31 Aralık 2013 Salı

“DEVLET ŞEHİRCİLİĞİ” VE ŞEHRİN REENKARNASYONA UĞRAMASI

Yahya Düzenli

“Devlet Şehirciliği”; steplerde sahip olduğu alışkanlıklarını gittiği yere taşıyan, göçebe bir kültürden gelip yerleşik düzene kavuşsa, ayakları yerleşik olsa da kafası hâlâ göçebe, bir zihniyetin tezahürü… Önüne gelene hâkim olma, dönüştürme vehmiyle kudret gösterisinde bulunma…

“Reenkarnasyon”; yeniden bedenlenme, tekrar vücut bulma, ete bürünme. Diğer bir karşılığı da ruhun tekâmülü için “ruh göçü”. İslâm’da bu inanç küfürdür. Ancak, bu sapkın inanış, bana şehirlerimizin bugün büründüğü hali hatırlattı.

Önce “Kentsel Dönüşüm”, şimdilerde “Kentsel Yenileme” olarak sunulan şehir yıkımları bir nebze reenkarnasyonu andırıyor. Tersine bir tekâmül… Öyle bir reenkarnasyon ki; şehirlerimizin coğrafyasına saldırarak, üzerinde var olan son şehir kalıntılarını da yok edip, yerine ‘reenkarne’ ettikleri tabutluklar… Başka bir şey dememek için “insan barınağı” diyebileceğimiz türden mekânlar… Eski şehrin can çekişmesini seyredip adeta ‘niçin ölmüyor’ dercesine ona indirilen son darbe ile katledilip yerine dikilen “TOKİ siloları”yla varlığı devam ettirilen şehirler…  

Yazımızın başlığındaki “Devlet Şehirciliği” kavramı batılı bir felsefeci’nin  (H. Lefebre) sanki bizi (TOKİ’yi) tarif ediyorcasına kullandığı bir kavram. Felsefeci, bu kavramın işaret ettiği şehirciliği “empoze edilen düzenin altındaki tam bir kaostur” şeklinde ifade ediyor.  

Aynı felsefeci, “kentsel dönüşüm” veya “kentsel yenileme” adıyla güya şehirlerimizi ‘yaşanılır’ hale getirme iddiasındaki TOKİ ve şehircilik uygulamalarını hatırlatırcasına devam ediyor: “Şehirci bazen kendisini bir toplumsal hastalığı, patolojik bir mekanı tedavi ediyor ve iyileştiriyor gibi düşünür. Ona göre, önce kullanılabilir bir boşluk gibi soyut olarak düşünülen, daha sonra da kısmi içeriklere bölünen mekân hastalıkları vardır. Mekân hastadır ve sağlığını ona geri vermek için onunla ilgilenmek gerekir. Şehircilik yanılsamasının sonu, sayıklama halidir. Mekân ve mekân düşüncesi, düşünen kişiyi ölümcül bir yola götürür. Kişiyi şizofrenleştirir ve aslında kendi hastalığını, mekân hastalığını, zihinsel sersemlemesini ortaya koyar…”

Şehirlerimiz işte böylesi bir patolojik reenkarnasyonla yüz yüzedir. Buna aldırış eden kimse yok. Ne siyasiler, ne yerel yönetimler, ne mimar odaları, ne üniversitelerin mimarlık bölümü hocaları, ne de ilgili STÖ’ler... Hiç kimse… Herkes böyle bir “felix culpa: mesut cinayet”e ortak olmuş durumda.

Şehirlerimizin bu patolojik reenkarnasyonu hızla devam ediyor. Özellikle büyük metropollerden başlanarak girişilen bu seferberliğe getirilen itirazlar da “gecekondulardan temizlenen kentlerdeki yıkıntıları savunma” refleksi olarak görülüyor.

Öyle ya, şehrin tekâmülüne birkaç yüz yıl yetmez. Yeniden bedenlenmesi, ruhunun göçüp tekrar dünyaya gelmesi ve “TOKİ” adıyla şehirlikten çıkmış, başkalaşmış mekânlarla varlığını sürdürmesi gerekir.

2000’li yıllardan sonra olağanüstü bir hızla ve “güç zehirlenmesi”yle önü alınamaz hale gelen ‘kentsel yıkım’lar, ‘bize mahsus’ devlet şehirciliğinin emsalsiz numuneleri olarak şehir ve mimarî tarihimizde yerini alacaktır.

Evet, şehirlerimizin yatağı kaydı, hatta kayboldu.

Şehre bir şeyler oluyor…
Şehre çok şeyler oluyor…
Şehre çok şeyler oldu…

Şehre bir şeyler olduğunun “fark”ına varılamayınca bu süreç, bir volkandan sızan lâvların önce önemsiz zannedilmesi, sonra eteğindeki şehre doğru kalın damarlar halinde akması, daha sonra şehre yayılması ve nihayetinde şehri yutması şeklinde tezahür ediyor. Adeta kanserojen bir etki gibi bünyeyi istilâ ediyor ve şehir yok oluyor…

Üstelik şehirlerimiz mutasyona uğramış gibi, üzerine gelen lâvlarla değil de, kendisinden koparılan parçaların yeni şekiller almasıyla yok oluyor…

Öyle müthiş telkin altındayız ki; yok olana ağlamaktan geçtik,  reenkarne edilenlere inanacak hale getirildik. Bu hal insan ve şehrin helâkinden bir tezahür olsa gerek…

Gelelim, şehirlerimizin helâkinde önemli payı olan bir eski Bakana …
 
Geleceğin şehir tarihçilerinin “TOKİ Cinayetleri” veya “TOKİ Tabutlukları” başlığıyla ele alacaklarını düşündüğüm şehir yıkımlarının faillerinden birisi daha (Çevre ve Şehircilik Bakanı) hesabını vermeden çekip gitti. Uzun süre devletin “konut aygıtı TOKİ”nin başında bulunmuş ve yaptıkları tabutlukları “100 bin nüfuslu 23 şehir” olarak ilân etmiş bir Bakan, ne yazık ki hem TOKİ’de, hem de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda (ölmemek için son çırpınışlarını yaşayan) şehirlerimizin genlerini nasıl bozduğunun, bugünü ve yarınına nasıl bir hançer sapladığının hesabını vermeden, hesap sorulamadan gitti. Tabii bir zamanlar içerisinde bulunduğu siyasal iktidarın açtığı yolda. O, açılan yolda sadece önemli bir aktör, etkin bir fail idi.

Konumuz şehir, mimarî, medeniyet, gibi ontolojik idrak isteyen meseleleri yabancı bir galaksiden gelmiş gibi algılayan, şehri “yüksek fiyatlı arsa” olarak gören “emlakçi zihniyetliler” veya arsacı fail”ler, yahut da eski bakanlar değil, işin felsefesi…  Ancak, tüm şehirlerimiz medeniyet idrak ve tasavvurundan yoksun, bunları duyunca yüzüne sigara dumanı üflenmiş kediler gibi tiksinip kaçan “kifayetsiz muhteris”lere teslim edilirse bu halin sonu da helâkten başka bir şey olmayacaktır.

Yaşadıklarımız bize gösterdi ki, her öne gelen kalastan, keresteden siyasî ve şehir yöneticisi olamayacağı gibi, şehir dönüşümleri, yenilemeleri gibi cinayetlerden de şehirler âbâd olmaz. Şehri reenkarne olmaya zorlayan ve gen tahribinden başka bir işe yaramayan bu şehir katliamlarından vazgeçmenin zamanı gelmedi mi?

Ülkenin Çevre ve Şehircilik işlerinden sorumlu hazır yeni bir bakan göreve gelmişken, yepyeni bir anlayışla, yepyeni bir sayfa açmanın zamanı değil mi?


Temenni ediyoruz ama asla umutlu değiliz! Çünkü idrak yolları iltihaplı, şehir ve medeniyet damarları tıkalı olanların öncelikle “hasta oldukları”nın farkına varmaları gerekiyor. Görülen o ki “güç vehmi” böyle bir genetik hastalığı göremeyecek durumda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder