Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Tarihçi
Braudel “bazı süreçler için özel bir
adlandırmaya ihtiyaç olduğu”nu söyler. Bu bağlamda, ileride yazılacak şehir
tarihlerinde, belli dönemleri kategorize ve ifade etmek için kullanılacak
kavramların başında hiç şüphe yok ki “Kentsel Dönüşüm” gelecektir. 2000'li
yıllarla birlikte literatürümüzü işgal eden bu kavramın uygulamada övünülecek bir
tarihi yok. Böyle bir tarihi olmadığı için de geleceğe bırakacağı tek şey şahsiyetsiz
şehirler olacaktır.
Kentsel
dönüşüm milat olarak ele alındığında “Kentsel Dönüşüm’den önce” ve “Kentsel Dönüşüm’den
sonra” diye şehirlerimizi değerlendirecek olanlar; Cumhuriyetle birlikte bir
türlü rahat bırakılmayan, her dönem bir başka jenosid uygulanan şehirlerimizin
en son “kentsel dönüşüm” denilen modern zaman terminatörünün elinde neler
çektiğine, ne hale geldiğine şahit olacaklardır.
İnsanoğlunu
şehre karşı böylesine yok edici bir ihtirasa sürükleyen nedir? Şehirden intikam
mı almak istiyor? Hangi saik ve sebeptir onu şehrine karşı savaş açtıran?
Eski
deyimle “taammüden: tasarlayarak” olsun veya “tegâfülen: umursamazlıkla” olsun
ülkemizin tarihî şehirleri cumhuriyetle birlikte müthiş bir urbisit: şehir
katliamı yaşadı. Şehir insanına tarihî hatırlatan, onu medeniyet birikimine
götüren ne varsa yok edilmeye çalışıldı. Tek cümleyle; şehre yönelen yıkım
hafızamızı yok etmeye matuftu.
Çünkü
şehir tarih, hafıza, hatıra yâni “kendini idrak” demekti. Hatırlayabilen şehir,
geleceğini hazırlayabilen şehirdi.
Her
nesil, devraldığı şehir birikimine kendi dönemini ilâve ve inşa ederek geleceğe
taşır. Böylesine bir süreklilikle “şehir hafızası” canlı kalır. Hafıza,
hapsedildiği izbelerden bu şekilde çıkıp insanın varlık idrakini tahkim eder.
“Kentsel
Dönüşümden önce” yani modern zamanlarda şehirlerimizi kaybetmeden “şehir”
deyince kalbimizi ve zihnimizi bir sıcaklık kaplardı. Bizi ana sıcaklığıyla
kucaklayan, sarmalayan, koruyan, ‘yaşanmaya
değer’ bir yerdi şehir. Şimdilerde ise kalbi terk ettik, şehri katlettik.
Kaybolan kalbin yerinde bulunan bir et parçasıyla kendimizi güvenlik ihtiyacıyla, biyolojik bir
aygıt olarak sitelere teslim ettik, onlara sığındık. Antik dönem site
devletleri gibi surlarla çevrili
“güvenlikli sitelere” hapsolunduk. Site vatandaşları bile sorgulanmadan
içeri giremiyor. Mahalleyi yok eden zihniyet, kentsel dönüşüm ürünü güvenlikli
sitelerde yeni bir varoluş tarzı, yeni bir yaşama biçimi getirdi.
Böylece
kendimizden, tarihi birikimimizi yaşatan şehrimizden koptuk, ayrıştık. Bu
siteler, adeta sermayenin kentsel dönüşümün laboratuvarları olarak inşa
ediliyor. Bu “güvenlikli laboratuvar”da yabancılaştık, başkalaştık, yeni bir biyokimyaya
bulaştık. Ruhu ve kalbi olmayan, görüntüsü insan, hakikati sinir-kas-ilik-kemik
bir yaratık haline geldik, atomize bir şekilde parçalara ayrıldık. Bu toplu
laboratuvarda varlığımızdan haberi olmayan, bizim de varlıklarından haberdar
olmadığımız komşularımız, ölüp de ceset kokusu siteye yayıldığında birbirinden haberdar
oluyor.
Kentsel
dönüşümün doğurduğu bu “güvenlikli siteler”e ilişkin İstanbul Ticaret Odası’nın
düzenlediği “Kentsel Dönüşümün Sosyal Boyutu Sempozyumu”nda bir konuşma yapan
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, ilginç şeyler söylemiş, sitelere tepki
göstermiş. Demek ki kentsel dönüşümün sadece ranta dayalı ‘tek boyut’unun
dışında bir ‘sosyal boyut’u da fark edilmiş ki bu isimle bir sempozyum
düzenlenmiş.
Sempozyumda
İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı “İstanbul’da siteler tarzında ayrıştırılmış, ekonomik durumları aynı
olan insanlar birbirleriyle ilişki kuruyor, diğerini hissetmiyor. Belli yerde
yaşayanlar arka sokaklardaki problemlerin farkında değil. Aradaki uçurum giderek
artmakta, makas açılmakta.” diye konuşmuş ve kentsel dönüşüme temas
etmiş: “Kentsel dönüşümü İstanbul için bir şans olarak görmeliyiz. Bir ranta
çevirmeden üzerinde hassasiyetle durmalıyız. Bazı sıkıntılar yaşanmakta.
Maalesef dünyada bir rant iştahı var. Bununla mücadele etmek kolay değil.”
Yerel
yönetimlerin şehirleri nasıl tahrip ettiğine de şöyle değinmiş: “Kentler
hangi fonksiyonları, işlevleri üstlenecekler, bunların kararını vermediğimiz
için bugün maalesef yöneticilerin kendi siyasi perspektifleri doğrultusunda
şehirler gelişti. Her yöneticiye göre yeni, farklı adımlar atıldığını
görmekteyiz, bu da gelecek adına kaygı verici. Kurumsal planlar yapılmalı.”
Bu
sözleri kadîm bir medeniyet şehrinin Belediye Başkanı’ndan işitmek önemli ve
manâlı, aynı zamanda da tuhaf. Bunları söyleyenin şikâyet ettiği siteler,
kendilerinin hazırlayıp onaylayıp uygulamaya koyduğu kentsel dönüşüm
projeleri’nin mahsulleri değil mi?
1994’ten
beri İstanbul’u yöneten kendileri değil başkalarıymış gibi, bu yakınmanın haklı
bir sebebi olabilir mi? İmar planlarını, şehir planlarını, kentsel dönüşüm
projelerini yapan kim? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Büyükşehir Belediyesi
değil mi?
Tuhaf bir
ülkede yaşıyoruz. Sisteme bizzat sistemi devam ettirenlerin getirdiği
eleştiriler de sistemin devam etmesine ve onun bir parçası olmasına katkı
veriyor. Herkesin “kendini hariç tutarak”
konuştuğu bir ülkede sebepler de sonuçlar da kimseyi ilgilendirmiyor.
“Ağzından çıkanı kulağın duyacak!” diye bir atasözümüz var. Gayet rahat bir eda
ile yukarıdaki sözleri söylemek ya müthiş bir “acziyet”in veya ne söylediğinin
farkında olmayan bir gafletin ifadesi değil midir?
İnsanın
aklına Ziya Paşa’nın; “Onlar ki lâf ile
verirler dünyaya nizamat. Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde!”
mısraları geliyor. Yâni “onlar dünyaya
lafla, sözle düzen vermeye çalışırlar, fakat kendi evlerinin içinde bin türlü
kirlilik ve düzensizlik vardır.” Gene Şeyhülislâm Bahaî Efendi’nin “Bize mülhid
diyenin kendüde îman olsa. Dahleden dinimize bari müselman olsa.” mısraları yaşanan tezada ışık
tutuyor.
12 yıldır ülkeyi tek başına yöneten “muhafazakâr”
etiketli bir iktidarın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı bir taraftan
‘siteler’den şikâyet ederken, diğer taraftan yeni alanlarda “kulekondu”ların
göğü delercesine yükselmesini seyrediyor.
Bir hikmet adamı
diyor ki: “önce farenin şerrini def et,
sonra buğday biriktirmeye çalış!”
Mekânın
insana hayat verdiği zamanlar geride kaldı. Artık mekânın insanı dönüştürüp
ruhsuzlaştırdığı zamanlarda “hayat denilen zan”la yaşıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder