Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Atasözü haline gelmiş bir Anadolu özdeyişi var: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca
dağa çıkar.” Bu özdeyiş, modern zaman şehirlerinde insan-şehir ilişkisinin
bugün büründüğü hali ifadede nefis bir referanstır.
Biz özdeyişin “kul” tarafını biraz açalım. Kul için
şehir yaşanamaz hale gelince, bunalım başlayınca, şehrin kaosu insanın varlık
nedenini ortadan kaldırınca yâni, bunalım başlayınca artık şehri terk etmek bir
mecburiyet olarak ortaya çıkıyor. Peki nereye? Başka bir şehre mi? Modern
zamanlarda belki böyle bir tercih söz konusudur. Ancak, modernite tüm
şehirlerin kimyasını bozunca ve hafızasını silince şehirler de birbirini tanıyamaz
hale geldi. Klonlanmış, kopyalanmış ‘nekropoller’e dönüştü.
Bu özdeyişin ortak hafıza ifadesi haline geldiği,
geçerli olduğu ‘eski zamanlar’ı düşündüğünüzde şehirden kaçıp da sığınılacak
tek yer “dağ” idi. Bunalan insan ‘dağda
huzur’ buluyordu.
Şehir “yaşanamaz” hale gelince ‘kul’ için dağa sığınmaktan başka çare
yoktur. Çünkü dağlar güvenlidir, kendini savunmak için sırt verilecek yerdir.
Tıpkı Dadaloğlu’nun “ferman padişahın
dağlar bizimdir” dediği gibi dağlar insan
için çok daha güvenilir, müşfiktir.
Metropollerimiz nekropole dönüştü. Bunaldık. Ama buna
aldırmadık.
Şehirde bunaldık, ama şehri terkedemiyoruz.
Şehirde bunaldık, ama dağa çıkamıyoruz; elimizde yol
haritamız yok.
Şehirde “huzurlu” değiliz. Şehirde güven kalmadı.
Çünkü “tüfek icad oldu.”
Şehir bize, biz şehre yabancılaştık. Hatta düşman
olduk.
Niçin?
İkimiz de varlık sebeplerimizi unuttuk, yok ettik.
Şehir öyle kuşattı ki bizi, artık “dağa çıkmaya” izin
vermiyor. Verse de dağa çıkmaya korkuyoruz. Ama dağlar kurdun “şehre inme”sine
müdahale edemiyor. Şehre inen kurt geri dönüyor.
Kurt “aç” kalmıştır. Tek derdi “yiyecek bulmak”tır.
Dağlar ihtiyacını karşılayamaz, şehre iner ama o gene yurduna geri döner. İnsanoğlu da vahşileşen şehir hayatının getirdiği
“yaşamak için yoketmek zorundasın!” buyruğuna mahkûmdur artık! Dağa da
çıkamıyor!
Dağa çıkamayan insan şehirde çürüyor. Kurt bizden çok
daha hür ve iradeli.
Burada Üstad Necip Fazıl’ın “Dağlarda Şarkı Söyle”
şiirini hatırlıyoruz:
“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.
Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”
İşte Üstad’ın mısralarındaki “dağ imajı”
“bunalan kul”un çıkacağı, huzur bulacağı yerdir. Çünkü dağlar insanın kendisini
hissedeceği, varlığını idrak edeceği kirlenmemiş mekânlardır.
Bir zamanlar nasıl ki “bizim şehrimiz”
huzur mekânı idiyse, “bizim dağımız” da huzur mekânıydı. İnsan, hayvan, nebat
ve cemadat ‘haddini aşmaz’dı.
Bu bağlamda, “Kurt bunalınca şehre
iner, kul bunalınca dağa çıkar” özdeyişi bana Fransız şair C. Baudlaire’i
hatırlattı. Her büyük şair gibi O’nun da yaşadığı “entelektüel kriz”den Paris
Sıkıntısı adlı eserinde ipuçları verir.
Şehrin verdiği sıkıntıyı, bunalımı derinden hisseden,
yaşayan Baudlaire bu kitabında “Yabancı”
başlığı altında şu diyaloğu verir:
“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin
en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı,
yoksa kardeşini mi?
yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne
de kardeşim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım
bir söz kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı,
severdim kuşkusuz.”
“Altını mı?”
“Siz Tanrı’ya nasıl kin
beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”
“Peki, neyi seversin öyleyse sen,
olağanüstü yabancı?”
“Bulutları severim… işte şu… şu
geçip giden bulutları… eşsiz bulutları!”
Şehrin insana “varlık nedeni”ni unutturan kaosuna ve
tabiatın verdiği huzura gene Üstad Necip Fazıl’ın 22 yaşında iken yazdığı “Şehirlerin
Dışından” şiirindeki mısralardan bakalım:
“Kalk,
arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
………………………..
Sema, deniz
ve yeri,
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Bir gün
gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...
“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...
“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!
Yaşadığımız şehre bakın! Plazaların, AVM’lerin,
rezidansların “kıyamet alametleri” şeklinde ürkütücü bir biçimde yükseldiği
şehirlere kurt bile inmekten korkar!
“Bunalan
kurt”un şehre inmekten bile ürktüğü, korktuğu; “bunalan insan”ın gidecek yer bulamadığı
modern
zamanların nekropolleri haline gelmiş şehirlerin kuşattığı bir dünyanın sonu
hayr olur mu dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder