Yahya Düzenli
Yaşadığımız dünyada insan ve şehir ilişkisini terkibî olarak en iyi ifade
eden iki kavram; nekropol (ölüler şehri) ile metropol (diriler şehri) olsa
gerek. Nekropol’le metropol’ün ortak özelliği her ikisinin de artık tek bir
türü barındırması. Yâni ‘ölü insan’ı.
Modern dünyanın metropollerinin giderek antik dünyanın nekropollerine
dönüştüğüne ve şehirlerimizin nekropole dönüşmesi için insanoğlunun cinnet
derecesinde çaba sarfettiğine defalarca vurgu yapmıştım. Ülkemizde uygulanan
‘kentsel dönüşüm’ politikalarıyla bu sürecin hızlandığını, bütün şehirlerimizi
‘insan tabutlukları’ şeklinde istilâ eden toplu konutlar, rezidanslar, AVM’ler,
gökdelenler ve güvenlikli sitelerle artık yaşayan insanların değil,
yürüyen
ölülerin bulunduğu şehirlerde istif edildiğimizi görebiliyor
muyuz? Kurgu film senaryolarının hayata
dönüştüğü bir kıyameti yaşıyoruz.
Antik dönem nekropollerinin modern zaman metropollerden farkı şu ki;
insanoğlu öldüğünde nekropolde yerini alıyor ve muhteşem bir anıt- mezara
konuluyordu. Günümüz metropolleri (büyük şehirleri)nde ise insanlar canlı iken
nekropol hayatı yaşıyor. Bu benzetmeler üzerinde düşünürken, önce çizgi roman
olarak başlayan ve dünyada büyük bir seyirci kitlesi tarafından takip edilen Yürüyen Ölüler (The Walking Dead) isimli fantastik roman ve filmi bana günümüzdeki
insan-şehir ilişkisini düşündürttü.
Bu roman/film bana büyük ârif Yunus Emre’nin bir şiirini hatırlattı.
Yunus Emre, “Bir acep onulmaz derdim var
idi” mısraıyla başlayan “Bir şehre vardım ki adı denilmez. Bir bahre
daldım ki haddi bulunmaz. Mürde-dil oluban geri dönülmez. Ölmezden önce öldüm
elhamdülillah!” diyerek insanın bu dünyada fâniliğini idrakin zirvesini
ifade ediyor. Bu (yâni ölmeden önce
ölmek) idrakinin zıddına, günümüzün
metropollerinde insanlar hakikatte ölümvari olan -insani değerlerden mahrum
şeklen- hayatı yaşamak addediyor. Hâl'de ve idrakte Yunus hikmetinin tam tersi
yani.. Böylesine dehşet bir tablo…
Bu film-romanın özet tanıtımına göz attığımızda, fantastik bir kurgu da
olsa, aslında yaşadığımız hayat ve şehrin nasıl bir nekropole, insanların da
yürüyen ölülere dönüştüğüne dehşetle şahit oluruz:
“Her şey dönüşümle
başlamıştı. Bildikleri o eski dünya yok olmuş, küllerinden dev ölü kentler
doğmuştu. Tüm sevdikleri tek tek dönüşüyor, her geçen gün içlerinden birileri
yürüyen ölüler kervanına katılıyordu. Bu yeni ve acımasız dünyada hayatta
kalabilmek, âşık olabilmek mümkün müydü?”
Bu dünyada (şehirde) hiçbir
insanî değere yer yoktu. İnsan görünümünde yürüyen ölülerle mücadele etmekten
yorgun düşen film-roman kahramanı için “eski dünyanın yıkıntıları ve ölüleri
arasında canlı kalabilmeyi başarmasının tek bir şartı vardı: duygusuzlaşarak o ölülerden birisi olmak!”
Kurgu, fantastik (hayalî) de
olsa yürüyen ölüleri hayal ettirebiliyor ve onu sinema diliyle gerçeğe
dönüştürebiliyorsa demek ki yaşadığımız şehir ve insan ilişkisi böylesine
trajik bir akıbete doğru gidiyor. Çünkü hayal ve tasavvur her ne kadar hayattan
kopuk da olsa, bir yönüyle insanın bulunduğu ‘yerden-hâlden’ ilham almaktadır.
Şehrin şehir olmaktan çıkıp,
gene Yunus Emre’nin söylediği “ben bir
acep ile geldim, kimse halim bilmez benim” mısraındaki insan ve şehir
ilişkisindeki yalnızlığın verdiği irfan ve idrakle yaşadığı endişeden
habersiziz. Çünkü şehirde herkes “yürüyen ölü”ye dönüşmüş. Yürüyen ölülerin
arasında var olabilmek, onlar gibi olmakla, ölülerden birisine dönüşmekle mümkündür.
Bakın yaşadığımız şehre…
Büyük hikmet ve irfan adamlarının tarif ettiği insan ve şehirden hiçbir iz
taşıyor mu? Ruhuyla kalmayan şehir ve insan ancak “yürüyen ölü” halinde
kütlesiyle yaşıyor!
Ölü şehir ve yürüyen ölüler!
Dehşet!
Yürüyen ölüler haline
gelen insanoğlunun inşa ederken imha ettiği şehirlerimizde betonla buluşma ve göğe tırmanma tutkusu Babil halkında olduğu gibi
şehvete dönüştü. Betona meftun bir idrak, göğü delmek için ürettiği
“gökdelen”leriyle adeta mâveraya savaş açtı. Yeryüzü yetmedi, gökyüzünü de
kirletme şehveti depreşti.
Yürüyen ölülerin kadavradan
tek farkı; kadavranın hareket etmemesi.
Tarih bize gösteriyor ki büyük helâke doğru insanoğlu ‘akrebin
kendi kendisini sokması’ gibi üzerine felâketleri çeken bir yaratığa dönüşüyor.
Modern zamanların büyük helâki de,
ürettiği ve kuşandığı “gökdelen” silahıyla kendi kendisini imha etmek belki.
Nekropole dönüşen şehrimizde
yürüyen ölüler halinde sabah nekropolün beton tabutluklarından çıkıp akşam
tekrar tabutluklara dönüyoruz.
Hiçbir şifa kabul etmez bu
hali “gizli bir el” mi kumanda ediyor yoksa insanoğlunun isyanının sonucu
kendisini topyekûn intihara sürüklemesi mi söz konusu?
“Nekropolde komadayız”
diyemiyoruz. Çünkü koma hali insanî bir olgudur. ‘Ölüler şehri’nde hareket eden
‘yürüyen ölüler’in uyanma ihtimali ise yok gibi.
Kadavraya “insan”
diyebiliyorsak yürüyen ölüler şehrine de “şehir” diyebiliriz. Şehrimize ve
insanımıza bir de böyle baksak acaba nasıl bir manzaraya şahit olacağız?