4 Haziran 2013 Salı

“ŞEHİR DOĞURAN ŞEHİR”den “ŞEHİR İMHA EDEN ŞEHİR”e…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Derler ki; eski Mısır Hiyeroglif yazısında “şehir” ve “ana” kelimeleri aynı sembollerle gösterilirdi. Bu ifadelendirme biçimi acaba, şehir-insan ilişkisinin kadîm zamanlardan beri sıcak ve kucaklayıcı bir temele oturduğuna mı işaret ediyor! Esasında şehrin “ana” olması, onun şefkatini, sahipleniciliği ve korumasını ihtiva eden bir vasıf olarak öne çıkıyor.

Mutlak kelâm Kur’an-ı Kerîm’de de, yeryüzünün ilk şehri Mekke’nin “ummül kura”, yani “şehirlerin anası” olarak bizzat yaratıcı tarafından belirtilmesi, şehrin temel niteliğinin “analık” olmasına işaret ediyor. Daha da geriye gittiğimizde, ilk insan-ilk peygamber Hz. Adem’le ortaya çıkan “şehir”in “ana”lık vasfının ona giydirilmiş kutsal bir nitelik olduğunu gösteriyor. Şehrin kutsallığı, orayı inşa ve iskân eden, onu idrak edenlerle kaim bir niteliktir. Gene Kur’an’da Cenab-ı Hakk’ın Mekke’ye “beled-il emin” olarak yemin etmesi de onun bu niteliğiyle ilgili olsa gerektir.

Şehrin bu temel niteliği olan “ana”lık, aynı zamanda “şehir doğuran şehir” olarak da temel bir anlam ve fonksiyona işaret ediyor.

Kutsal şehir Mekke’nin kitabımızda “ummül kura” olarak vasfedilmesi, aslında bizim şehircilik anlayışımızın temel karakterini, şahsiyetini de ortaya koyuyor. O karakter; bütün şehirlerimizin “şehir doğuran şehir” niteliğinde ve kapasitesinde olmasıdır. “Şehir doğuran şehir”, şehrin de nesiller gibi sürekliliğine, orijinalliğine ve en önemlisi bir şehircilik geleneği oluşturmaya işaret eder.

Şehir; ruhunu serptiği mekânlarıyla insanı koruyan, kendisine yaklaşanlara kucak açan, onları besleyen, büyüten, ‘yaşanmaya değer hayat’ı onlara sunabilen bir nitelik olarak ‘ana’ vasıflıdır.

Bu ontolojik (varlığa ilişkin) nitelemeler muvacehesinde, âriflerin-velîlerin dilinde insan vücuduna benzettikleri şehir; tıpkı insan organizması gibi, aldıklarını hazmedebilen, kendi bünyesine dönüştürebilen, onlarla hayatiyetini sağlayan bir bütün; kendine ait olmayanları da bünye süzgecinden geçirdikten sonra dışarı atan, yabancılaşmaya müsaade etmeyen bir ‘bünye sırrı’na sahiptir.

Bu noktada rahmetli muhakkik-mimar Turgut Cansever “İslam Şehri” ile ilgili bir soruya meseleyi derinlerden ele alarak şu cevabı veriyor: “Kur’an-ı Kerîm şehirlerle ilgili önemli hatırlatmalar yapmaktadır. Yani yok olan şehirler, medeniyetler, şehir insanından gelen yahut şehir çevresinden gelen, o toplumun varlığını tehdit eden meselelerle ilgili ikazlar, pek çarpıcı hatırlatmalar var. Keza İslâm kültüründe de şehirle ilgili pek çok ilginç metin bulmak mümkün. Şüphe yok ki bu metinlerin en çarpıcılarından bir tanesi İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’de geçer. Hâtem’in Medine’ye seyahati anlatılırken Hâtem hadiselerle dolu seyahatinin son merhalesinde Medine’ye gelir ve şehrin kapısında ‘Burası neresidir?’ diye sorar. Şehir muhafızları ‘Medine-i Münevvere’ derler. Hatem der ki: ‘Burası eğer Medine-i Münevvere ise bana Peygamber’in sarayını gösterin’. Onlar da ‘Peygamber’in sarayı yoktur’ derler. ‘Öyleyle ashabın konaklarını gösterin’ der. ‘Ashab da konaklarda oturmaz’ derler. ‘Öyleyse içinde saray ve konaklar bulunan bir Firavun’un yaptığı taştan ve kireçten yapılmış bu şehir Firavun’un şehridir’ der. Valinin huzuruna götürürler. Orada da aynı şeyleri ifade eder. ‘Şüphesiz’ der, ‘Peygamber’in hayatında herkes için bitmeyen örnekler vardır’. Ardından Peygamber Hazretlerinin toprak ve kamıştan yapılmış bir damda oturduğu ifade edilir kendisine.’

Cansever bu hadiseyi naklettikten sonra “Bu hikâye, İslam şehrinin ne olması lazım geldiğini kavramak için çok önemli bir fikir ihtiva etmektedir. Bir neslin şehri inşa ederken müteakip neslin hayatını tamamen donduracak şekilde kalıcı yapılar yapması, bir neslin diğer neslin hayatına tahakküm etmesi anlamına gelir. Bu da en fazlı kalıcı olmak, en fazla tahakküm etmek tavrını yaşatmış olan Mısır Firavun kültürünün uzantısı olmak demektir.” tespitini yapıyor.

İşte Cansever de bizim şehrimizi “hayatın, varlığın, yaradılışın gerçeğine uyan bir oluşum” niteliğiyle ele alıyor ve ‘şehir doğuran şehir’in donmuş değil, ‘doğurabilen’ bir şehir olduğuna işaret ediyor.

Modern zaman şehirleri ise insanın kaosa gömüldüğü, kurtulmaya çalıştıkça daha da battığı, çırpındıkça yorgunluğunun-dermansızlığının arttığı bir zindana dönüşmüştür. Bu zindanda sadece biyolojik canlılara, sürüngenlere mahsus hayat biçimiyle yaşıyoruz.
 
Bakın şehirlerimize!
 
Biz, kâmil manasıyla şehir olarak Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, Bağdat’ın, İstanbul’un ve daha nice medeniyet şehrinin “şehir üreten şehir” niteliğinin imha edildiğini görüyoruz.
 
Şehirlerimizin ana vasfının “kasvet ve kaos üretmek” olmadığını söyleyebilir miyiz?
 
Şehirlerimizi bu hale getiren insanoğlu’nun kendi kıyametini hazırlayan bir terminatör-yokedici olmasına kim engel olacak?
 
“Şehir doğuran şehir”den “şehir donduran şehir”e dönüşmek veya “şehir inşa eden şehir”i “şehir imha eden şehir”e indirgemek, bize mahsus bir modern zamanlar faciası olsa gerek.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder