahut idarî organizasyonların güçlerini ispat etmek için öyle yapılıyor.”
 
Cansever’in 30 yıl önce söylediği ve verdiği örneği uzaklarda aramaya gerek yok. Yaşadığımız şehrin “dünya kenti”, “marka kent”, “Avrupa kenti” kompleksleri ve “metropol özentisi ve taklidî”yle ne hale getirildiğine bakmak yeterli !
 
Tek belirleyici “güç şehveti” ve “kâr hırsı”!
 
Cansever’in söylediklerini anlayabilmek için derin bir tarih, şehir ve medeniyet algısı gerekiyor. Yahut da sadece yaşadığımız şehre bakmak yeterli. Eğer bakabilir ve görebilirsek; şehirlerimizin özellikle tanzimattan bu tarafa ters bir “makas değiştirmesi”yle nasıl bir köksüzleşme, savrulma, bozulma, yabancılaşma kaosunda çırpındığını görebileceğiz.
 
Firavunlar “ne yaptıkları”nı biliyorlar, yaptıklarının “neye sebep olacağını” hesap ediyorlardı. Cengiz Han da “neyi yıktığını” ve yıktıklarının nasıl bir sonuç doğuracağını da hesap etmişti.
 
Biz ise, neyi niçin yapacağını, neyi niçin yıkacağını belirleyen bir “dünya görüşü ve medeniyet tasavvuru”ndan mahrum olmanın idraksizliğiyle yakalandığımız anaforda çırpınıp duruyoruz.
 
İhtişamın fanîliği ve aczi hatırlatmadığı şehirlerin kaosuna öylesine alıştık ki Eflatun’un mağarasındaki mahkûmlardan farkımız yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder