duzenliyahya@gmail.com
Ehl-i
irfan’ın ‘keşf’ ve ‘hiss-i kable’l-vuku’ ile bildirdiği bazı hakikatler vardır
ki, bu hakikatleri açıkladıkları zaman sadece bağlılarının inandığı bir
gerçeklik olarak kalırlar. Yâni, henüz vuku bulmamış bazı hadiseleri önceden hissetme-bilme-görme
hassasıyla bazı tespit ve telkinlerde bulunurlar… Aradan yıllar, yüzyıllar
geçtikten sonra bu hakikatlerin ortaya çıkışına şahit oluruz. Büyük ârif ve
velîlerin yanı sıra insanın feraset ve basiretiyle ‘olanlardan’ hareket ederek
‘olabileceklere’ dair tespit ve yorumları da bu türden gerçekliklerdir. Ancak,
ruhî melekelerimizi o derece kaybetmişiz ki bu realizasyon karşısında ne yazık
ki tepki veremiyor, “hayret” bile edemiyoruz!
Çünkü
hayret’te ‘derin’ bir insanî hissediş, duyuş ve kavrayış vardır.
Buradan
yola çıkarak şöyle bir soru soralım: Yaşadığımız hayatın tecelli zemini olan
şehir ‘yaşamamız gereken şehir midir, yoksa bizim yaşamaya mahkûm olduğumuz bir
yer-mekân mıdır?’ Modern zamanların
getirdiği büyük şehir kaoslarına rağmen yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuza
göre ‘mahkûm’lar olarak bu tip şehirlerde adeta bir ‘toplama kampı’ndayız.
Yaşama irademiz elimizde değil. O derece kuşatılmışız ki rüya ve hayallerimize
bile el konulmuş.
Böylece,
özellikle bir zamanların ‘kimlik abidesi’ şehirlerimize musallat virüslerin yerleşip
hakim unsur haline gelmesi ve giderek bünyeleşmesiyle teşekkül eden patolojik (kimliksiz
ve kaotik) mekânların toplamına modern zamanlarda artık “şehir” diyoruz. Bu
virüsler önce şehrin “gen”lerini bozuyor, sonra “hafıza”sını siliyor, sonra da
artık ruhsuz kalan, hiçbir şey hatırlayamaz duruma gelen bünyeyi köklerinden beslenemez
hale getirerek şehri kimliksiz hale getiriyor, kendisi olmaktan çıkarıyor.
Hafıza kaybı sonucu şehirlerimiz “kim olduğu”nu unutuyor, kendine dair hiçbir
şey hatırlayamıyor.
Şehrin
de genetik özelliklere, biyo-psişik bünyeye sahip bir organizma olduğunu kabul
ettiğimizde onun da tıpkı bir insan gibi biyolojik ve ruhî hayatının olduğunu
görürüz. Mutasavvıfların insanı zaman zaman metaforik olarak “şehir”e
benzetmeleri bu cümleden olsa gerektir.
Sebepler
âleminin bir sonucu olarak şehir kuran ve yıkan insan olduğu gibi, insanı
yaşatan ve kaosa sürükleyen de şehirdir. Yâni şehir ve insan birbirlerinin
ihyacısı ve imhacısı gibi bir ontolojik işleve sahiptir.
Sözü
büyük Velî Abdulhakim Arvasi Hazretleri’nin bugünün şehirlerinin bir cümle ile
büyük fotoğrafını veren bir sözüne getirmek istiyoruz.
Diyor
ki Abdulhakîm Arvasî Hz.leri: “Bir şehrin
en azı 3 bin, en çoğu 7 bin hânedir. Yedibin hâneden çok olursa, hastalıklara
ve ahlâkın bozulmasına sebep olur.”
Büyük
Velî’nin bu ifadesinin karşılığı olarak modern zaman metropolleri mücessem bir
şekilde karşımızda duruyor. Velî kaynaklı bu söz; şehirlerimizde büyümeyle
birlikte yaşanacak kaosa dikkat çekerek, ‘insan ölçekli’ şehre vurgu yapıyor.
Burada, ‘büyüme’nin “hormonlu” bir hal alması ve beraberinde getireceği ‘urlaşma’
ve bünye ifrazatına da gönderme vardır.
A.Arvasî
Hz.lerinin bu sözünü mahfuz tutarak bir de Berlin Charite Hastanesi Psikiyatri
Servisi Başhekimi Mazda Adli’nin “Büyükşehirlerdeki
şizofreni riski”ne ilişkin yaptığı açıklamaları okuyalım. Adli’nin
açıklamaları Büyük Velî’nin yukarıdaki sözlerinin adeta ispatı niteliğindedir.
Bir
süredir büyükşehirlerin insanların ruh sağlığı üzerindeki etkilerini araştıran
Mazda Adli, bu konuya odaklanarak “şehirlerde yaşayan insanların kırsal
kesimde yaşayan insanlara kıyasla şizofreni hastalığına yakalanma riskinin iki
kat, depresyona yakalanma riskinin ise yüzde 25 daha fazla olduğu”nu araştırmalarında
tespit ediyor. Adli, “Şehrin büyüklüğü
arttıkça hastalık riskinin de arttığı”na dikkat çekiyor. Şehir ne kadar
büyürse kişilik bölünmesinin de o derece artacağının tehlikelerine vurgu
yapıyor. Bu bilim adamının tespitlerini destekleyen, modern zaman şehirlerinin
insanları gerek ruhî gerekse de biyolojik hastalıklarla patolojik hale
getirdiğine ilişkin daha birçok farklı araştırmalar, çalışmalar bulunuyor.
Şizofreni
ve depresyon, insanı uğrattığı kişilik bozukluğu, parçalanma ve ruhî çöküntüyle
çağımızın getirdiği en önemli ruh hastalıklarından birisi. Metropoller şizofren
tipler üretmenin adeta atölyesi.
Abdulhakîm
Arvasî Hz.lerinin “hastalık ve ahlâkın
bozulması” ikazını yaptığı şehirler bugün hızla insanoğlunun helâkini
hazırlıyor. Şehirlerimiz artık gelenin kimyasını, sağlığını korumuyor, aksine bozuyor;
şizofreniyi ve depresyonu besliyor.
Eski
zaman şehirleri insana hayat “bahş”ederken, modern zaman şehirler hayat “gasp”
ediyor.
Şehirlerimiz
insanı ihyaya değil ifsada memur adeta.
Büyük
Velî’nin bu müthiş ikazını duyacak kulakları da kaybedeli epey oldu.
“Artık insanın ve şehrin helâk vaktidir”
derken bile ürperiyoruz, ama çaresiziz. Hacı Bayram-ı Velî’nin “ben dahi bile yapıldım” dediği kadîm
zaman şehirleri ve ruhu yok artık. Ne yazık ki modern zamanların “taş u toprak arasında” insanlığı hasta eden ve ahlakını bozan şehirlerine teslimiz.
Büyük
velî ve âriflerin şehirlere ilişkin ikazlarına helakten önce kulak vermemenin
bedeli yaşadığımız ‘huzursuz’luk olsa gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder