Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Hal’dan kaal’e dökülünce
kelimeler kısırlaşıyor. Hüzün ve kasvet kelimeleri gibi. “Hüzün” insanı
derinliğine çeken bir elem, üzüntü hâli. Kasvet ise; keder, tasa, gam, melâl
demek. Hatta kasvet için eski lûgatlarda ‘kalp katılığı’ da deniliyor. Hüzünle
kasvet arasında (birbirine dönüşmek anlamında) çok ince bir sınır var. Sözlükteki tanımlarından öte, iki kelime
insanın modern zaman şehirlerindeki halini kâmil manasıyla anlatan bir
derinliğine sahip. “Şehir’de insan” veya “Şehir’li insan”ın günümüz
dünyasındaki karşılığını bu iki kelimeyle tercüme ettirmek mümkün.
Fransız romancı Balzac
“Goriot Baba” romanında kahramanlarının diliyle bazen bir pansiyon odasını,
bazen üç katlı bir evi ve oradaki hayattan kesitlerle 19. Yüzyıl Paris’ini
anlatırken, şehrin küçük, gizli ve esrarlı mekânlarının tahlillerini yapar ve
bu mekânlardan Batı’nın bu müthiş şehrinin tefessüh etmiş ruhunu ortaya koyar.
Balzac, bir yanıyla Paris’te “kasvet”in kuşattığı insanı anlatır.
Gençlik devremizde
okuduğumuz Goriot Baba romanını yıllar sonra tekrar elime alıp altını çizdiğim
satırları okuduğumda, bugün bizim şehirlerimizin, metropollerimizin giderek
Balzac’ın anlattığı mülevves Paris’e
benzemek için nasıl çırpındığına şahit oluyoruz. Hatta şahit olmuyoruz,
yaşıyoruz.
İşte Goriot Baba’dan bir kesit:
“Kaldırımlar kurudur burada, derelerde ne çamur, ne su vardır,
duvar diplerinde otlar
yükselir. Burada en kaygısız insan bile rahatsız, gelip geçenler
hüzünlü, evler kasvetli mi kasvetlidir, yüksek duvarlar hapishane kokar, bir
araba sesi bir olay olur. Yolunu şaşırıp da buraya düşmüş bir Parisli küçük
pansiyonlar ya da okullar, düşkünlükler ya da sıkıntılar görür yalnızca, can
çekişen yaşlılığı, çalışmak zorunda bulunan, tutsak edilmiş, şen gençliği
görür.”
Bakalım yaşadığımız şehre… Belki de hiç görmediğimiz, varlığından bile habersiz olduğumuz böylesi mekânlar ve insanları bürümüş hüzün ve kasvet giderek şehrin baskın karakterine yansıyor.
Bakalım yaşadığımız şehre… Belki de hiç görmediğimiz, varlığından bile habersiz olduğumuz böylesi mekânlar ve insanları bürümüş hüzün ve kasvet giderek şehrin baskın karakterine yansıyor.
Gene Balzac’dan Paris’le
ilgili müthiş bir gözlem: “Bu kentte
gerçek duygular istisnadır; çıkar oyunlarıyla tüketilmiş bu mekanik dünyanın
çarkları arasında ezilmişlerdir. Burada erdem yerilir, masumiyet satılır.
Tutkular yerlerini yıkıcı zevklere, günahlara bırakmıştır; her şey yüceltilir,
analiz edilir, alınıp satılır. Bu pazarda her şeyin bir fiyatı vardır ve
hesaplar yüzler kızarmadan apaçık gün ışığında yapılır. İnsanlık yalnızca iki
kesimden oluşur; aldatanlar ve aldatılanlar… Büyükbabaların ölmeleri
beklenmektedir; dürüstler enayidir; yüce fikirler ancak bir amaç için var olan
araçlardır; din yalnızca yönetmek için gerekli bir şeydir; dirayet yapmacık bir
şeydir; her şey sömürülür ve satılır; gülünç olmak kendini reklam etmenin ve
kapıları açmanın bir yoludur: Gençler yüz yaşındadırlar ve yaşlıları hor
görürler…”
Balzac’ın 19. Yüzyıl
Paris’inin iki yüzyıl sonra klonlanmış halini, adeta ülkemizin metropolleri
olarak görüyoruz.
Şehrin artık insana ‘varlığını
idrak ettirici’ ruh üflemediği, yaşama ahlâkı telkin etmediği bir zamandayız.
İnsanın şehirde varlığını
idrakten uzaklaşırken düştüğü halin “hüzün” mü “kasvet” mi olduğunu bile
anlayamıyoruz.
Biz de hüzünle kasvet
arasında Hz. Mevlana’nın şu sözünü hatırlıyoruz: “Aklını başına al da nöbetle gelen mülk ve saltanata sevinme.”
Şehirler ruhumuzu
kahreyleyen bu cinai şebekenin hücre evidir artık. Bu hücre evinde hep birlikte
yaşamaya mahkumuz. Hüznümüz de, kasvetimiz de ortak bir efendinin, şehrin
kabuslar üreten “uygar” ruhunun esareti altında.
Belki de bunun için biz
aslında ne hüzünlüyüz, ne de kasvetli.
Sadece yorgun tutsaklar
gibiyiz. Ne kötü hamurla yoğurmuş şehrin ruhu bizi.
Görüntünün egemen olduğu bir
çağda yaşıyoruz. Bu nedenledir şehirlerimizin görüntü içine gizlenmiş sefaleti.
Bizim de sefilleşen
ruhlarımız o görüntünün ücra bir yerinde, küçük bir fındık tanesi kadar yer
kaplıyor. Düşünün… Yeryüzünde kapladığımız yer bu kadar, ama doymak bilmez
iştihamız kâinatı ram etmeye çalışıyor kendine.
İnsanoğlu şehrini kaybetti.
Hüznünü kaybetti. Kasvet bile ona fazla artık.
Şehirlerden kalkan bir
cenaze gibiyiz her akşam. Mağaramızda, küçük tabutluklarımızda kendi
muhasebemizi bile yapmaktan aciz, sonsuz ufukların mağrur sahipleri pozunda
kendimize bile ağlayamıyoruz artık.
Ne güzel denir, “ört ki
ölem”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder