Yahya Düzenli
Erken Cumhuriyet döneminin “Devrim Kanunları” arasında
bulunan Şapka Kanunu, dünyada bir benzerine rastlanmayan bir kanundur. 25 Kasım
1925 tarihinde “Şapka İktizası Hakkında
Kanun” ismiyle TBMM’de kabul edilen Kanunla milletvekilleri ve memurlara
“şapka giyme mecburiyeti” getiriliyor, ‘şapka avansı’(!) veriliyor. Halkın bu
kanuna aykırı davranması, muhalefet etmesi men ediliyor. 28 Kasım 1925 tarihli
Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Şapka Kanunu, “İnkılâp Kanunları”
arasında hâlâ varlığını korumaktadır.
Şapka Kanunu daha yürürlüğe girmeden birkaç ay kadar
önce, dünyanın meşhur şapka üreticilerinden İtalyan Borsalino biraderler
gemilere yükledikleri şapkaları İstanbul’a getirmişler birkaç gün içinde adeta
bir çıkarma şeklinde ve satışa sunmuşlardır. Hatta şapka çeşitliliği o
kadar artmıştı ki İngiltere’den de gemilerle fötr ve panama kasketleri
getirilmiş, buna rağmen ithal şapkalar yetmeyince yerli üretime (!)
geçilmiştir. Ödeme zorluğu çeken memurlara bir yıl vadeli olarak “şapka avansı”
verilmiş, hatta Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede
din görevlilerinin de mutlaka şapka giymeleri gerektiğini, bunun için verilen
avansın yükseltileceğini bildirmiştir.
Milletin tarihî damarlarıyla bağını koparma
uygulamalarından birisi olan Şapka Kanunu, sonuçları bakımından en korkunç
operasyonlardan birisidir. Rejim tarafından şapka giymediği bahanesiyle idam
edilen masum ve mazlumları -sözde- yargılayan İstiklal Mahkemeleri gibi bir
yargı aygıtına dünya tarihinin hiçbir döneminde rastlanmamıştır. Ortaçağ’da
Batı’nın Engizisyon Mahkemelerinde bile rastlanmayan bu yargılama ve verilen
kararlar ve “ne pahasına olursa olsun inkılapları yerleştirme”
operasyonlarından biri olan ‘şapka kanunu’ yakın tarihimizin en korkunç, en
dramatik, en dehşetengiz sayfalarından birisidir.
Bu dehşetli sayfaların en önemlisi İstiklâl
Mahkemesi’nce “Frenk Mukallitliği” isimli eseri bahane edilerek “şapkaya
muhalefet” suçundan 4 Şubat 1926 günü idam edilen Büyük Şehid İskilipli Atıf
Efendi’dir. “Şapka Kanunu”na karşı Amasya, Erzurum, Giresun, Gümüşhane, Kırşehir, Samsun, Tokat, Maraş, Sivas,
Kayseri, Konya ve Rize başta olmak üzere birçok şehrimizde direnişler olmuş ve
bu direnişler gerekçe gösterilerek idamlar gerçekleştirilmiş, “inkılap terörü”
estirilmiştir.
Üstad Necip Fazıl’ın “Türk’ün şahsiyet cevherine kıyılmak istenişi” olarak nitelediği ve “Şeyh Said hadisesinin hemen arkasından
başlayan ve lâiklik teranesiyle devam eden İslâm’ı kazıma hareketi hiçbir
fikrî, ilmî ve hukukî tepkiye çarpmadı. Basit halk infialleri ve onların doğurduğu,
küçük, fakat bütün memleketi üç ayaklı sehpalarla donatıcı direnişler
müstesna…” şeklinde özetlediği şapka direnişleri rejim sahiplerini ciddi
biçimde ürkütmüştür.
Rejim kurucularının ‘isyan’ olarak nitelediği ve diğer
inkılap kanunlarına gösterilen tepki gibi, Şapka Kanunu’na direnişin temelinde
de yeni bir uygarlık zorlamasına karşı, ait olduğumuz medeniyet temellerimizden
kopmama tavrı vardır.
Kadîm bir dostum’un Emin Garbi Arvas’tan bizzat
dinlediği bir olayı anlatmak istiyorum: Şapka
Kanunu çıktıktan sonra Abdulhakîm Arvasî Hz.lerini ziyarete giden bir grup “Doğudaki medrese alimleri de artık şapkanın
adet olduğunu söylüyorlar” demeleri üzerine Abdulhakîm Arvasî Hz.leri’nin
verdiği cevap müthiştir: “Demek ki artık
doğudaki alimler de alâmetle âdet arasındaki farkı ayırt edemeyecek dereceye
düşmüş.”
İNÖNÜ, BEDİR AĞA VE ŞAPKA..
Bu konuda İsmet İnönü’nün hatıralarında anlattığı bir
olay da oldukça manidardır:
Meclis’te İsmet İnönü’yü ziyaret eden
Adıyaman Rişvan Aşireti Reisi (Mustafa Kemal’in naspetmesiyle Birinci ve İkinci
mecliste Malatya Milletvekilliği yapan, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın dedesi) Hacı
Bedir Ağa oldukça sıkıntılı bir haldedir. Durumu farkeden İsmet Paşa “Bir derdin mi var” diye sorduğunda Hacı
Bedir Ağa: “Bu kadar uğraşıp
çalışıyorsunuz, demiryolları yapıyorsunuz, halk bundan çok memnun fakat yine de
hakkınızda çok insafsız şeyler söylüyorlar.” İnönü Hacı Bedir Ağa’ya “ne diyorlar, hırsız mı diyorlar” diye
sorar. Hacı Bedir ağa “Çok daha fenasını söylüyorlar. Bunlar adama şapka bile giydirirler
diyorlar, bunu bile söylüyorlar” diye cevap verir. İnönü devamla “Hacı Bedir Ağa’yı pek az zaman sonra şapka
inkılabının ilk günlerinde bir melon şapka ile gördüm” diyor.
…
Bu kısa izahattan sonra; önce “Şapka Kanununa
Muhalefet”in Rize boyutunun bir özetini Üstad Necip Fazıl’dan okuyalım, sonra
da Kanundan 15 yıl sonra (1940) CHP iktidarının ceberrut döneminde Trabzon
Belediye Meclisinin 14 Şubat 1940 tarihli toplantısında konu olan “kahvehanelerde
başı açık oturma”ya ilişkin traji-komik bir tartışmayı aktaralım. Arkasından da
Osmanlı’nın son dönem büyük âlim ve âriflerinden Trabzon/Of’lu Hacı Ferşat
Efendi’nin şapka ile ilgili yörede bilinen tartışmasını söz konusu edelim.
RİZE’DE
ŞAPKA KURBANLARI…
Tarih 15 Aralık 1925… Yâni Şapka Kanunu’nun çıkışından
yaklaşık bir ay sonra… Rize’de 143 kişi İstiklal Mahkemesi’nce bir gün içinde
göstermelik bir yargılama ile mahkûm ediliyor. Ondört kişiye 15’er yıl, yirmi
iki kişiye 10’ar yıl, on dokuz kişiye 5’er yıl ağır hapis cezası veriliyor.
Geri kalanları ise işkence ve para cezasına çarptırılıyor. 8 kişi ise Rize Ulu
Cami’nin önünde kurulan darağacında idam ediliyor. Bu durum, Kanuna muhalefet
etmenin suçu “Hükümetin tespit eylediği kıyafeti
gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.”
olmasına rağmen idam verilmesi,
İstiklal Mahkemelerinin devrimler adına dağıttığı adaleti (!) göstermektedir.
Üstad’ı
dinliyoruz:
“Güneysu nahiyesi… Sabit Tarakçıoğlu
adında gayet itibarlı, kafası ilim ve kalbi vecd dolu bir vâiz halka hitap ve
şapkanın din gözünde mahiyetini izah etmekte… Heyecan… Câmiden çıkan yığın
soluğu karakolda alıyor.
Karakolda onbaşı halka “Ben de
sizdenim!” diyor ve başındaki şapkayı yere çalıyor. Ne hazindir ki, İstiklal
Mahkemesi gelince direnişçileri tek tek haber veren ve kimi gösterdiyse asılmasına
sebep olan ve Mahkemece lûtuflandırılan bu alçaktır.
Güneysu ahalisi Rize istikametinde
yürümeye koyuluyor. Yolda bazı nasihatçıların tesiriyle kalabalık zayıflıyorsa
da civar köylerden bazı katılmalarla yine dolgunca çapta il merkezine varıyor.
Vali Hurşit telgraf başında:
-Rize ayaklanmıştır! Sür’atle tedbir!...
Halbuki bütün suçu “şapka giymeyiz!” demekten ibaret
ve her türlü fiili isyan davranışından çekingen kalabalık, çoğu seyirci ve körü
körüne katılmış 80-100 kişi…
Ankara telâşta… Bir zamanların kahraman
Hamidiye’si şimdi Rize önünde ve kahramanlık toplarını havaya ateş etmekle
göstermekte… İstiklal Mahkemesi de tezgâhını kurmuş, dirhem kefesi yere mıhlı
adalet terazisini dengelemekle meşgul…
8 idam kararı… Vâiz Sabit Tarakçıoğlu,
Mehmed Peçe, Arslan Peçe, köy muhtarı Yakup Peçe, köy bekçisi Kadir Koliva,
Hafız Şaban Koliva, Hasan Külünkoğlu, Mahmut Kamburoğlu…
Sabit Hoca o gece mahkûmları uyandırmış:
-“Kalkınız, abdest alınız, namaza
duralım! Birkaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”
diye haykırmıştır. Birkaç saat sonra
Allah’a kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde kıldıkları namaz…
Asılanları deniz kenarında, rastgele
atıldıkları çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar… Yakınları tarafından cesetleri
çalınmasın diye de başlarında süngülü nöbetçi bekletiliyor. 3-4 ay sonra gece
çıkartılmak şartıyle, ailelerine, cesetleri almak müsaadesi çıkıyor.
Çukurlar açılınca meydana çıkan müthiş
manzara: Hiçbir ceset çürümemiş ve hepsinin gözü Kıbleye doğru…
Cesetleri kilimlere sarıyor, sırıklara
takıyor ve köylerine götürüp gömüyorlar…”
Üstad Necip Fazıl, bu korkunç katliamı anlattıktan
sonra şunları da ekliyor: “Arka arkaya, kilimlere
sarılı ve sırıklara takılı 8 cesedi, gece karanlığında, destanlık hayaletler
gibi öz topraklarına taşıyan köylüler… Hakikati bilselerdi, nur mayasından
yoğrulu bu cesetleri kilimlere sarıp taşıyacakları yerde, o kilimlerin içinde
olmayı tercih ederlerdi…”
Cumhuriyet Gazetesi ise, halkın şapka muhalefetini
“isyan” olarak verir ve 30 Aralık 1925 tarihli nüshasında idam edilen 8 kişinin
fotoğraflarını yayınlar. Altında da şu manşet yer alır: “Rize’den matbaamıza yazılıyor: Köy İmamlarının ve
bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrininde başlayan isyan, Cumhuriyetin azm
ve savleti neticesinde süratle bastırıldı.”
Şair Arif Ay “Rize” isimli şiirinde bu vahşi tabloyu anlatır:
“………………..
rize, bir sabah güneysudan
çayın filizinden, fındığın çiçeğine geçen
bir yangınla uyandı
dediler, bir yanımız dağ
kuşları talan
deniz bir yanımız, oysa o
ağımızı elimizden alandı
karadeniz köpürüp yıkılan küheylandı
yıl bindokuzyüzyirmialtı
aylardan şubattı
güneysudan sekiz adam
yağmur nasıl yağarsa rizeye öyle çoğalan
ağacı kökünden, insanı yüreğinden
yaşamı en alıcı yerinden
vuran birine karşı
karadenize sel olup aktı
kış harap, yaz hoyrattı
yağmurun hüznü
susuşun çok şey anlattı
güneş yitik
biz buna ölüm demedik
martı ve tay iki ürkek
bir de gece, kıyıda ışıldayan kürek
gömülür kumlara sekiz can
……..
rize, bir sabah güneysudan
çayın filizinden, fındığın çiçeğine geçen
bir yangınla uyandı
dediler, bir yanımız dağ
kuşları talan
deniz bir yanımız, oysa o
ağımızı elimizden alandı
karadeniz köpürüp yıkılan küheylandı
yıl bindokuzyüzyirmialtı
aylardan şubattı
güneysudan sekiz adam
yağmur nasıl yağarsa rizeye öyle çoğalan
ağacı kökünden, insanı yüreğinden
yaşamı en alıcı yerinden
vuran birine karşı
karadenize sel olup aktı
kış harap, yaz hoyrattı
yağmurun hüznü
susuşun çok şey anlattı
güneş yitik
biz buna ölüm demedik
martı ve tay iki ürkek
bir de gece, kıyıda ışıldayan kürek
gömülür kumlara sekiz can
……..
ete kemiğe
bürünür bir gün
yürür bu kan, kurulur zaman”
yürür bu kan, kurulur zaman”
OF’LU
HACI FERŞAT EFENDİ VE MUSTAFA KEMAL
Gelelim Trabzon’da yaşanan ve yöre insanının
hafızasında hâlâ var olan, anonim hale gelmiş önemli bir hadiseye… 88 yıl sonra
hafızalarımızı tazeleyerek bu önemli hadiseyi bir kez de biz aktaralım.
Şapka Devriminden bir süre sonra Trabzon’a gelen
Mustafa Kemal’e Of’lu Hacı Ferşat Efendi adında bir din âliminin şapka
giymemekte ısrar ettiği söylenir. Mustafa Kemal, özel bir şapka hazırlatır ve
Hacı Ferşat Efendi’nin huzuruna getirilmesini emredir. Hoca alelacele derdest
edilerek huzura çıkarılır. Şapkayı Hacı Ferşat Efendi’nin başına koyar ve:
-Hoca Efendi, sen şimdi gâvura mı benzedin?, diye
sorar. Hoca gayet sakin “hayır” diye cevap verir.
Sonra aynı şapkayı bu kez kendi başına koyan Mustafa
Kemal,
-“Peki, ben gavura benzedim mi?” der.
Hacı Ferşat Efendi, başını sallayarak “Evet” anlamında
mukabelede bulunur. Bunun üzerine Mustafa Kemal, hayretle;
-“Nasıl olur, bir serpuşun şer’i hükmü bir baştan
diğerine değişir mi?” der.
Hacı Ferşat Efendi şu cevabı verir:
“- Ben şapka giymeye zorlanıyor ve
kerhen giyiyorum. Size gelince, devletin başısınız ve hiçbir mecburiyetiniz
yokken giyiyorsunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolayısıyla hüküm de
farklıdır.”
TRABZON BELEDİYE MECLİSİ’NDE 1940 YILINDA ŞAPKA TARTIŞMASI…
Şimdi de “Şapka Devrimi”(!)’nden 15 yıl sonra, İnönü
dönemi CHP’sinin Trabzon Belediye Meclisi’ndeki bir tartışmayı aktaralım.
14 Şubat 1940 tarihli Trabzon Belediye Meclisi
Zabıtnamesi’ne aynen geçen “kahvehanelerde
baş açık oturmak” konulu tartışma, devrim kanunları ve uygar yaşama adına
şahsiyet komedilerinin nerelere vardığına önemli bir belge niteliğindedir.
Belediye Meclis Tutanağından okuyoruz:
“Başkan: Bu takriri Hayrettin Bey
arkadaşımız tavzih etsinler, dedi.
Hayrettin Atakol: Evvelce fes
kullanıyorduk şimdi ise şapka kullanıyoruz. Hiç şüphesiz ki bunu yapmakla
beraber medeniyete bir adım daha yaklaşmış bulunuyoruz, nasıl ki makamata ve
devaire girdiğimiz zaman başımızı açıyoruz kahvehanelerde de bu usulün tatbiki
lazımdır.
Zekeriya Kefeli: Bu şapkayı camilerde
baştan çıkarmayı dine mugayir addediyorlar halbuki hiç de böyle değildir. Nasıl
ki başımızı büyüklerimizin yanında açıyoruz böyle dini yerlerde ve umuma mahsus
mahallerde başların açık bulunması taraftarıyım dedi.
Şevki Savaşçı: Benim söyleyeceğim sözler
saçımın beyaz olması dolayisiyle eski bir kafa sözü olarak telakki edilmemesini
rica ederim. Ben birçok ecnebi memleketlerde bulundum. Bu çok medeni olan
memleketlerde daima resmi yerlerde başın açıldığını gördüm. Fakat kahvehanelerde
ve gazinolarda böyle bir mecburiyete tesadüf etmedim. Bu herkesin şahsi terbiye
seviyesi meselesidir.
Hayrettin Atakol: Bendeniz de Şevki
beyin anlattığının aksi olarak bir vaka zikredeceğim. Biz Bakü’de esir
bulunduğumuz zaman başlarımızda papak olarak oturuyorduk. Kahvedeki diğer
müşteriler, kahvehanede böyle oturulmaz başlarını açsınlar diye bizim için
kahveciye şikayette bulundular. Kahveci de bu müştekilere bizim için, bunlar
Türk’türler an’ane ve adetleri böyledir söyleyerek başımız kapalı olarak
oturmamıza müsaade ettiler. Demek ki, Avrupa’da bu adetmiş.
İbrahim Ertekin: Arkadaşlar, Hayrettin
bey mühim bir esasa temas ettiler. Buyurdukları bu işin Trabzon’da tatbiki daha
çok uzun zamana mütevakkiftir, bendeniz de birçok ecnebi memleketler gezdim.
Buralarda bile böyle bir mecburiyet yoktur. Ve bugün için bu işin burada tatbiki
çok güç olur, hem bizim kahvelerimiz sıhhî değildir.
Hayrettin Atakol: İbrahim bey
arkadaşımız buyurdular ki kahvehanelerde gayri sıhhî vaziyet vardır, halbuki bu
iş alışkanlık işidir. Bendeniz de evvelce başımı açtığım zaman rahatsız olurdum
fakat sonradan daimî açınca alıştım.
Ali Rıza Işıl: Arkadaşların maksadı
fennî ve sıhhî vaziyet değil de medeni kisveyi nazarı itibare alarak bu takriri
vermişlerdir, dedi.
Çevdet Akçay: Takrir sahibi
arkadaşlarımız bu takriri bir maksada mebni vermişlerdir. Benim kanaatıma göre
birinci sınıf kahvehanelere, bu işin tatbiki için hususi mahiyette tenbih
edilir ve şimdilik bu şekilde bu işe bir yol açmış oluruz. Benim düşüncem bu
merkezdedir.
Tevfik Yunusoğlu: Bu işin burada
kabiliyeti tatbikiyesi yoktur. Bu usul ne bizim İstanbul, Ankara ve İzmir gibi
oldukça medeniyete daha evvel ulaşmış şahirlerimizde ve ne de Avrupa şehirlerinde
böyle bir şey olduğunu işitmedik, hem bizim memleketimizde birinci sınıf
addedilecek kahvehanemiz de yoktur, anın için bu işin şimdilik burada tatbikine
imkan yoktur.
Şevki Savaşçı: Ben istiyorum ki
vereceğimiz karar müessir olsun ve tatbik kabiliyeti bulunsun. Kabiliyeti
tatbikiyesi olmayan işlerle meşgul olmamız doğru değildir.
Başkan:
Arkadaşlar, takririn bu maddesi üzerinde hayli söz söylendi, tenevvür
edildi kanaatindeyim. Takririn bu maddesini kabul edenler, kabul edilmedi.”
“İnkılâp Kanunları: Devrim Yasaları” adına fütursuzca
ne cinayetlerin, ne komedilerin şehirlerimizde bir kasırga gibi estirildiğini
gösteren Rize ve Trabzon’daki bu vahşet ve komedilerin kaynağı olan 1925
tarihli “Şapka İktizası Hakkında Kanun”
hâlâ mer’idir, yürürlüktedir…
Biz de bir teklifte bulunalım: Öncelikle tüm
milletvekillerini ve devlet memurlarını bu Kanunun gereklerini yapmaya, yâni
ŞAPKA GİYMEYE çağırıyoruz (!) Aksi halde KANUNA MUHALEFET suçundan
yargılanmaları gerekir! Halkın büyük çoğunluğu da şapka giymeyerek bu Kanuna
halen muhalefet etmektedir(!) Ya 88 yıl önceki bu ve benzeri “İnkılap
Kanunları”nın kaldırılması veyahut da uygulanması gerekir (!) Zira kanun
Devletin namusudur, gücüdür, devlet olmanın mütemmim cüz’üdür.
Ayrıca Şapka Kanunu'na muhalefetten hüküm giyenlerden
gıyabında özür dilenmelidir. Ve bu özür Dersim katliamından dolayı dilenen özür
kadar elzemdir. Yakın tarihin tüm devrimleri ve siyasî olayları gibi Şapka
Kanunu da yeniden ele alınmalı, vakıa bütün yönleriyle aydınlatılmalıdır.
Erken Cumhuriyet döneminde muhalefetiyle öne çıkan
Trabzon, Rize ve diğer Doğu Karadeniz şehirlerinin sadece şehir katliamı
(urbisite) değil; düzmece tertipler ve İstiklal Mahkemeleri marifetiyle “İslâmî
ruhu”nun yok edilmesine ilişkin nasıl bir insan katliamına maruz kaldıklarına
ilişkin yukarıdaki örnekler üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.
Tarihî hafızasını kaybeden şehirler, beyin felcine
maruz alzheimer’lı bir hasta gibi sadece biyolojik varlıklarını sürdürürler.
Üstad’ın mısrasını hatırlıyoruz: “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder