duzenliyahya@gmail.com
Geçtiğimiz Mayıs ayında Ankara’da Vakıflar
Genel Müdürlüğü’nce organize edilen “Vakıf Haftası”nın açılışında Prof. Dr. Sadettin
Ökten “Vakıf Müessesesi ve Osmanlı Şehirleri” konulu bir konferans verdi.
Ökten’in son yıllarda şehir ve medeniyet tasavvuru konusuna ısrarla vurgu yapan
konuşmaları, söyleşileri ilgi ile takip edilmesine rağmen, söz konusu konferans
ne yazık ki gerçek muhataplarını bulamadı. Toplantıda ‘mecburen’ bulunması
gereken bürokratlar ve akademisyenler ile bazı meraklılar dışında Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TOKİ ve özellikle
de başta İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere belediyeler ile
diğer kurumlardan hiç bir ilgilinin bulunmaması dikkat çekiciydi.
Vakıf ve Şehir gibi iki önemli tarihî ve
güncel konuda “mütebahhir” bir ilim adamının konuşmasını dinlemeye tenezzül
veya tahammül etmeyecek kadar ilgisiz olmak nasıl izah edilebilir bilemiyorum. Konferansın
her cümlesi “vakıf, şehir ve medeniyet” olarak neleri kaybettiğimize,
dolayısıyla “nelere yeniden sahip olmamız gerektiğine” ilişkin manifesto
niteliğindeydi.
“Medeniyet tasavvuru”nun Osmanlı dünyasında
insanla, şehirle ve vakıfla münasebetine dair
Ökten’in ‘Açılış Bildirisi’ niteliğindeki konferansından sondajlama
aldığımız paragrafları aktaralım:
“Osmanlı
kültüründe, Osmanlı müesseselerinin yapılışında, hayata geçirilişinde esas
unsur, gözden kaybettiğimiz esas unsur, fail insan. Bir tip Osmanlı insanı var.
Bu insan Müslüman. Müslümanlığı bugün anladığımız kapitalist dünyanın ağır
baskısı altında sadece dar çerçevede kullanmıyorum. Hayata bakış itibariyle,
tercihleri itibariyle, elindeki imkânları tasarruf etmesi itibariyle kendisine
bazı ölçütler verilen ve bunları uygulayan insan olarak söylüyorum. Bu
müesseseyi kuran ve bu şehri, bu müessese yardımı ile ayağa kaldıran insan
Osmanlı insanı, dolayısıyla bu iki kurum bu insan sayesinde var.
Vakıf
müessesesi Osmanlı şehrini kuruyor. Unutulmaması gereken husus bu şehri ve bu
müesseseyi kuran ve yaşatan unsurun insan olması. Fakat burada şöyle bir hadise
var: Bir başlangıç ivmesi veriliyor hadiseye. Mesela bu başlangıç ivmesini
Sultan Fatih vermiş. Bu ivmenin arkasından kurulan vakıf müessesesi ve ona
dayanarak ortaya çıkan şehir, o şehir bu insanı tekrar üretiyor. Ama Osmanlı
insanının desteği olmasa o şehrin devam etmesi, yaşaması ve o tip insanı
üretmesi mümkün değil. Bunu nereden çok net görüyoruz? Bunu modernleşen
Türkiye’nin simge şehri olan İstanbul üzerindeki etkisinden çok iyi görüyoruz. Benim yaş itibariyle, muhit
itibariyle, çevre itibariyle, aile itibariyle hatırladığım, bildiğim, denediğim
eski İstanbul artık yok. Neden yok? Çünkü o eski İstanbul insanı yok. “Yeni gün
yeni rızık” diyen, “rızkun cedid yevmun cedid” diyen ve bunu gerçek manada
söyleyen Rezzak-ı alemin rızkına talip olan ve onunla yetinen İstanbul insanı
olmadığı için o mekânlar da artık yok. İstanbul şehrinde şu anda o mânâ da yok.”
Modernitenin insan, varlık ve medeniyet
telakkisine dair de şunları söylüyor Ökten:
“Modernitenin
insanı varlık, dünya ve rekabet üzerine bir medeniyet tasavvuru kurmuş. Vakıf
sisteminin insanı ise hizmet üzerine, merhamet üzerine bir medeniyet tasarımı
kurmuş. Birisinin ürünü New York metropolü, diğerinin ürünü burada gördüğünüz
eserler ve toplumsal yapı. Dolayısıyla şimdi New York’u Türkiye’ye taşıdığımız
zaman kuru bir şehir değil, bir zihniyet taşınıyor Türkiye’ye. Sadece bina
taşınmıyor, sadece cadde taşınmıyor. “
“Bir
medeniyet tasavvurunun hayata geçmesi, görünür hale gelmesi insan davranışlarında
fark edilir, hissedilir. Ayırıcı olarak tanımlanması için bu tasavvurun
aksiyonlara intikal etmesi lazım. Bu aksiyonların da en komplike, en kompoze,
en üst, en rafine hali şehirlerde görülüyor. Kırsalda da aksiyon var, hiç yok
değil. Ama orda çok sade, çok net, çok naif aksiyonlar var, çok hoş ama şehir
insan varlığının, o toplumsal yapının bütün öğelerinin katkıda bulunduğu bir
üst aksiyon, bir sahne.”
“…Ve her
medeniyet tasavvuru kendi simge şehirlerini kuruyor. Simge şehirlerden söz
ettiğiniz zaman hemen bir tanesini söyleyelim. Mesela modern Fransa’nın simge
şehri Paris. Modern Amerika’nın simge şehri New York. İtalya’nın simge şehri
Roma. İslam uygarlığının iki tane simge şehri var; bunlardan bir tanesi Bağdat.
Ortaçağ İslam uygarlığı’nın en parlak dönemi. Kutsal şehirleri bundan
ayırıyorum. Çünkü onlar kutsal şehirler. Burada seküler bir düzlemde
konuşuyorum, bütün dünyaya hitap eden bir çizgide konuşuyorum. Kutsal şehirler
Müslümanlar için. Kudüs, o düzeyde bir renk getiremedi, Bağdat düzeyinde. Ama
Bağdat Moğol istilasına kadar bütün ortaçağın simge şehri idi. Ondan sonraki
dönemde iki asır kadar bir türbülans yaşıyor İslam dünyası. Fatih’in fethi ile
beraber ikinci simge şehir İstanbul oluyor. Burada İslam medeniyetinin Osmanlı
yorumunun başlangıcını görüyoruz.”
Selçuklu ve Osmanlı dönemi kurumlarını sadece
tarihî çağrıştıran donuk bir “arkeolojik malzeme” olarak görmenin ötesinde,
onları tarihî süreklilik halinde
bugüne taşınabilecek ruhî formları
üzerinde düşünmek, tartışmak, değerlendirmelerde bulunmak ve günümüze
uygulanabilecek sonuçlar çıkarmak gerekiyor. Özellikle de şehirlerimiz için
model-örnek olabilecek muhteva ve formlar yakalamak mümkündür. Ancak, şehir
idraki; toplu konutlar, gökdelenler, AVM’ler ile beton ve asfalttan ibaret bir
yönetici iradenin bu müthiş tarihî tecrübe ve stoktan çıkaracağı hiçbir sonuç
yok.
Ökten, bu bağlamda külliyelerin Osmanlı şehirlerinin oluşumu ve
gelişmesindeki rolüne vurgu yapıyor:
“Osmanlı
külliyeleri o dönemde toplumun bütün ihtiyaçlarını sağlayan bir yapılanmadır. O
dönemdeki toplumun bütün ihtiyaçları neyse onların hepsini bilâ-bedel
karşılıyor. “Bugün Osmanlı külliyelerinin karşılığı modern hayatta var mı ve
ne?” desem daha rahat anlaşılmak açısından, var. Ancak bilâ-bedel değil, bedeli
var: AVM’ler. Herkes orada ve herkes mutlu (!)”
Siz kredi kartlarını
konuşturun, taksiti konuşturun, alın, alın, alın gerekli, gereksiz. Bugünkü
karşılığı bu toplumun bütün katmanlarında mutlulukla seyrediliyor. Hatta ya
niye gidiyorsun desek de hoca biraz çağın gerisinde kaldı demiyorlar, ama
diyebilirler, yakındır… Bu külliyeler şehri dönüştürüyor. İstanbul dönüşen bir şehirdir.
İslam uygarlığı özgün şehirler kurdu. Meselâ Bağdat. Bağdat’ı bugün biz
bilmiyoruz. Bağdat’ı bilmezsek İslam
ortaçağını anlayamayız. İslam ortaçağındaki büyük zirveleri bilmezsek İslam
uygarlığını anlayamayız. Bu külliyelerden dönüşen bir şehir var. Yani bir başka
uygarlıktan İslam medeniyetine dönüşüyor. 10 tane sultan yani padişah külliyesi
yapılmıştır. Nerde? Sadece tarihî yarımadada. Burası Ankara, diyebilirsiniz ki
bana İstanbul’u niye methediyorsunuz? Methetmiyorum, bir realiteyi anlatıyorum.
Eğer vakıf medeniyetini, Osmanlı şehrini anlayacaksak, buna simge şehirlerinden
başlamamız lâzım.”
Vakfiyeler’in önemine ve Osmanlı medeniyet tasavvurunun ‘yeni
bir rasyonalite anlayışı’ getirdiğine de vurgu yapan Ökten, konuşmasına
devam ediyor:
“İstanbul’da
Fatih Vakfiyesi ile yepyeni bir medeniyet hareketi başlıyor. Daha sonraki
dönemlere baktığımızda Kanuni ile bu hareket kemale erişiyor diyor kaynaklar.
Zaman Rönesans zamanı. Coğrafya, mekân İslam uygarlığının o vakte kadar
gelmediği mekânlar. Anadolu’yu da buna sayabiliriz. 1071 ve sonrası Anadolu’nun
dönüşümü 2 asır sürmüştür. Hemen 1071’de Müslümanlaşmadı. Bu Müslümanlaşmayı
bir din olarak söylemiyorum, bir dünya tasavvuru olarak söylüyorum. Yani
Karamanlı Rum’un da o dünya tasavvuru içinde bir yeri vardır. Balkanlar, orta
Avrupa, doğu Avrupa’nın güneyi ve Akdeniz adaları, o vakte kadar İslam
tasavvuru ile tanışmayan yerler, bu mekânlar, yepyeni bir rasyonalite anlayışı
ile karşılaşıyor. Bu ikilem içinde, bu ikili düzlem içerisinde Osmanlı medeniyet
tasavvuru. Budapeşte’ye kadar gidiyor. “
Ökten, Osmanlı şehrinin oluşumunda “cami,
medrese ve tekke”nin önemli bir sacayağı oluşturduğunu ifade ederek şunları
söylüyor:
“…Osmanlı
şehri dediğimiz olgu bir büyük mektep. Bu büyük mektebin içerisinde üç tane ana
sınıf var. Üç ana kurum var: cami, medrese ve tekke. Bu büyük mektebin nüveleri
bunlar. Bu üç kurumu yaşatan, besleyen vakıf sistemidir. Külliyenin diğer unsurları bu üç kuruma
yardım eden, bunların işini kolaylaştıran unsurlar. Kütüphanesi, darüşşüfası, menzilhanesi, imareti bunlara yardım ediyor. Neticede Osmanlı şehri
ortaya çıkıyor. Osmanlı şehri bir mekân
ama mekânın çok ötesinde bir şey. İnsan yetiştiren bir müessese. Vakıf sisteminin temelinde de yatan Allah’ın
rızasını tahsil. Demek ki öyle bir insan tipi ortaya konmuş ki, o inançtan
ortaya çıkan bir motivasyonla davranış ortaya koyuyor. Bu davranış, vakıf
sistemi üzerinden, o vakte kadar pek misli, emsali görülmeyen külliyelerle
birlikte bir şehir inşa ediyor ve o şehir kendi insan tipini ortaya çıkarıyor.
Bu insanın bugünkü kapitalist insanla uzaktan, yakından hiçbir alakası yok.
Çünkü hayatındaki temel unsur hizmet, ötekinin temel unsuru ise varlık ve
rekabet…”
Bugün Türk
şehirlerine baktığımızda herhangi bir Türk şehrine gitseniz, ne tip insan
yetiştiğini bir gözlemleseniz, yani ben bu şehre geldim, terbiye oldum, bu
şehirde çok şey öğrendim deseniz bakalım hangi resim ortaya çıkacak? Böyle bir
çalışmayı, gözlemi herkes yapabilir. Ben İstanbul’a gelen bir dosttan, bir
yabancıdan gördüğüm İstanbul’da hayat çok güzel. Neden? Çünkü, (kelimeleri
seçerek kullanıyorum) içgüdüsel dürtülerin önü açık. Demek ki öyle bir dürtüsel
terbiye de söz konusu…”
Münzevî bir biçimde, Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nün zemin altı konferans salonuna mahkûm kalan bu önemli konuşmanın
günümüz şehirlerine uzanan mânâsından nasipsiz olanların “tarih, şehir ve
medeniyet” derdi olduğu söylenebilir mi?
Ne ilgili bakanlıkların, ne de belediye başkan
ve yöneticilerinin “şehirleri”ne dair dertleri ve hayalleri yok! Tek hayalleri,
göğü delen rezidanslar, AVM’ler ve yaşayan ölülere mahsus toplu konutlar!
Şehir kutsal bir emanet! Şehircilik kutsal bir
uğraş!
Bugün ise; şehre dair ne emanetin, ne de
uğraşın farkında olan yöneticilerin “mebzul” miktarda bulunduğu kıyameti
yaşıyoruz!
Şehirlerimiz kıyameti yaşarken, daha fazla
vakit geçmeden, kendini şehre “vakf” edenleri nasıl aramalı, nasıl bulmalı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder