20 Ekim 2014 Pazartesi

HUZUR VE TEFEKKÜRDEN KORKU GALERİSİ’NE: ŞEHİR VE MEZARLIK


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
 
Modern zaman şehirlerinin giderek antik dönemlerin nekropollerine benzer bir beton mezarlığına dönüştüğünü söylemek, ispat istemeyen bir gerçek olsa gerek. Hangi şehrimize bakarsak bakalım panoramada göreceğimiz odur ki; modern zaman nekropollerine dönüşen şehirlerimiz artık sadece ölüler şehrinden ibaret bir gerçekliğe yataklık etmektedir.
 
Bizim medeniyetimizin "yaşandığı" kadîm şehirlerimiz mezarlıkları, mezarlıklarımız da şehirlerimizi kucaklayan bir sıcaklıkta birbirinden ayrılmazdı. Ârif bir nazarla şehirlerimize bakan bir göz orada bekâ ve fenâyı, mezarlıklarımıza bakan göz de yine “bekâ ve fenâ”yı görürdü. Varlığı idrakin en önemli işaretlerinden olan mezarlıklarımız artık yok ya da görünür/fark edilir olmaktan çıkarılmış. Şehirlerimiz gibi mezarlıklarımız da yok edildi, katledildi!
 
Şehirlerimiz nasıl ki beton gökdelenlerin ifsat ve istilâsıyla yok edildi ise, mezarlıklarımız da kadîm ruhuyla kucak kucağa yaşadığı şehirlerimizi terketti, terkettirildi, mermer tarlasına dönüştürülüp şehir insanından koparıldı.
 
Şehirle birlikte mezarlıklarımızın katledilme süreci de tedricen gerçekleştirildi. Önce kadim kültürümüzün sürekliliğinin bir göstergesi halinde şehrin içerisinde bulunan tarihî camilerin hayatla iç içe hazireleri modern şehir imarı anlayışıyla dışlandı, yok edildi. Tıpkı bir anadan zorla çekip alınan yavrusu gibi şehirlerimizden koparıldı. Sonra şehrin organik bir parçası halinde varolan ve adım başı insana ölümü ve faniliği hatırlatan abideler halindeki mahalle kabristanları yok edilip üzerlerine şahsiyetsiz apartmanlar, beton gökdelenler, iş merkezleri, AVM’ler, vs. yapıldı.  Giderek şehirlerin dışına çıkarılmakla kalmayıp, ruhsuz bırakılan şehrin paganlaştırılması sürecinin bir uzantısı olarak şehirden uzaklaştırıldı. Mezarlıkları şehrin dışına atmakla modern şehir insanına “ölüm unutturuldu”.
 
Muhakkik mimar Turgut Cansever kendisiyle yapılan “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek üzerine”  isimli son söyleşilerinden birisinde “ahiret düşüncesini ötelemenin, ölümü de ölünün mekânını da şehirden, hayattan koparma”ya götürdüğünü belirterek insanın ontolojik sorumluluğuna işaret ediyordu.
 
Şimdilerde şehir mezarlığı; mezarlık da şehri unuttu, birbirlerine yabancılaştılar!
 
Ne şehrin kadîm kokusu kaldı, ne de mezarlıklarımızın!
 
Modern zaman şehirlerinde/şehirlerimizde artık ölülere de tahammül edilemiyor, bir an önce şehri terketmesi için alelacele şehrin dışındaki ruhsuz mezarlıklara atılıyor. (Bu mezarlıklardaki gayr-i insanî defin ve mekân vakıası işin başka bir trajik tarafı.)
 
Bazı şehirlerimizin/ilçelerimizin girişlerine konulan “şehrimize/ ilçemize hoş geldiniz” tabelâlarının şehir mezarlığının sınırından sonra konulması da o mekânın şehre/ilçeye ait olmadığını gözlere sokarcasına sergileyen ayrı bir çirkinlik, garabet…
 
Oysa bizde hayat ile ölüm iç içeydi. Şehir mezarlıkları şehrin tabii bir parçası iken önünden geçenler onlara selâm verir ve onların da selâmlarını aldıklarını hissederlerdi. 
 
Eski mezarlıklarımız öteden kokular taşırdı. Modern şehir mezarlıkları öteyi unutturan kokular yaymakta.
 
Prof. İlber Ortaylı tarihî mezarlıklarımızla ilgili şunları söyler: “Büyük şehir İstanbul’un, Bursa’nın ve diğerlerinin mahallelerindeki irili ufaklı mezarlık alanları, yeşillikler, servilerle doludur. Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan kenti güzelleştirir. Eyüp’e, Karacahmed’e baktığımızda köşeli soğuk mezartaşları görülmez. Etraftaki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş dışardaki hayattan kopuk değildir….
 
Şimdi şehirleşiyoruz. Bütün güzel Boğaz korularına; ‘ben denizi gören yerlerde oturayım da ne olursa olsun’ diye beton gökdelen dikenler, falanca büyük mezarlıkta da aile mezarlığımız olsun diyor. Eski taşları kırıp kaldırıyorlar, apartman boyunda soğuk beyaz mermerden kabirler yaptırıyorlar. Bu yeni türeyen zevksiz ölüler evi, bu arsızca yerleşme… Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telâşla ve kapkaçla yenmeye çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı.
 
Kentlerimizin ortasında dedelerden kalma yeşil alanlar, yani mezarlıklar beyaz mermer bloklarla dolmaya başladı. Yaşarken yıkıp-yapan, yapıp-satanlar, ölümünde de aynı işi devam ettiriyor. Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını (!) temsil edecek…”
 
Belki de modern şehrin terapi ve rehabilitasyonunda önemli bir paratoner olabilecek şehir ve kabristan kültürümüz yok edilince şehirdeki kaos, gürültü gibi kirlilikler baş edilemez boyutlara ulaştı.
 
Bizim mezarlıklarımız korku galerisi değil, huzur ve tefekkür mekânı idi.
 
Artık “bizim şehrimiz” kalmadığı gibi “bizim mezarlıklarımız” da kalmadı.  İnsan bir yeryüzü işareti olarak şehrin hakikatinden kopunca hayattan, mezarın hakikatinden kopunca da ölümden kopuyor.
 
Mezarlıklar, medeniyet idrakimizin şimdi artık duyamadığımız sesiyle, anlamadığımız diliyle haykıran şahitleriydi!
 
Şehir ve mezarlık deyince, Üstad Necip Fazıl’ı hatırlıyoruz…
 
O’nun “Çile”sinin “Şehir” bölümüne aldığı “Karacaahmet” şiirinin her mısraı kitaplık çapta bir “dünya ve öte” muhasebesinin kelâm kudretiyle dile döküldüğü bir şaheser niteliğindedir. Sadece şu mısraları bile “varlığa yol veren geçit” olarak mezarın kemâliyle mânâsına işaret eder:
 
“Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde”…
“Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.”
“Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler”
 
1928 yılında bir tatil için Bursa’ya giden Ahmet Haşim, Bursa’ya yerleşen tarih, şehir, mimari, sanat meraklısı Mösyö Greguvar isimli bir zatı, mutlaka görüşmesi tavsiye edildiğinden, ziyaret eder. Ahmet Haşim Greguvar’e“Birçok yazar ve şairlerin kitaplarında tarifini okumuş olduğu, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğini” söyler. Önce köşkü gezerler, daha sonra bahçeyi. Greguvar, bahçedeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesinin hikmetini Ahmet Haşim’e şöyle anlatır:
 
“Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmağa hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır sükûtunda hissedilen âdeta düşmanlıktır. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddî endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar ki, her ölü munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezarlık kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharımı hazanla yumuşatmak ve ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”
 
Ne böyle bir şehir ve mezar idraki, ne de böyle bir irfan ehli kaldı!
 
Toprakla bağımızı kopardık. Hayatımızda toprak yok artık. Öldüğümüzde toprak hatırlanıyor. Giderek ölülerimiz de artık toprakta yatamayacak, hatta yatamıyor. Çünkü metropollerimizin toplu mezarlıkları beton kutular halinde ağzını açmış, içine alacağı ölüyü bekliyor. Üzerine de adeta bir rögar kapağı gibi beton kapak konularak kapatılıyor. Beton şehrin uzantısı beton mezarlıklarında hiçbir insanilik yok.
 
Şehirlerimizin kifayetsiz muhteris yönetici, siyasî, müteahhit, mimar, plancı, vs.ler marifetiyle  katliâmından mezarlıklarımız da nasibini aldı, onlar da katledildi!
 
Şimdi soralım: Greguvar Bay’ın Ahmet Haşim’e anlattığı gibi mezarlıklar ya da hiçbir milletin anlayamayacağı tarzda mezarlığı  ve ölümü idrak eden insanlar kaldı mı? 
 
Şehir ve mezarlıklarımıza bu ruh yeniden kazandırılabilir mi?
 
Bu yazımızı okuyanlardan bazıları “hangi yüzyılda yaşadığımız”ı sorarak “bir rüyayı anlattığımız”ı söyleyeceklerdir.
 
Eğer rüya görebiliyor ve zamana göre doğru tâbir edebiliyorsak hâlâ “insan olduğumuz”u hatırlayabiliyoruz demektir.
 
Gene Üstad Necip Fazıl’ın insan-hayat-ölüm-şehir-mezar’ın hakikatiyle bizi karşılaştıran, uyaran “Karacaahmet”ten mısralarıyla bitirelim:
 
“Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.”
 
Şehir ve mezarlıklarımıza bu gözle bakabiliyor muyuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder