26 Mayıs 2014 Pazartesi

YÜRÜYEN ÖLÜLER VE ÖLÜLER ŞEHRİ...

Yahya Düzenli

Yaşadığımız dünyada insan ve şehir ilişkisini terkibî olarak en iyi ifade eden iki kavram; nekropol (ölüler şehri) ile metropol (diriler şehri) olsa gerek. Nekropol’le metropol’ün ortak özelliği her ikisinin de artık tek bir türü barındırması. Yâni ‘ölü insan’ı.

Modern dünyanın metropollerinin giderek antik dünyanın nekropollerine dönüştüğüne ve şehirlerimizin nekropole dönüşmesi için insanoğlunun cinnet derecesinde çaba sarfettiğine defalarca vurgu yapmıştım. Ülkemizde uygulanan ‘kentsel dönüşüm’ politikalarıyla bu sürecin hızlandığını, bütün şehirlerimizi ‘insan tabutlukları’ şeklinde istilâ eden toplu konutlar, rezidanslar, AVM’ler, gökdelenler ve güvenlikli sitelerle artık yaşayan insanların değil, yürüyen ölülerin bulunduğu şehirlerde istif edildiğimizi görebiliyor muyuz?  Kurgu film senaryolarının hayata dönüştüğü bir kıyameti yaşıyoruz.

Antik dönem nekropollerinin modern zaman metropollerden farkı şu ki; insanoğlu öldüğünde nekropolde yerini alıyor ve muhteşem bir anıt- mezara konuluyordu. Günümüz metropolleri (büyük şehirleri)nde ise insanlar canlı iken nekropol hayatı yaşıyor. Bu benzetmeler üzerinde düşünürken, önce çizgi roman olarak başlayan ve dünyada büyük bir seyirci kitlesi tarafından takip edilen Yürüyen Ölüler (The Walking Dead) isimli fantastik roman ve filmi bana günümüzdeki insan-şehir ilişkisini düşündürttü.  

Bu roman/film bana büyük ârif Yunus Emre’nin bir şiirini hatırlattı. Yunus Emre, “Bir acep onulmaz derdim var idi” mısraıyla başlayan “Bir şehre vardım ki adı denilmez. Bir bahre daldım ki haddi bulunmaz. Mürde-dil oluban geri dönülmez. Ölmezden önce öldüm elhamdülillah!” diyerek insanın bu dünyada fâniliğini idrakin zirvesini ifade ediyor. Bu (yâni ölmeden önce ölmek) idrakinin zıddına,  günümüzün metropollerinde insanlar hakikatte ölümvari olan -insani değerlerden mahrum şeklen- hayatı yaşamak addediyor. Hâl'de ve idrakte Yunus hikmetinin tam tersi yani.. Böylesine dehşet bir tablo…

Bu film-romanın özet tanıtımına göz attığımızda, fantastik bir kurgu da olsa, aslında yaşadığımız hayat ve şehrin nasıl bir nekropole, insanların da yürüyen ölülere dönüştüğüne dehşetle şahit oluruz:
“Her şey dönüşümle başlamıştı. Bildikleri o eski dünya yok olmuş, küllerinden dev ölü kentler doğmuştu. Tüm sevdikleri tek tek dönüşüyor, her geçen gün içlerinden birileri yürüyen ölüler kervanına katılıyordu. Bu yeni ve acımasız dünyada hayatta kalabilmek, âşık olabilmek mümkün müydü?”
Bu dünyada (şehirde) hiçbir insanî değere yer yoktu. İnsan görünümünde yürüyen ölülerle mücadele etmekten yorgun düşen film-roman kahramanı için “eski dünyanın yıkıntıları ve ölüleri arasında canlı kalabilmeyi başarmasının tek bir şartı vardı: duygusuzlaşarak o ölülerden birisi olmak!”
Kurgu, fantastik (hayalî) de olsa yürüyen ölüleri hayal ettirebiliyor ve onu sinema diliyle gerçeğe dönüştürebiliyorsa demek ki yaşadığımız şehir ve insan ilişkisi böylesine trajik bir akıbete doğru gidiyor. Çünkü hayal ve tasavvur her ne kadar hayattan kopuk da olsa, bir yönüyle insanın bulunduğu ‘yerden-hâlden’ ilham almaktadır.
Şehrin şehir olmaktan çıkıp, gene Yunus Emre’nin söylediği “ben bir acep ile geldim, kimse halim bilmez benim” mısraındaki insan ve şehir ilişkisindeki yalnızlığın verdiği irfan ve idrakle yaşadığı endişeden habersiziz. Çünkü şehirde herkes “yürüyen ölü”ye dönüşmüş. Yürüyen ölülerin arasında var olabilmek, onlar gibi olmakla, ölülerden birisine dönüşmekle mümkündür.
Bakın yaşadığımız şehre… Büyük hikmet ve irfan adamlarının tarif ettiği insan ve şehirden hiçbir iz taşıyor mu? Ruhuyla kalmayan şehir ve insan ancak “yürüyen ölü” halinde kütlesiyle yaşıyor!
Ölü şehir ve yürüyen ölüler! Dehşet!
Yürüyen ölüler haline gelen insanoğlunun inşa ederken imha ettiği şehirlerimizde betonla buluşma ve göğe tırmanma tutkusu Babil halkında olduğu gibi şehvete dönüştü. Betona meftun bir idrak, göğü delmek için ürettiği “gökdelen”leriyle adeta mâveraya savaş açtı. Yeryüzü yetmedi, gökyüzünü de kirletme şehveti depreşti.

Yürüyen ölülerin kadavradan tek farkı; kadavranın hareket etmemesi.

Tarih bize gösteriyor ki büyük helâke doğru insanoğlu ‘akrebin kendi kendisini sokması’ gibi üzerine felâketleri çeken bir yaratığa dönüşüyor. Modern zamanların büyük helâki de, ürettiği ve kuşandığı “gökdelen” silahıyla kendi kendisini imha etmek belki.

Nekropole dönüşen şehrimizde yürüyen ölüler halinde sabah nekropolün beton tabutluklarından çıkıp akşam tekrar tabutluklara dönüyoruz.

Hiçbir şifa kabul etmez bu hali “gizli bir el” mi kumanda ediyor yoksa insanoğlunun isyanının sonucu kendisini topyekûn intihara sürüklemesi mi söz konusu?

“Nekropolde komadayız” diyemiyoruz. Çünkü koma hali insanî bir olgudur. ‘Ölüler şehri’nde hareket eden ‘yürüyen ölüler’in uyanma ihtimali ise yok gibi.

Kadavraya “insan” diyebiliyorsak yürüyen ölüler şehrine de “şehir” diyebiliriz. Şehrimize ve insanımıza bir de böyle baksak acaba nasıl bir manzaraya şahit olacağız?





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder