25 Kasım 2013 Pazartesi

“BİR MEKÂNA VARMIŞAM Kİ OL BENİM YURDUM DEGÜL!”


 Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İnsanı hayrete düşüren sözler vardır. Yüzlerce kitapla ifade edilemeyecek olanı bir cümleye, bir mısraya sığdıran, adeta kalbe saplanan bir hançer gibi tesir eden ‘kelâm öz’leri vardır. Bu kelâm sahipleri, “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir.” buyuran Hz. Peygamber’in bu mutlak kelâmından pay alanlardır.

İşte büyük ârif Yunus Emre’nin bir mısraı var ki, bizim Medeniyet tasavvurumuza bağlı şehir idrakimizin kök ifadesini verir. Aynı zamanda  bir seyyah-ı ârif de olan Yunus Emre’nin uğradığı her mekâna, her şehre bir kere bakıp dile döktüğü mısraların her biri aynı medeniyet tasavvurunun ayrı ayrı şehirlere/mekânlara dağılmış ‘resm’ini ifade eder.

Yunus Emre’nin o müthiş mısraı şu: “Bir mekâna varmışam ki ol benim yurdum degül!”

Âriflerin kasdettiği, keşfettiği “şehr”in ne olduğu üzerinde derinleşmeden söyleyelim ki; Yunus şehr için feryâd etmektedir. Tıpkı “kasdım budur şehre varam, feryad ü figan koparam” mısraında olduğu gibi. Feryâdından da anlaşılıyor ki ne taşıdığı derdi anlayan, ne de feryâdına kulak veren var.  Kendisinden dört yüzyıl sonra (XVII. Yüzyıl) Niyazi-i Mısrî anlayabiliyor ondaki derdi. Ve mukabele ederek cevap veriyor adeta:

“Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim.”

XIII. yüzyılda söylenmiş bu müthiş mısranın mekân ve zamanı aşmış mânâ derinliğinin bugünkü duruma göre yorumu; öncelikle günümüzün modern zaman şehirlerinin kendisine yabancılaşmasına işaret eder. Birçok tedaileri (çağrışımları) olan Yunus Emre’nin bu mısrasına bakıldığında hem içinde yaşadığımız şehrin hem de gördüğümüz-gittiğimiz şehirlerin nasıl ‘dönüşüp başkalaştığını’ görürüz.

Şehrinden yıllarca ayrı kalmış olan insanın hasretle şehrine dönüp, gördüğü şehir karşısında yaşadığı şaşkınlık ve idrak tutulması ancak “bir mekâna varmışam ki ol benim yurdum degül!” mısrasıyla ifade edilebilirdi.

Bıraktığım şehir bu değil! Bize bırakılan şehir bu şehir değil! Bize emanet edilen şehir bu şehir değil! Çünkü şehir ‘kendisi olmaktan’ çıkmış.  

Bu şehrin ruhu bizim şehrimizin ruhu değil. Mekânları ruh üflemiyor, kaos üretiyor!

Medeniyet şehrinde hissedemiyorsunuz kendinizi! Yâni vardığınız şehir artık sizi “yaşanmaya değer hayat”a davet etmiyor, o hayattan kesitler sunmuyor!

Visalin firkat olduğu dem işte bu demdir. Yâni ‘kavuşmanın ayrılık olduğu’ zaman.

Bugün, sureti yok edile edile genleri tahrip edilen şehirlerimizin ne hale getirildiğini, adeta ‘vird’ haline gelen ‘kentsel dönüşüm’ denilen ‘kutsal ibadet’ adına nasıl katliama uğratıldığını göremiyoruz, anlayamıyoruz.

Yaşadığımız mekân ‘bizim yurdumuz/şehrimiz” olmaktan çıktı! Kadîm dönemlerde medeniyetin mümessili şehirlere saldıran Moğol ve haçlılar yerine şimdilerde hani ya bir tabu ya da totem haline getirilen ‘kentsel dönüşüm’ ‘kelime-i kutsalı’ ile saldırılıyor. Fakat bu saldırı ihya ve imar olarak sunuluyor. Bu katliamı görebilmek, anlayabilmek ve hissedebilmek için Yunus’taki hissiyata sahip olmasak da onun “ol benim yurdum değil!”ine vakıf olmak gerekiyor.

Ülkemizde Cumhuriyetle birlikte siyasî rengi ve zihniyeti ne olursa olsun tüm iktidarların adeta ittifak ettiği şey: şehir imarı adına yapılan şehir katliamları, imhalarıdır.

Durum bugün de değişmedi. Şehre ilişkin söylemleri ve anlayışı ‘bu yaka’dan gözükse de yaptıkları‘öte yaka’yı besleyen, tahrip ve katliamdan başka bir şey olmayan “yerli” iddialı “yabancılaştırıcı” siyasî zihniyet.

Siyasî iktidarın “olmayan” şehir idrakinden, olmayan “medeniyet tasavvuru”ndan ve olmayan “tarih farkındalığından/derinliği”nden bahsediyoruz. Bunlar olmayınca da şehir adına şehre saldıran “kentsel dönüşüm” istilâcıları önünde coğrafyamızın müktesebatı yok ediliyor. O hale getiriliyoruz ki vücuduna sokulan bıçağın acısını duymayan bir insan gibi, bünyesine saldıran, organlarını tahrip eden kentsel dönüşüm aygıtlarının tahribatını da hissedemiyoruz.

Çünkü “şehir idraki”ni kaybettik, “mekân duygusu” diye bir hassamız kalmadı! Her alanda çürütücü ve tahrip edici bir “akıl ve idrak tutulması” yaşıyoruz.

Yunus’un mısraından ilham alarak “bir mekâna varmışam ki, ol şehir benim şehrim” diyebilecek miyiz?

Zannetmiyorum!

Keşke Yunus’un “yaşadığımız şehrin bizim şehrimiz olmadığı” kelamının ilham ettiği idrakten bir iz taşıyabilsek!

Yine Yunus’tan mısralarla bitirelim:

“Yunus Emre'm, bilmedi halin senin hiç kimseler
Halimi arz etmeye bir merd-i irfan isterim”

Halimizi arz etmeye irfan sahibi iktidarlar gerekiyor. Şehrin, insanın, kimliğimizin uğradığı bu fesadı anlatmaya, anlamaya ve önlemeye “muktedir” iktidarlar.

 Şehir emanetinin şehir ihanetine dönüştüğü günümüzde Yunus’un “mısra-ı berceste”si idraklerimizi sarsmalı, yolumuzu aydınlatmalı. Ama ne çare ki  Yunus’un feryâdı bir radyasyon gibi şehrimizin üzerine yağacak ama haberimiz olmayacak!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder