Yahya
Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Nasıl bir
şehirde/evde yaşamamız gerektiğini bilmiyor, insanî bir tercihte bulunamıyoruz.
Peki niçin? Çünkü eve ve şehre dair tasavvurumuzu kaybettik. Böylesine bir
başdönmesi içerisinde şaşkınlık yaşıyoruz. Şuursuzca dört bir tarafa
savruluyoruz. “Ev”imizin ve “şehr”imizin iradesi sermayenin elinde. Sermayenin
yâni kapitalin, gücün ve ihtirasın elinde. Adeta bir suçluya cezasını çekmek
üzere gardiyan eşliğinde hapishanedeki hücresinin gösterilmesi gibi, ‘büyük
şehir hapishanesi”nde bize “ev” diye ayrılan hücrelerde (hem de kapitalizmin
mabedlerine teslim olup borçlanma karşılığı) cezamızı çekiyoruz. Böyle bir
cezaya müstehak mıyız? Hayır!
Bir bakın yaşadığınız şehre ve eve… Bir de “yaşamak istediğiniz” şehre ve eve… “Yaşamak istediğiniz” gibi mekânlar üretebilecek “size ait” bir irade mevcut değil. Yaşayacağınız şehri ve evin nasıl olacağını siz belirlemiyorsunuz. Sahte bir ihtiyaç hissiyle sadece size ‘talep ettiriliyor’. Adeta bir esrar bağımlılığı gibi, önce bir simülâsyonla etki altına alınıyor, rüyalarınızda bile bu simülâsyonu görüyor, arkasından buna uygun zihin yapısı, yaşama düzeyi, reklâm, banka kredilerinin cazibesi, vs. sunuluyor ve siz hapishaneye hazır, ehilleştirilmiş bir mahkûm haline getiriliyorsunuz.
Modern
zamanlarda şehrin sizi “nereye çağırdığı”nın önemi yok, gitmeye
mecbursunuz. Size ‘şehir’ diye dayatılan
hapishanedeki hücrenizde mes’ut olmaya mahkûmsunuz (!) “Ulu şehir”ler yok
artık. Kentler “metropol”lere, metropoller de “megakent”lere dönüştü. Adını
“megakent” olarak tescil ettiremeyen kentler azap içinde kıvranıyor, çıldırıyor
(!)
Şehir
artık yok. Metropol ve megapolün istilâsı altındayız.
Kavramlar
bile masumiyetini yitirdi. Kullanıldığı yere göre kıymet ifade eden bazı
kavramlar o hale getiriliyor ve asliyyetinden o kadar uzaklaştırılıyor ki,
artık o kavramın ifade ettiği gerçekliğin, ihdas edildiği andaki gerçeklikle
hiçbir ilgisi kalmıyor. Kavramın muhtevası kaybolup ‘damak tadı’nın verdiği
şehevî zevkle şehirlerimize kasvetli kavramları giydiriyoruz.
Dünyanın
gettosu ve taşrası olmayı hazmetmiş bizim şehirlerimiz de artık “marka kent”,
“dünya kenti” ve şimdilerde de “megakent” olma yolunda “küresel tırmanışı”nı
sürdürüyor (!)
İhtiraslarımızı
tatmin etmeye “metropol” yetmiyor artık, “megapol”e dönüşmemiz lâzım.
“Megakent”, megapol’ün bizdeki karşılığı. Anlamı korkunç: “Azman şehir”. Hiç
şüphe yok ki haddini aşan yâni azan insanın “azman şehir”de yaşaması da
kaçınılmaz bir zorunluluk.
Kapitalizmin
kent olgusuna eleştiriler getiren sosyal bilim kuramcılarından David Harvey’in,
(her ne kadar şehirleri sadece ‘materyalist bakış’a ele almış ve şehirlerin
mana, ruh ve muhtevalarına dair hususları eksik bırakmışsa da)Türkiye’de
verdiği bir konferansta dile getirdiği eleştirileri dikkate almak gerekiyor.
Şunları söylüyor Harvey:
“Endüstriyel üretim
karşılaştığı aşırı-birikim krizlerini aşmak yolunda inşaat yapmak üzerinden
geçici çözümler üretilmiş, üretilmeye devam etmektedir. Kentlerde yeni büyük
binaların inşa edilerek sermayenin karlılığını devamlı kılacak yeni bir ortamın
oluşturulması sağlanmaya çalışılıyor. Sermaye sürekli hareket etme, akış
içerisinde olma eğilimindedir, çünkü alım gücü yoksa değer yaratılamaz. Böylece
kapitalist toplumlarda kentsel mekân sermaye için yeniden ve yeniden üretilen
bir meta halini almıştır. Büyük ölçekli inşaat yapmak hoşa gidiyor. İş
gökdelenleri, AVM’ler ve mega projeler yapılıyor, ve bunun üzerinden
borçlanılarak finansman sağlanıyor. Bu sektör üzerinden büyük paralar
kazanılıyor.”
Dev binalar ve şehir mekânlarının artık “insan
için” değil, “sermaye”nin urlaşması, dolaşım hızının artması ve yaygınlaşması
için olduğuna vurgu yapan Harvey “Artık
para fiziksel boyutunu yitirdi. Hem miktar hem mekân olarak sınırsız bir hal
almış durumda” diyerek şöyle devam ediyor:
“…kapitalist düzenin en
büyük çelişkilerinden biriyle karşılaşıyoruz. Bir ürünün kullanım değerinin,
değişim değerine dönüşmesi. Kentlerde ev ya da yaşam alanlarının artık kullanım
değeri değil değişim değeri var. Bu nedenle yatırım amaçlı alınıp atıl
bekletilen mekân sayısı büyük boyutlara ulaşmış durumda. O kadar ki kapitalist
kentlerde artık kullanılmayan ev sayısı, evsiz insan sayısından daha fazla.”
Sermaye
hiçbir değer karşısında boyun eğmiyor. Direnilemiyor, önüne çıkan her şeyi
eziyor, dönüştürüyor, mahkûm ediyor, yıkıyor, yok ediyor. Onun için de devasa “megapol”lerin
bir kanser gibi yayılması önlenemiyor. Bu kanser, sadece bir bünyeyi (şehri) öldürmekle
kalmıyor, etkisi yayılarak diğer bünyeleri
de patolojik hale getirip, bir süre sonra da öldürüyor.
Harvey’e
kulak veriyoruz: “70’lerin kentleri ile
bugünün kentleri karşılaştırıldığı zaman
aslında önümüzde duran tehlike açıkça ortada. Aynı bileşik hızla devam edecek
bir büyümeyle 50 yıl sonra nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı
düşününce, bugün kapitalist kentleşme hızının önüne geçmemiz gerektiğini net
bir şekilde görebiliriz. Bir an önce yeni stratejiler oluşturulup, önlemler
alınmalı. Birkaç yıl kullanılmayan evlerin devlet malı haline gelmesi bile
düşünülebilir.”
Harvey’in
sözünü ettiği şehirler sadece batı şehirleri değil. Batılı insanı, yaşayacağı
kente tedricî olarak hazırlayan bir süreç var ve bu süreç şehrin kasvetine,
ürkütücülüğüne insanları hazırlıyor, alıştırıyor, yaşama kültürü oluşturuyor.
Bizim şehirlerimize akbabalar gibi üşüşenler, hiçbir ölçü ve değer tanımadan,
içinde insanın mı yoksa ‘insan suretinde’ biyolojik canlıların mı yaşayacağı
belli olmayan hapishaneler inşa edip, orada çürümelerini bekliyor.
Artık
“toplum mühendisliği” sadece siyasî bir kavram ve olgu olmaktan çıkıp “yaşama
alanları”na da müdahale ederek, kendisini “yaşam mimarı” olarak pazarlamakta ve
ahlâk dışı bir sistemin hafriyatçılığını yapmaktadır.
Yönetenlerin
şehirde safariye çıkmış avcı, sırtlanların ‘kent
tasarımcısı’, akbabaların “yaşam
mimarı” olduğu bir şehirde/dünyada yaşamanın anlamını yeniden aramakla,
sorgulamakla mes’ul değil miyiz?
Bizim
şehrimiz ‘dersaadet’ti,
Bizim
şehrimiz ‘mükerrem’di,
Bizim
şehrimiz ‘münevver’di,
Bizim
şehrimiz ‘şerîf’di.
Ya şimdi?
“Bizim
şehrimiz” kaldı mı? Bu gidişle gelecek nesiller “var mıydı ki?” diye sorarsa
vay halimize!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder