Yahya Düzenli
Hz. Peygamber’in “Şehirlerinizi ihtişamlı, mescitlerinizi
sade inşa edeniz!” ölçüsündeki vurgu şehirlerin kalıcılığa mı yoksa
fâniliğe mi işaret ediyor? Dünyanın “fani”liği bilindiğine göre; üzerinde inşa
edilen her şeyin de geçici, yıkılabilir, değişebilir olduğuna göre bu ‘mutlak ölçü’deki
“İhtişamlı yapın” ifadesini nasıl yorumlamak gerekiyor? Bu Peygamber ölçüsü, birçok
çağrışımları olmakla birlikte “ihtişamın bile faniliği”ne bir hatırlatma mıdır?
Veyahut “fânilik idraki içerisinde
ihtişam”ın da insanî bir ihtiyaç ve değer olduğuna da vurgu yapar diyebilir
miyiz?
Binlerce yıllık antik
eserlerin yıkılmaya yüz tutmuş diliyle adeta “benden ibret alın” dercesine ayakta kalmaya çalışan parçaları bile
bir zamanların “ihtişam”ının sonuçta nasıl bir ‘sefalet’le sonuçlanacağını
göstermiyor mu? Yeryüzünde ebediyet ve ölümsüzlük alameti olarak Firavunların
inşa ettiği Piramitler bile zamana mukavemette ne kadar dayanabildi, dayanabiliyor?
Zaman, bütün
intişamları, bütün eşyayı, malzemeyi parçalayan, öğüten en önemli araçtır. Çünkü
zaman, mekân ve inşa “dünya görüşü” ve medeniyet tasavvuruyla alâkalıdır.
Merhum muhakkik
mimar Turgut Cansever, bu manada kendisine sorulan “30 sene ömürle kısıtlı bir yapıyı bir mimar düşünebilir mi, yoksa
zaten ebediyen kalacak şekilde mi düşünmek durumundadır?” sorusuna şehirle
ilgili önemli bir ontolojik cevap veriyor: “Bütün
insanlık tarihinde iki temel yaklaşım var. Ebedîlik peşinde koşan firavunlar
biçimleriyle, yapı teknikleriyle ebediyyen orada kalacak yapılar tasavvur
ediyorlar. Cengiz Han ise bütün şehirleri yıkıyor. Cengiz Han ve oğullarının
şehirleri yıkmasının sebebi, donmuş bir dünyanın insanlara ve başka nesillere
hükmetmesi ve onları esir alması manasına geldiğini düşünmelerinden; statik ne
varsa hepsini yok etmeye çalışıyorlar.
Firavun’ların
ebedîlik ihtirasının ürünü “yapı”larla, Cengiz Han’ın “yıkım”ı arasında bir
fark var mı?
Cansever, peşinden
sorulan “o zaman mimarlık tanımı gereği
firavun’lara daha mı yakın?” sorusuna “Hayır!”
cevabını vererek, Anadolu’daki ev” tarzlarına ilişkin ince bir ayrıntıyı örnek
gösteriyor: “Çok iyi biliyoruz ki, ev
planları bazen bir, iki asır devam ediyor Anadolu’da. Pencere standartları,
bütün bir kasabada, hatta imparatorlukta, Mostar’daki pencerelerle Safranbolu’daki
yahut Denizli’deki pencereler birbirinin aynı. Bütün bir kültür bütünlüğünde
pencereden alınan tad müşterek oluyor. Bu, binanın içiyle dışı arasındaki
ilişkinin ortak bakış açılarına dayandırılması demek oluyor.”
Cansever’in her iki
cevabı şehir idrakinin, medeniyet dilinin, estetiğinin, zevkinin kaybedilmediği
bir dünyada, “dünya görüşü”nün farklı coğrafyalarda da “yaşama biçimi”ni nasıl
bir “müşterek zevk” havzasına oturttuğuna işaret ediyor. “Osmanlı dünyasında ise her şey çok daha yavaş, çok daha planlı, ama
sürekli hareket halinde…” diyen Cansever, “bizim” şehirlerimizin önemli bir
ilkesini hatırlatıyor: “sürekli hareket.”
Cansever
açıklamalarının devamında modern zaman şehirlerinin kibirli ihtişamına ilişkin
de şöyle konuşuyor: “Modern dünyada
hakikaten unutulmuş olan şey, bu çevre dizaynı meselesi. Amerikan şehirlerinin
merkez alanlarına baktığınız zaman, kimse yanındakiyle ahenk kurmaya
çalışmıyor, yalnızca yanındakinden daha etkili olmaya bakıyor. Tabii bunun
açıkça başka bir sosyal ve ekonomik sebebi var. Bu binaların hepsi, sermayenin yahut
idarî organizasyonların güçlerini ispat etmek için öyle yapılıyor.”
Cansever’in 30 yıl
önce söylediği ve verdiği örneği uzaklarda aramaya gerek yok. Yaşadığımız
şehrin “dünya kenti”, “marka kent”, “Avrupa kenti” kompleksleri ve “metropol
özentisi ve taklidî”yle ne hale getirildiğine bakmak yeterli !
Tek belirleyici “güç
şehveti” ve “kâr hırsı”!
Cansever’in
söylediklerini anlayabilmek için derin bir tarih, şehir ve medeniyet algısı
gerekiyor. Yahut da sadece yaşadığımız şehre bakmak yeterli. Eğer bakabilir ve
görebilirsek; şehirlerimizin özellikle tanzimattan bu tarafa ters bir “makas
değiştirmesi”yle nasıl bir köksüzleşme, savrulma, bozulma, yabancılaşma
kaosunda çırpındığını görebileceğiz.
Firavunlar “ne
yaptıkları”nı biliyorlar, yaptıklarının “neye sebep olacağını” hesap
ediyorlardı. Cengiz Han da “neyi yıktığını” ve yıktıklarının nasıl bir sonuç
doğuracağını da hesap etmişti.
Biz ise, neyi niçin
yapacağını, neyi niçin yıkacağını belirleyen bir “dünya görüşü ve medeniyet
tasavvuru”ndan mahrum olmanın idraksizliğiyle yakalandığımız anaforda çırpınıp
duruyoruz.
İhtişamın fanîliği
ve aczi hatırlatmadığı şehirlerin kaosuna öylesine alıştık ki Eflatun’un mağarasındaki
mahkûmlardan farkımız yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder