27 Ağustos 2013 Salı

ŞEHİR'DE HÜZÜN VE KASVET...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Hal’dan kaal’e dökülünce kelimeler kısırlaşıyor. Hüzün ve kasvet kelimeleri gibi. “Hüzün” insanı derinliğine çeken bir elem, üzüntü hâli. Kasvet ise; keder, tasa, gam, melâl demek. Hatta kasvet için eski lûgatlarda ‘kalp katılığı’ da deniliyor. Hüzünle kasvet arasında (birbirine dönüşmek anlamında) çok ince bir sınır var.  Sözlükteki tanımlarından öte, iki kelime insanın modern zaman şehirlerindeki halini kâmil manasıyla anlatan bir derinliğine sahip. “Şehir’de insan” veya “Şehir’li insan”ın günümüz dünyasındaki karşılığını bu iki kelimeyle tercüme ettirmek mümkün.

Fransız romancı Balzac “Goriot Baba” romanında kahramanlarının diliyle bazen bir pansiyon odasını, bazen üç katlı bir evi ve oradaki hayattan kesitlerle 19. Yüzyıl Paris’ini anlatırken, şehrin küçük, gizli ve esrarlı mekânlarının tahlillerini yapar ve bu mekânlardan Batı’nın bu müthiş şehrinin tefessüh etmiş ruhunu ortaya koyar. Balzac, bir yanıyla Paris’te “kasvet”in kuşattığı insanı anlatır.

Gençlik devremizde okuduğumuz Goriot Baba romanını yıllar sonra tekrar elime alıp altını çizdiğim satırları okuduğumda, bugün bizim şehirlerimizin, metropollerimizin giderek Balzac’ın anlattığı mülevves Paris’e benzemek için nasıl çırpındığına şahit oluyoruz. Hatta şahit olmuyoruz, yaşıyoruz.

İşte Goriot Baba’dan bir kesit:

“Kaldırımlar kurudur burada, derelerde ne çamur, ne su vardır, duvar diplerinde otlar

yükselir. Burada en kaygısız insan bile rahatsız, gelip geçenler hüzünlü, evler kasvetli mi kasvetlidir, yüksek duvarlar hapishane kokar, bir araba sesi bir olay olur. Yolunu şaşırıp da buraya düşmüş bir Parisli küçük pansiyonlar ya da okullar, düşkünlükler ya da sıkıntılar görür yalnızca, can çekişen yaşlılığı, çalışmak zorunda bulunan, tutsak edilmiş, şen gençliği görür.”

Bakalım yaşadığımız şehre… Belki de hiç görmediğimiz, varlığından bile habersiz olduğumuz böylesi mekânlar ve insanları bürümüş hüzün ve kasvet giderek şehrin baskın karakterine yansıyor.

Gene Balzac’dan Paris’le ilgili müthiş bir gözlem: “Bu kentte gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın çarkları arasında ezilmişlerdir. Burada erdem yerilir, masumiyet satılır. Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir, analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki kesimden oluşur; aldatanlar ve aldatılanlar… Büyükbabaların ölmeleri beklenmektedir; dürüstler enayidir; yüce fikirler ancak bir amaç için var olan araçlardır; din yalnızca yönetmek için gerekli bir şeydir; dirayet yapmacık bir şeydir; her şey sömürülür ve satılır; gülünç olmak kendini reklam etmenin ve kapıları açmanın bir yoludur: Gençler yüz yaşındadırlar ve yaşlıları hor görürler…”

Balzac’ın 19. Yüzyıl Paris’inin iki yüzyıl sonra klonlanmış halini, adeta ülkemizin metropolleri olarak görüyoruz.

Şehrin artık insana ‘varlığını idrak ettirici’ ruh üflemediği, yaşama ahlâkı telkin etmediği bir zamandayız.

İnsanın şehirde varlığını idrakten uzaklaşırken düştüğü halin “hüzün” mü “kasvet” mi olduğunu bile anlayamıyoruz.

Biz de hüzünle kasvet arasında Hz. Mevlana’nın şu sözünü hatırlıyoruz: “Aklını başına al da nöbetle gelen mülk ve saltanata sevinme.”

Şehirler ruhumuzu kahreyleyen bu cinai şebekenin hücre evidir artık. Bu hücre evinde hep birlikte yaşamaya mahkumuz. Hüznümüz de, kasvetimiz de ortak bir efendinin, şehrin kabuslar üreten “uygar” ruhunun esareti altında.

Belki de bunun için biz aslında ne hüzünlüyüz, ne de kasvetli.

Sadece yorgun tutsaklar gibiyiz. Ne kötü hamurla yoğurmuş şehrin ruhu bizi.

Görüntünün egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu nedenledir şehirlerimizin görüntü içine gizlenmiş sefaleti.

Bizim de sefilleşen ruhlarımız o görüntünün ücra bir yerinde, küçük bir fındık tanesi kadar yer kaplıyor. Düşünün… Yeryüzünde kapladığımız yer bu kadar, ama doymak bilmez iştihamız kâinatı ram etmeye çalışıyor kendine.

İnsanoğlu şehrini kaybetti. Hüznünü kaybetti. Kasvet bile ona fazla artık.

Şehirlerden kalkan bir cenaze gibiyiz her akşam. Mağaramızda, küçük tabutluklarımızda kendi muhasebemizi bile yapmaktan aciz, sonsuz ufukların mağrur sahipleri pozunda kendimize bile ağlayamıyoruz artık.

Ne güzel denir, “ört ki ölem”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder