26 Mayıs 2014 Pazartesi

YÜRÜYEN ÖLÜLER VE ÖLÜLER ŞEHRİ...

Yahya Düzenli

Yaşadığımız dünyada insan ve şehir ilişkisini terkibî olarak en iyi ifade eden iki kavram; nekropol (ölüler şehri) ile metropol (diriler şehri) olsa gerek. Nekropol’le metropol’ün ortak özelliği her ikisinin de artık tek bir türü barındırması. Yâni ‘ölü insan’ı.

Modern dünyanın metropollerinin giderek antik dünyanın nekropollerine dönüştüğüne ve şehirlerimizin nekropole dönüşmesi için insanoğlunun cinnet derecesinde çaba sarfettiğine defalarca vurgu yapmıştım. Ülkemizde uygulanan ‘kentsel dönüşüm’ politikalarıyla bu sürecin hızlandığını, bütün şehirlerimizi ‘insan tabutlukları’ şeklinde istilâ eden toplu konutlar, rezidanslar, AVM’ler, gökdelenler ve güvenlikli sitelerle artık yaşayan insanların değil, yürüyen ölülerin bulunduğu şehirlerde istif edildiğimizi görebiliyor muyuz?  Kurgu film senaryolarının hayata dönüştüğü bir kıyameti yaşıyoruz.

Antik dönem nekropollerinin modern zaman metropollerden farkı şu ki; insanoğlu öldüğünde nekropolde yerini alıyor ve muhteşem bir anıt- mezara konuluyordu. Günümüz metropolleri (büyük şehirleri)nde ise insanlar canlı iken nekropol hayatı yaşıyor. Bu benzetmeler üzerinde düşünürken, önce çizgi roman olarak başlayan ve dünyada büyük bir seyirci kitlesi tarafından takip edilen Yürüyen Ölüler (The Walking Dead) isimli fantastik roman ve filmi bana günümüzdeki insan-şehir ilişkisini düşündürttü.  

Bu roman/film bana büyük ârif Yunus Emre’nin bir şiirini hatırlattı. Yunus Emre, “Bir acep onulmaz derdim var idi” mısraıyla başlayan “Bir şehre vardım ki adı denilmez. Bir bahre daldım ki haddi bulunmaz. Mürde-dil oluban geri dönülmez. Ölmezden önce öldüm elhamdülillah!” diyerek insanın bu dünyada fâniliğini idrakin zirvesini ifade ediyor. Bu (yâni ölmeden önce ölmek) idrakinin zıddına,  günümüzün metropollerinde insanlar hakikatte ölümvari olan -insani değerlerden mahrum şeklen- hayatı yaşamak addediyor. Hâl'de ve idrakte Yunus hikmetinin tam tersi yani.. Böylesine dehşet bir tablo…

Bu film-romanın özet tanıtımına göz attığımızda, fantastik bir kurgu da olsa, aslında yaşadığımız hayat ve şehrin nasıl bir nekropole, insanların da yürüyen ölülere dönüştüğüne dehşetle şahit oluruz:
“Her şey dönüşümle başlamıştı. Bildikleri o eski dünya yok olmuş, küllerinden dev ölü kentler doğmuştu. Tüm sevdikleri tek tek dönüşüyor, her geçen gün içlerinden birileri yürüyen ölüler kervanına katılıyordu. Bu yeni ve acımasız dünyada hayatta kalabilmek, âşık olabilmek mümkün müydü?”
Bu dünyada (şehirde) hiçbir insanî değere yer yoktu. İnsan görünümünde yürüyen ölülerle mücadele etmekten yorgun düşen film-roman kahramanı için “eski dünyanın yıkıntıları ve ölüleri arasında canlı kalabilmeyi başarmasının tek bir şartı vardı: duygusuzlaşarak o ölülerden birisi olmak!”
Kurgu, fantastik (hayalî) de olsa yürüyen ölüleri hayal ettirebiliyor ve onu sinema diliyle gerçeğe dönüştürebiliyorsa demek ki yaşadığımız şehir ve insan ilişkisi böylesine trajik bir akıbete doğru gidiyor. Çünkü hayal ve tasavvur her ne kadar hayattan kopuk da olsa, bir yönüyle insanın bulunduğu ‘yerden-hâlden’ ilham almaktadır.
Şehrin şehir olmaktan çıkıp, gene Yunus Emre’nin söylediği “ben bir acep ile geldim, kimse halim bilmez benim” mısraındaki insan ve şehir ilişkisindeki yalnızlığın verdiği irfan ve idrakle yaşadığı endişeden habersiziz. Çünkü şehirde herkes “yürüyen ölü”ye dönüşmüş. Yürüyen ölülerin arasında var olabilmek, onlar gibi olmakla, ölülerden birisine dönüşmekle mümkündür.
Bakın yaşadığımız şehre… Büyük hikmet ve irfan adamlarının tarif ettiği insan ve şehirden hiçbir iz taşıyor mu? Ruhuyla kalmayan şehir ve insan ancak “yürüyen ölü” halinde kütlesiyle yaşıyor!
Ölü şehir ve yürüyen ölüler! Dehşet!
Yürüyen ölüler haline gelen insanoğlunun inşa ederken imha ettiği şehirlerimizde betonla buluşma ve göğe tırmanma tutkusu Babil halkında olduğu gibi şehvete dönüştü. Betona meftun bir idrak, göğü delmek için ürettiği “gökdelen”leriyle adeta mâveraya savaş açtı. Yeryüzü yetmedi, gökyüzünü de kirletme şehveti depreşti.

Yürüyen ölülerin kadavradan tek farkı; kadavranın hareket etmemesi.

Tarih bize gösteriyor ki büyük helâke doğru insanoğlu ‘akrebin kendi kendisini sokması’ gibi üzerine felâketleri çeken bir yaratığa dönüşüyor. Modern zamanların büyük helâki de, ürettiği ve kuşandığı “gökdelen” silahıyla kendi kendisini imha etmek belki.

Nekropole dönüşen şehrimizde yürüyen ölüler halinde sabah nekropolün beton tabutluklarından çıkıp akşam tekrar tabutluklara dönüyoruz.

Hiçbir şifa kabul etmez bu hali “gizli bir el” mi kumanda ediyor yoksa insanoğlunun isyanının sonucu kendisini topyekûn intihara sürüklemesi mi söz konusu?

“Nekropolde komadayız” diyemiyoruz. Çünkü koma hali insanî bir olgudur. ‘Ölüler şehri’nde hareket eden ‘yürüyen ölüler’in uyanma ihtimali ise yok gibi.

Kadavraya “insan” diyebiliyorsak yürüyen ölüler şehrine de “şehir” diyebiliriz. Şehrimize ve insanımıza bir de böyle baksak acaba nasıl bir manzaraya şahit olacağız?





20 Mayıs 2014 Salı

KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN MAHSÛLÜ SİTELER VE AYRIŞTIRILMIŞ TOPLUM!


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tarihçi Braudel “bazı süreçler için özel bir adlandırmaya ihtiyaç olduğu”nu söyler. Bu bağlamda, ileride yazılacak şehir tarihlerinde, belli dönemleri kategorize ve ifade etmek için kullanılacak kavramların başında hiç şüphe yok ki “Kentsel Dönüşüm” gelecektir. 2000'li yıllarla birlikte literatürümüzü işgal eden bu kavramın uygulamada övünülecek bir tarihi yok. Böyle bir tarihi olmadığı için de geleceğe bırakacağı tek şey şahsiyetsiz şehirler olacaktır.

Kentsel dönüşüm milat olarak ele alındığında “Kentsel Dönüşüm’den önce” ve “Kentsel Dönüşüm’den sonra” diye şehirlerimizi değerlendirecek olanlar; Cumhuriyetle birlikte bir türlü rahat bırakılmayan, her dönem bir başka jenosid uygulanan şehirlerimizin en son “kentsel dönüşüm” denilen modern zaman terminatörünün elinde neler çektiğine, ne hale geldiğine şahit olacaklardır.

İnsanoğlunu şehre karşı böylesine yok edici bir ihtirasa sürükleyen nedir? Şehirden intikam mı almak istiyor? Hangi saik ve sebeptir onu şehrine karşı savaş açtıran?

Eski deyimle “taammüden: tasarlayarak” olsun veya “tegâfülen: umursamazlıkla” olsun ülkemizin tarihî şehirleri cumhuriyetle birlikte müthiş bir urbisit: şehir katliamı yaşadı. Şehir insanına tarihî hatırlatan, onu medeniyet birikimine götüren ne varsa yok edilmeye çalışıldı. Tek cümleyle; şehre yönelen yıkım hafızamızı yok etmeye matuftu.

Çünkü şehir tarih, hafıza, hatıra yâni “kendini idrak” demekti. Hatırlayabilen şehir, geleceğini hazırlayabilen şehirdi.

Her nesil, devraldığı şehir birikimine kendi dönemini ilâve ve inşa ederek geleceğe taşır. Böylesine bir süreklilikle “şehir hafızası” canlı kalır. Hafıza, hapsedildiği izbelerden bu şekilde çıkıp insanın varlık idrakini tahkim eder.

“Kentsel Dönüşümden önce” yani modern zamanlarda şehirlerimizi kaybetmeden “şehir” deyince kalbimizi ve zihnimizi bir sıcaklık kaplardı. Bizi ana sıcaklığıyla kucaklayan, sarmalayan, koruyan, ‘yaşanmaya değer’ bir yerdi şehir. Şimdilerde ise kalbi terk ettik, şehri katlettik. Kaybolan kalbin yerinde bulunan bir et parçasıyla kendimizi güvenlik ihtiyacıyla, biyolojik bir aygıt olarak sitelere teslim ettik, onlara sığındık. Antik dönem site devletleri gibi surlarla çevrili  “güvenlikli sitelere” hapsolunduk. Site vatandaşları bile sorgulanmadan içeri giremiyor. Mahalleyi yok eden zihniyet, kentsel dönüşüm ürünü güvenlikli sitelerde yeni bir varoluş tarzı, yeni bir yaşama biçimi getirdi.  

Böylece kendimizden, tarihi birikimimizi yaşatan şehrimizden koptuk, ayrıştık. Bu siteler, adeta sermayenin kentsel dönüşümün laboratuvarları olarak inşa ediliyor. Bu “güvenlikli laboratuvar”da yabancılaştık, başkalaştık, yeni bir biyokimyaya bulaştık. Ruhu ve kalbi olmayan, görüntüsü insan, hakikati sinir-kas-ilik-kemik bir yaratık haline geldik, atomize bir şekilde parçalara ayrıldık. Bu toplu laboratuvarda varlığımızdan haberi olmayan, bizim de varlıklarından haberdar olmadığımız komşularımız, ölüp de ceset kokusu siteye yayıldığında birbirinden haberdar oluyor.

Kentsel dönüşümün doğurduğu bu “güvenlikli siteler”e ilişkin İstanbul Ticaret Odası’nın düzenlediği “Kentsel Dönüşümün Sosyal Boyutu Sempozyumu”nda bir konuşma yapan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, ilginç şeyler söylemiş, sitelere tepki göstermiş. Demek ki kentsel dönüşümün sadece ranta dayalı ‘tek boyut’unun dışında bir ‘sosyal boyut’u da fark edilmiş ki bu isimle bir sempozyum düzenlenmiş.

Sempozyumda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı “İstanbul’da siteler tarzında ayrıştırılmış, ekonomik durumları aynı olan insanlar birbirleriyle ilişki kuruyor, diğerini hissetmiyor. Belli yerde yaşayanlar arka sokaklardaki problemlerin farkında değil. Aradaki uçurum giderek artmakta, makas açılmakta.” diye konuşmuş ve kentsel dönüşüme temas etmiş: “Kentsel dönüşümü İstanbul için bir şans olarak görmeliyiz. Bir ranta çevirmeden üzerinde hassasiyetle durmalıyız. Bazı sıkıntılar yaşanmakta. Maalesef dünyada bir rant iştahı var. Bununla mücadele etmek kolay değil.”

 Şehirlerin anormal büyümelerine vurgu yapan Belediye Başkanı, ‘değer’ ve ‘hassasiyet’lerden de bahsetmiş: “Bugün 15 milyonluk, Avrupa’nın 23 ülkesinden büyük bir İstanbul var. Köprüdeki sıkıntıyı çözmek adına yeni alternatifler bulmak zorundasınız. Bugün köprünün de yetmediği durumu yaşamaktayız. Bize düşen bu kentlerde önemli değerleri geleceğe aktarmak konusunda hassasiyet göstermek. Yeni yaşam alanlarını yaşam ilişkileri doğurur hale getirmek. Sosyal yapıya dikkat etmek. Bizi biz yapan hassasiyetlerimiz var.”

Yerel yönetimlerin şehirleri nasıl tahrip ettiğine de şöyle değinmiş: “Kentler hangi fonksiyonları, işlevleri üstlenecekler, bunların kararını vermediğimiz için bugün maalesef yöneticilerin kendi siyasi perspektifleri doğrultusunda şehirler gelişti. Her yöneticiye göre yeni, farklı adımlar atıldığını görmekteyiz, bu da gelecek adına kaygı verici. Kurumsal planlar yapılmalı.”
Bu sözleri kadîm bir medeniyet şehrinin Belediye Başkanı’ndan işitmek önemli ve manâlı, aynı zamanda da tuhaf. Bunları söyleyenin şikâyet ettiği siteler, kendilerinin hazırlayıp onaylayıp uygulamaya koyduğu kentsel dönüşüm projeleri’nin mahsulleri değil mi?

1994’ten beri İstanbul’u yöneten kendileri değil başkalarıymış gibi, bu yakınmanın haklı bir sebebi olabilir mi? İmar planlarını, şehir planlarını, kentsel dönüşüm projelerini yapan kim? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Büyükşehir Belediyesi değil mi?
Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Sisteme bizzat sistemi devam ettirenlerin getirdiği eleştiriler de sistemin devam etmesine ve onun bir parçası olmasına katkı veriyor. Herkesin “kendini hariç tutarak” konuştuğu bir ülkede sebepler de sonuçlar da kimseyi ilgilendirmiyor.

“Ağzından çıkanı kulağın duyacak!” diye bir atasözümüz var. Gayet rahat bir eda ile yukarıdaki sözleri söylemek ya müthiş bir “acziyet”in veya ne söylediğinin farkında olmayan bir gafletin ifadesi değil midir?
İnsanın aklına Ziya Paşa’nın; “Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizamat. Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde!” mısraları geliyor. Yâni “onlar dünyaya lafla, sözle düzen vermeye çalışırlar, fakat kendi evlerinin içinde bin türlü kirlilik ve düzensizlik vardır.” Gene Şeyhülislâm Bahaî Efendi’nin Bize mülhid diyenin kendüde îman olsa. Dahleden dinimize bari müselman olsa.” mısraları yaşanan tezada ışık tutuyor.

12 yıldır ülkeyi tek başına yöneten “muhafazakâr” etiketli bir iktidarın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bir taraftan ‘siteler’den şikâyet ederken, diğer taraftan yeni alanlarda “kulekondu”ların göğü delercesine yükselmesini seyrediyor.
Bir hikmet adamı diyor ki: “önce farenin şerrini def et, sonra buğday biriktirmeye çalış!”

Mekânın insana hayat verdiği zamanlar geride kaldı. Artık mekânın insanı dönüştürüp ruhsuzlaştırdığı zamanlarda “hayat denilen zan”la yaşıyoruz.

 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

“KENTSEL DÖNÜŞÜM”ÜN KEMİRDİĞİ ŞEHİRLERİMİZ…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tabulaştırılan kavramların zihinleri bulandırıp yönlendirdiği ve ifsat ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Adeta kurgu filmlerdeki siber saldırılar gibi kavramlar zihinlerimizi istilâ etmekle kalmayıp, hepimizi oluşturduğu illüzyon dünyasının figürleri, hatta kurbanları haline getiriyor. Zihnimiz kavram’la karşılaşmadan “her şeyden önce söz vardı!” doğru! Ama söz artık hakikatin vasıtası değil! Sözün kavramlaştığı, kavramın da kutsallaştığı, bununla kuşatıldığımız modern zamanlarda kavramların hakimiyeti altında kıvranıyoruz, can çekişiyoruz.

Yazımıza böyle bir girişle başlamamız, kavramların önce ‘şifa’ dağıtan bir vasıta olarak ortaya çıkıp, nihayetinde öldürücü bir silâh olarak kullanılabilmesine dikkat çekmektir. Üzerinde duracağımız kavram “Kentsel Dönüşüm.” Sadece kavram değil şüphesiz; taşıdığı, getirdiği büyük bir bedel var. Kavramların ‘kullanıma göre’ masum veya meş’um olduğunun idrakindeyiz. Bir münekkidimizin söylediği gibi "akıl susmuş ve mefhumlar cehennem! Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları.… Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba?..”

Uygulamalarıyla masumiyetini kaybetmiş bir organik kavram olarak ‘kentsel dönüşüm, kutsallaştırılmış bir tabu-kavram olarak şehirlerimizi kavuruyor!

Kent ne? Dönüşüm ne? Kavramın tarihî de yok! Tarihsiz ama talihli bir kavram! Talihli yâni tahripçi bir kavram: Kentsel dönüşüm!

Lûgatler dönüşüm’ü “olduğundan başka bir biçime girme, tahavvül, başka bir durum alma” olarak tanımlıyor. 

Son yıllarda şehir deyince hemen çağrışım yapan, evrâd ve ezkâr haline gelen “kentsel dönüşüm”…

Marjinal bir tepki mi veriyoruz? Şehirlerimizi istila eden gecekondu sefaletini görmüyor muyuz? İnsanların insanca bir yaşama mekânına sahip olmalarını istemiyor muyuz? Bütün bu gerekçelerle başlatılan ‘kentsel dönüşüm’e niçin muhalefet ediyoruz?

Şehirlerimiz gecekondulardan temizlenip ıslah mı ediliyor, yoksa kulekondularla işgal mi ediliyor?

Herkesin öldürücü zehiri âb-ı hayat olarak içtiği bir dünyada bu yöndeki feryâd ve ikazlar yankı bulabilir, anlaşılabilir mi?

Bu soru bize rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever’i hatırlattı.

Cansever, ‘iskelet tarlası’na çevrilen şehirlerimiz için ömrü boyunca çırpındı, feryâd etti. Feryâdını duyan mı oldu? Tekliflerine itibar eden var mıydı? En çok da kendilerini “muhafazakâr” olarak tanımlayanlar onu kahretti.

Cansever her şeyi söyledi, idraklerin hakikate yönelmesi için yüksek sesle haykırdı. Köklerin beslediği, geleneğin yön gösterdiği yeni bir “şehir ve medeniyet idraki”ne davet etti, yazdı, konuştu, çizdi ama ne yazık ki kafasında ‘kulak görünümlü’ bir organ taşıyanlar onu duymadı, anlamadı. Onların anlamadığı ve anlayamayacağı bir tarih, şehir ve medeniyet galaksisine davet ediyordu. Kimleri? İlgilileri, Şehircilik Bakanlığını, belediyeleri, hükümeti, mimarları, müteahhitleri, hatta tarihçileri, sosyologları… Ancak gözün görmemeye, kulağın duymamaya, dilin konuşmamaya, zihnin anlamamaya memur ve mecbur olduğu bir iklimde o ‘fildişi kulesi’nden feryâd eden bir münzeviydi.

Bu halde fâni âlemdeki görevini yerine getirerek göçtü. 

En çok da kentsel dönüşüm denilen modern zaman alametlerine itiraz etti. ‘Yeni şehirler’ teklif etti. Ama “şehir ve medeniyet idraki” olmayanların onu anlamaları kabil değildi. Kaybolan idrak bir daha da geri gelmez! Çünkü onu, tarihî bir malzeme olarak bile çağrıştıracak her şey yok edildi, yok ediliyor!

Kentsel dönüşüm bir idrak değil bir işgal! Modern zaman şehir musibetlerinin en öldürücülerinden!

Kentsel dönüşüme dair bu öfkemiz bize Trabzon’lu bir hikmet adamının annesinin bir sözünü hatırlattı. Öyle bir söz ki idrakimize mıh gibi çakılıyor. Diyor ki:

“Çocukluğumda annemle ahıra inmiştim. Baktım ki sığırlardan birisinin kulağının yarısı yok. Anneme; “bu sığırının kulağına ne oldu?” dedim. Annem: “Fare yedi onu” dedi. Ben de: “Anne nasıl yedi onu ki bu sığır hiç bağırmadı mı, hiç anlamadı mı?” Annem bu sefer dedi ki: “Fare ofura ofura (üfleyerek) yer oni da sığır anlamaz oni. Hoşina bile gider.”

Bu örneği kendi anneme anlattığımda annem de tasdik ederek “Bizim zamanımızda yaz başı sığırları ahırdan çıkardığımızda, yürüyemezlerdi. Tırnaklarını fareler kemirmiş olurdu. Tırnakları kemirilen sığırlar hiç aldırış etmezlerdi!”

Farenin sığırların kulaklarını ve tırnaklarını kemirdiği bu hadise aslında dehşet verici. Bir organı kemirilen canlı tepki vereceğine, bundan haz duyuyor!

Farelerle ilgili biraz araştırma yapınca; ağızlarındaki tükürük salgısı bütün canlılarda narkoz etkisi yaptığı için kemirilme sırasında bunu hiç hissetmezler, burun, dudak, kulak ve parmaklarını kemirerek yerler.

Bu hâdise bana şehirlerimizin “kentsel dönüşüm” macerasını, daha doğru maraziliğini hatırlattı.

Şehirlerimiz, (artık kalmamış kimliklerine rağmen) kentsel dönüşüm’le tedrîcen kemirilerek elimizden alınıyor, kayboluyor. Bu hal, farenin sığırların kulağını üfürerek kemirip onların da hoşuna gittiği gibi, bizim de hoşumuza gidiyor, haz alıyoruz. Fare üfürürken kemirdiğinde adeta bu üfürme sığırda narkoz tesiri yapıyor ve sığır da kıpırdamadan duruyor.

Yukarıdaki misalde olduğu gibi, kentsel dönüşümle üfürülen hava insanımızda narkoz tesiri yapıyor, sonra narkoza alışıp, bağımlı hale geliyor, daha sonra da mazoşist-hedonist bir karaktere bürünerek bu kemirmeden müthiş bir haz duyuyoruz.

Bir işgalci gibi önce şehirlerimize “gecekondu ıslahı” yla giren, sonra şehrin kalmayan ruhuna musallat olup AVM’lerle, Rezidanslarla, Konut kuleleriyle şehirleri işgal eden muhterislerin doymak bilmez iştah ve ihtirasları karşısında çaresiz biçimde şehrin tüm organları kemiriliyor!

Bir işgalci gibi önce şehirlerimize “gecekondu ıslahı” sloganıyla giren, sonra zaten şehrin kalmayan kimliğine musallat olup AVM’lerle, rezidanslarla, konut kuleleriyle şehirleri işgal eden muhterislerin doymak bilmez iştah ve ihtirasları tarafından -biz çaresizce seyrederken- şehirlerimiz kemiriliyor!

Rant muhterisleri üfürdükleri “kentsel dönüşüm” uyutmacası ile şehirleri tahrip ediyor, yiyip bitiriyor, bize de bu halden zevk almak kalıyor!

Bir Latin atasözü ‘harabeleri de harap ettiler’ der.

Üstad Necip Fazıl’ın bir yazısının sonundaki şu sorusuyla bitirelim: “Sıhhati ölümde aramak mıdır yol?”

5 Mayıs 2014 Pazartesi

ŞEHİRLERİMİZ ÇEKİRGE SÜRÜLERİNCE İSTİLÂ EDİLİRKEN…

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Tarihte şehirlerimize musallat olan üç büyük istilâ var. Bunlardan ikisi Haçlı ve Moğol istilâları diğeri ve en ilginci ise XVI. ve XIX. yüzyılda şehirleri başa çıkılamayacak derecede mahveden çekirge istilâlarıdır. Çekirgeler de bu şehir istilâcıları gibi sürü halinde üşüştüğü yeri kısa zamanda talan etmişlerdir.

Topyekûn İslâm dünyasına musallat Haçlı ve Moğol istilasının çekirge istilâlarıyla ne alâkası ve benzerliği var? Her üç istilânın en önemli benzerliği “sürüler” halinde İslâm şehirlerine üşüşmeleridir. Kin, ihtiras ve vahşetle şehirlerimize saldıran Haçlı ve Moğollar ile sadece gıda ihtiyacı için mahsule musallat olan çekirgelerin ortak hedefi; canlı, diri hayat belirten ne varsa hedef almalarıdır.

Çekirge istilâlarının diğer istilalardan farkı şu ki; bu istilâlarda Haçlılar ve Moğollar insan ve şehirleri katlediyor, çekirgeler ise sadece mahsule zarar veriyordu. Yâni çekirgelerin yaptığı tahribat çok daha masumdu.

Garabete bakın ki; zamanın devleti (Osmanlı) bu istilâya karşı mahsulü korumak için tedbir alır ve çekirgeleri imha etmenin çarelerini ararken; bugünün devleti (ilgili kurumlarıyla) istilâyı bizzat kendi yönetiyor.

Modern zamanlarda belki de tarihin en trajik istilâlarından birisini yaşıyoruz. Uzun süredir TOKİ marifetiyle ‘kentsel dönüşüm’ denilen “şehir genetiğini başkalaştırma” operasyonları bütün şehirlerimizde hızla devam ediyor. Ama bu istilâ bize ‘kurtarıcı’ gibi sunuluyor. Diğer bir deyişle; “İhya ediyoruz” illüzyonuyla şehirler imha ediliyor.

Fark şu ki; istilânın karakteri değişti.

Erken cumhuriyet döneminin şedit dalgaları özellikle kadîm şehirlerimizde tarihi hatırlatan ne varsa onları yok edip katlederken, bugün gene devlet-siyaset marifetiyle şehirlerimizde müthiş bir istilâ harekâtı yürütülüyor. Bu istilânın önünde kimse duramıyor. Durmak ne kelime, insanımızın zihni tağyir ve tağşiş edilerek o hale getirildi ve ‘kentsel dönüşüm’e aşık edildi ki “âh benim şehrim  de kentsel dönüşüm geçirse!” melânkolisine gark oldu.

Bugünlerde kasabalardan metropollere kadar “Kentsel dönüşüm size de geldi mi?” sorusu adeta “Şehrinize Hızır uğradı mı?” şeklinde anlaşılacak gibi. Oysa, ele geçen tarihin en büyük siyasî ve ekonomik imkân ve fırsatlarına rağmen, yani 12 yıldır şehirlerimizi “yaşanmaya değer” bir şehir yapma imkan ve potansiyeli var iken, ne yazık ki şehir ve medeniyet idrakinin olmayışı, bu imkânı heba etmekle kalmayıp, kadîm öğretilerde “kavmun müsrifun” biçiminde tarif edilen bir topluluğun üzerinden bereketin çekilmesi gibi, şehirlerimiz umrandan üryan, ruhsuz ve kimliksiz bir kasvet ve kaosa terk edildi. Toprak  ve topoğrafyanın karakterini bozan kentsel dönüşüm, inşa ettiği gayr-i insanî çevre ve mekânlarla insanları morgdaki ölüler veya konserveler gibi kutulara hapsederken, mes’ut bir mahpus rolünü benimseyerek hayatımızı sürdürüyoruz.

Böyle bir trajediyi yaşarken;

İmha edenin muhyî,
İstilâ edenin muslîh,
Katledenin mâhîr

olarak karşılandığı bir dünyada adeta çekirge sürüleri gibi şehirlerimize üşüşen kentsel dönüşüm belâsının sadece yaptıklarını değil, bıraktıkları tohumları bile temizlemek artık mümkün değil.

Bir örnekle meramımızı daha müşahhas ifade edelim:

1571’de İznik, Yenişehir, Aksisar ve Geyve’de,
1578’de Kefe ve Azak’ta,
1586’da da Çorum’da meydana gelen ve bütün mahsulü yok eden çekirge istilalarına karşı tedbir alan devlet ilgili kâdılara gönderdiği talimatlarda, meydana gelen istilânın “çekirgelerin tohumlarını toprağa bırakmış olmaları sebebiyle sonraki sene de tekrarlama ihtimali olduğu”na dikkat çekerek,  taht-ı kazânda olan halka tembih eyleyesin ki, vakitlerine hazır olup zahir olduğu gibi uçmağa ibtida eylemeden âdem üşürüp… çiğnedüp… ve ihtimam eyleyesin” diyerek tedbir alınmasını istemişti.

1829 yılında da Musul Vilayetinde görülen çekirge istilâsı yedi yıl devam etmiş,  kıtlık ve pahalılık baş göstermişti. Hatta bu çekirge istilasından kurtulmak için Konya Vilayetinde halk arasında meşhur olan çekirge suyu (sığırcık suyu)ndan bir miktar Musul’a getirilmiş, cami ve mescitlere konulmuş ve bu sudan içen kuşlar çekirgeleri yok etmişti.

İşte bu çekirge istilâları bizim devrimizdeki kentsel dönüşüm istilâlarını çağrıştırıyor. Biz de “şehir hassasiyeti” taşıyan ehli idrak, ehl-i irfan ve eğer devlette varsa ehl-i insaf ve ehl-i vicdan sahibi ilgililerle birlikte yanlış gidişata muhalefet ediyoruz.  Eğer gidişat böyle devam ederse, öncelikle belediye başkanlarından başlamak üzere tüm iktidar mensuplarına kentsel dönüşüm adı altında yapılanların tohumları da şehirlerimizin topraklarına bırakılmış olduğundan herhalde şöyle dememiz gerekecek: “Şehirlerimizde kentsel dönüşüm olarak huruç eyleyen ahir zaman meskenlerine karşu âdem üşürüp, anları çiğnedesünüz. Mümkün olmaz, bu işten vazgeçmezler ise yapanlara ta’n ve lanet idesünüz.”

Tarih tekerrür ediyor… Şehirler dün haçlı ve Moğolların katliamları ve masum çekirgelerin istilalarıyla talan ve istilâ ediliyordu, bugün meş’um kentsel dönüşümle istilâ ediliyor. 

Allah, modern zamanların azmanlaşmış çekirgelerinden şehirlerimizi muhafaza eylesin.

Ama  çok geç. Kentsel dönüşüm tohumlarını coğrafyamızdan çekip çıkarmak artık mümkün değil.

Yeni bir iklim, yeni bir ruh, yeni bir idrak lazım!!!