duzenliyahya@gmail.com
Doğduğum ve henüz üç yaşındayken
ayrıldığım köyüme kısa süreli kalmak için geldiğimde, şöyle bir ağaca yaslanıp
da ormanlar içindeki Of-Çaykara Vadisini seyrederken, üzeri yeşilin her tonuyla
tezyin edilmiş ‘etrafını huni gibi kaplayan’ o güzelim dağ kümelerinin
arkasında nasıl bir şehir kaosu yaşandığını düşündüm. Bırakınız şehir kaosunu, ev
ve mekan inşasındaki çirkinliğin Doğu Karadeniz’in bu yalçın dağ köylerine
tırmanamayacağını zannederken, içinde bulunduğum kendi evim bile bana meydan
okurcasına yaşadığımız tezadı heykelleştiriyordu.
Üstad Necip Fazıl “İdeolocya Örgüsü”nda
köy’ü tarif ederken; “…köy, kasabalara ve sehirlere
doğru yontulan ve nihayet büyük (Metropolis)te en muğdil çizgilerine kavusan
cemiyet heykelinin maddî ve manevî iptidaî madde kaynağını belirtir; ve bu bakımdan birinci derecede bir kıymet ve
ehemmiyet arzeder.”
Büyük metropollerin bile mayasını köy olarak gösteren Üstad’ın
bu derin fotoğrafıyla köyümüze bakabilmemize imkân yok. Çünkü o köy, ideal
çizgileri ile tasavvurlarda bile kalmadı artık.
Cinnet derecesinde şehir, mimari,
tarih, kültür ve medeniyet hassasiyeti taşımama, bu konudaki temel metinleri
referans göstermeme, günümüze taşımama ve yazılar yazmama rağmen köyümde inşa
ettiğim evin hem başlarken hem de tamamlandığında “inşa etmem gereken ev olmadığı”nı gördüm. Halbuki rahmetli
muhakkik mimar Turgut Cansever’in mimarî düzeyde bir “dünya cenneti” olarak
tasavvur ettiği “Türk evi”ne ilişkin şu sözleri yüzümüze çarpan bir tokat
mahiyetindeydi. Okuduk ama ne yazık ki oralı bile olamadık: “Her evin bu cenneti gerçekleştirme iradesi
ve başarısını başlatan ve sağlayan iki temel unsur; insanın çevreyi idrak
etmesi ve herkesin Allah’ın yarattığı güzel dünyayı sonsuz bir saygı ile
koruyup güzelleştirmeyi aslî vazife saymasıdır.”
İtiraf edeyim ki bu tezatları yaşarken
trajik bir biçimde Ziya Paşa’nın şu mısralarını hatırladım:
“Onlar
ki laf ile verirler dünyaya nizâmât;
Bin
türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”
Ne yazık ki şehre, mimariye
eleştiriler getirirken bu tezadı yaşamaya mahkûm olmuşuz.
Bazı şeylerin imkân değil idrak işi
olduğunu anlayamıyoruz. Çünkü idraki kaybettik.
Doğu Karadeniz coğrafyasının gücü,
yabancı unsurları eritme ve kendine dönüştürme mahareti ve kendinden olmayan
unsurlara karşı direnişine rağmen köyde/köylerimizde oksitlenmeyi aşmış bir
mimarî çürümenin yaşandığına şahit oluyoruz. Bu hal, şehirlerimizin mevcut
durumu ve geleceğinin kıyamet şartlarıyla (kaos) kuşatılmış olduğu gerçeğini bana
bir kez daha hatırlattı.
Belli duyarlılıkları taşısanız, idrak
ve irfan sahibi olsanız bile modern zamanlarda öylesine kuşatılmışsınız ki, tek
başınıza bu kuşatmayı yarmanıza ve yaşamanıza imkân yok. Direnmenizin tek bir
anlamı olabilir. O da; sonraki nesillere eğer bırakabilirseniz göstereceğiniz direnme gücüdür. Neye, niçin, nasıl direndiğiniz,
karşı çıktığınız ve yerine neyi inşa ettiğiniz…
Dünya görüşünün kaybı, dünya tasarımı
ve inşasının kaybını birlikte getiriyor. Sonra medeniyet idrakini terk
ediyorsunuz, daha sonra mekân algınız değişiyor. İnşa ettiğiniz mekânlar sizi
kuşatıyor ve biçimlendiriyor.
Rahmetli muhakkik mimar Turgut
Cansever bu konuda işe derin bir kavrayışla el attığı “Türk Evi”ni anlatırken
şunları söylüyor: “… Varlık tasavvurunun
ilk kabulleri, mekânın ve varlığın yapısının idrakinde yatar. Türk evinin
mimarî ve sanat eseri niteliğini belirleyen temel unsurların başında, varlığın
sonsuz mekân içinde bağımsız ferdiyete sahip unsurlarının herhangi bir tayin
edici, bağlayıcı merkeze tabi olmadan aditif, kümülatif ve açık bütünlükler
oluşturması gelmektedir.” Cansever, artık ruhuyla birlikte maddesini de
kaybettiğimiz o “evimiz”in inşasında nasıl bir ölçü derinliği bulunduğuna
işaret ediyor: “Türk evi bu açıdan İslâmi
kültürlerin en önemli bir ürünüdür. İlâhî, transandantal iradeyi, Allah’ın
emrine kayıtsız şartsız uymak olan İslâm’ın bir ürünü olarak varlığın bütün
alanlarında maddi, biyo-sosyal, psişik ve manevî düzeylerinde; yaradılışın yasa
ve kurallarına, ilâhi iradeye ve yalnızca bu iradeye uyarak vücuda getirilen
Türk evi ve mahallesinde, her binanın tarihî sürecin bir icabı olarak değişmeye
açık yapısı ile ileriki nesilleri herhangi bir şahıs ve zümre iradesine tâbi
kılmayan yapısı, insanlığın tarih boyunca oluşturduğu, insanı ve ferdiyeti en
yüce varlık ve değer haline getiren bir yaklaşımın ürünü ve aynı zamanda
insanın hayatını düzenlemek üzere inşa ettiği çevresine yansımasıdır.”
Bugün böylesine bir şehir ve ev idraki
var mıdır? Veya bu idrakle inşa edilmiş bir şehir ve evimiz mevcut mudur?
Sözümüzün burasında gene Cansever’in,
şu müthiş tespit ve ikazını hatırlıyoruz: “İnsanın
vücuda getirdiği her şeyin güzelliği, mutlak gerçeğin ‘yapılan’da var olması
ile oluşur. “Var olan”, vücuda getirilen nesnelerin sonsuzluk içinde yer
alışlarında transandantalın, ‘İlâhi Emrin’ objektif âlemde tezahürüyle oluşan
tezyînîlik sayesinde, insan, dünyayı güzelleştirme vazifesini gerçekleştirir.
Bu çerçeve içinde yeryüzü cennetlerini, yani Türk evi ve mahallelerini vücuda
getirenlerin amaçları ve yolu, 20. Asır insanlığının ve ülkemizin içinde
yaşadığı kültürel sefaleti aşmak için takip edilecek en önemli örnek ve yol
olacaktır.”
“İnsan
idrakinin ve sorumluluk duygusunun kısıtlamalardan ve şeytanî bozulmalardan
arındırıldığı bir ortamda, Türk evini tesis etmiş nesillerin; maddî ve teknik
malzemeye ait standartlar düzenini ve hazır yapı, mimarî elemanları ve
imkânlarını kendi tercihleri ile bütünleştirerek bu evleri vücuda getirdikleri
bilinmektedir.”
Cansever’in bu terbiyevî ikazıyla
birlikte çözümünü de işaret ettiği şehre, yaşama mekânlarımıza ve “evimize” dair
ontolojik feryâdını duyabiliyor muyuz?
Hiç zannetmiyorum.
“Kentsel dönüşüm kasırgası”nın
şehirleri önüne katıp süpürdüğü bir zeminde Cansever’in yukarıdaki uyarılarına bugüne
kadar kulak tıkayan ilgilileri ‘kulak vermeye’ çağırmak artık nafile bir uğraş
olacaktır.
Kendimize inşa ettiğimize bile
bütünüyle hakim olamadığımız yerde hangi muhakkikin ikazlarına aldırış edilir
ki?
Kaybede kaybede hızla ilerliyoruz.
Tarihi, medeniyeti, mimariyi, şehri, köyü… her şeyi kaybettik.
Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “her şeyi o kadar berbât ettiler ki,
büsbütün berhava etmeden toplama imkânı kalmadı!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder