Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Modern zaman
şehirlerinin giderek antik dönemlerin nekropollerine benzer bir beton
mezarlığına dönüştüğünü söylemek, ispat istemeyen bir gerçek olsa gerek.
Hangi şehrimize bakarsak bakalım panoramada göreceğimiz odur ki; modern
zaman nekropollerine dönüşen şehirlerimiz artık sadece ölüler şehrinden
ibaret bir gerçekliğe yataklık etmektedir.
Bizim
medeniyetimizin "yaşandığı" kadîm şehirlerimiz mezarlıkları,
mezarlıklarımız da şehirlerimizi kucaklayan bir sıcaklıkta birbirinden
ayrılmazdı. Ârif bir nazarla şehirlerimize bakan bir göz orada bekâ ve fenâyı,
mezarlıklarımıza bakan göz de yine “bekâ ve fenâ”yı görürdü. Varlığı idrakin en
önemli işaretlerinden olan mezarlıklarımız artık yok ya da görünür/fark edilir
olmaktan çıkarılmış. Şehirlerimiz gibi mezarlıklarımız da yok edildi,
katledildi!
Şehirlerimiz
nasıl ki beton gökdelenlerin ifsat ve istilâsıyla yok edildi ise,
mezarlıklarımız da kadîm ruhuyla kucak kucağa yaşadığı şehirlerimizi terketti,
terkettirildi, mermer tarlasına dönüştürülüp şehir insanından koparıldı.
Şehirle birlikte
mezarlıklarımızın katledilme süreci de tedricen gerçekleştirildi. Önce kadim
kültürümüzün sürekliliğinin bir göstergesi halinde şehrin içerisinde bulunan
tarihî camilerin hayatla iç içe hazireleri modern şehir imarı
anlayışıyla dışlandı, yok edildi. Tıpkı bir anadan zorla çekip alınan yavrusu
gibi şehirlerimizden koparıldı. Sonra şehrin organik bir parçası halinde
varolan ve adım başı insana ölümü ve faniliği hatırlatan abideler halindeki
mahalle kabristanları yok edilip üzerlerine şahsiyetsiz apartmanlar, beton gökdelenler,
iş merkezleri, AVM’ler, vs. yapıldı. Giderek şehirlerin dışına
çıkarılmakla kalmayıp, ruhsuz bırakılan şehrin paganlaştırılması
sürecinin bir uzantısı olarak şehirden uzaklaştırıldı. Mezarlıkları şehrin
dışına atmakla modern şehir insanına “ölüm unutturuldu”.
Muhakkik mimar
Turgut Cansever kendisiyle yapılan “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve
dünyayı güzelleştirmek üzerine” isimli son söyleşilerinden
birisinde “ahiret düşüncesini ötelemenin, ölümü de ölünün mekânını da
şehirden, hayattan koparma”ya götürdüğünü belirterek insanın ontolojik
sorumluluğuna işaret ediyordu.
Şimdilerde şehir
mezarlığı; mezarlık da şehri unuttu, birbirlerine yabancılaştılar!
Ne şehrin kadîm
kokusu kaldı, ne de mezarlıklarımızın!
Modern zaman
şehirlerinde/şehirlerimizde artık ölülere de tahammül edilemiyor, bir an önce
şehri terketmesi için alelacele şehrin dışındaki ruhsuz mezarlıklara atılıyor.
(Bu mezarlıklardaki gayr-i insanî defin ve mekân vakıası işin başka bir trajik
tarafı.)
Bazı
şehirlerimizin/ilçelerimizin girişlerine konulan “şehrimize/ ilçemize hoş
geldiniz” tabelâlarının şehir mezarlığının sınırından sonra konulması da o
mekânın şehre/ilçeye ait olmadığını gözlere sokarcasına sergileyen ayrı bir
çirkinlik, garabet…
Oysa bizde hayat
ile ölüm iç içeydi. Şehir mezarlıkları şehrin tabii bir parçası iken önünden
geçenler onlara selâm verir ve onların da selâmlarını aldıklarını
hissederlerdi.
Eski
mezarlıklarımız öteden kokular taşırdı. Modern şehir mezarlıkları
öteyi unutturan kokular yaymakta.
Prof. İlber
Ortaylı tarihî mezarlıklarımızla ilgili şunları söyler: “Büyük şehir
İstanbul’un, Bursa’nın ve diğerlerinin mahallelerindeki irili ufaklı mezarlık
alanları, yeşillikler, servilerle doludur. Ölüm yaşayanları ürpertmez, yaşayan
kenti güzelleştirir. Eyüp’e, Karacahmed’e baktığımızda köşeli soğuk
mezartaşları görülmez. Etraftaki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş
dışardaki hayattan kopuk değildir….
Şimdi
şehirleşiyoruz. Bütün güzel Boğaz korularına; ‘ben denizi gören yerlerde
oturayım da ne olursa olsun’ diye beton gökdelen dikenler, falanca büyük
mezarlıkta da aile mezarlığımız olsun diyor. Eski taşları kırıp kaldırıyorlar,
apartman boyunda soğuk beyaz mermerden kabirler yaptırıyorlar. Bu yeni türeyen
zevksiz ölüler evi, bu arsızca yerleşme… Ölümü olağan bir tavır, çelebice bir
estetikle karşılayan eski toplumun yerini; onu telâşla ve kapkaçla yenmeye
çalışan, pervasızca yıkıp yapan ham bir toplum aldı.
Kentlerimizin
ortasında dedelerden kalma yeşil alanlar, yani mezarlıklar beyaz mermer
bloklarla dolmaya başladı. Yaşarken yıkıp-yapan, yapıp-satanlar, ölümünde de
aynı işi devam ettiriyor. Eski mezarlıklarımızın onurlu bir uygarlığın belgesi
olduğu açıktı, yenileri de bugünün uygarlığını (!) temsil edecek…”
Belki de modern
şehrin terapi ve rehabilitasyonunda önemli bir paratoner olabilecek şehir ve
kabristan kültürümüz yok edilince şehirdeki kaos, gürültü gibi kirlilikler
baş edilemez boyutlara ulaştı.
Bizim
mezarlıklarımız korku galerisi değil, huzur ve tefekkür mekânı
idi.
Artık “bizim şehrimiz”
kalmadığı gibi “bizim mezarlıklarımız” da kalmadı. İnsan bir yeryüzü
işareti olarak şehrin hakikatinden kopunca hayattan, mezarın hakikatinden
kopunca da ölümden kopuyor.
Mezarlıklar, medeniyet
idrakimizin şimdi artık duyamadığımız sesiyle, anlamadığımız diliyle
haykıran şahitleriydi!
Şehir ve
mezarlık deyince, Üstad Necip Fazıl’ı hatırlıyoruz…
O’nun
“Çile”sinin “Şehir” bölümüne aldığı “Karacaahmet” şiirinin her mısraı kitaplık
çapta bir “dünya ve öte” muhasebesinin kelâm kudretiyle dile döküldüğü bir
şaheser niteliğindedir. Sadece şu mısraları bile “varlığa yol veren
geçit” olarak “mezarın kemâliyle mânâsına işaret eder:
“Göbeğinde
yalancı şehrin, sahici belde”…
…
“Taş ihtiyarlar,
servi çürür, ölüm yıpranmaz.”
…
“Karacaahmet
bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran
olmaz tek bucak, viraneler”
1928 yılında bir
tatil için Bursa’ya giden Ahmet Haşim, Bursa’ya yerleşen tarih, şehir, mimari,
sanat meraklısı Mösyö Greguvar isimli bir zatı, mutlaka görüşmesi tavsiye edildiğinden,
ziyaret eder. Ahmet Haşim Greguvar’e“Birçok yazar ve şairlerin kitaplarında
tarifini okumuş olduğu, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini
tanımak için geldiğini” söyler. Önce köşkü gezerler, daha sonra bahçeyi.
Greguvar, bahçedeki ağaçların ayrı ayrı seçilmesinin hikmetini Ahmet Haşim’e
şöyle anlatır:
“Belki dikkat
ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve
ahiret kokusu dağıtabilmesi için bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan
burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı
hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı
ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve
köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam
mezarının kapısı arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklanmış rahatsız
edici ziyaretçiye saldırmağa hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır
sükûtunda hissedilen âdeta düşmanlıktır. Halbuki sizin mezarlıklarınızın
havasında her türlü maddî endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme
dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o
kadar ki, her ölü munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında
kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki ağaçlarının yetiştirdiği
meyveler, yaşayanların tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme
mezarlık kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharımı hazanla yumuşatmak ve
ona her mevsim için ‘fikir’in acı lezzetini vermek istedim.”
Ne böyle bir
şehir ve mezar idraki, ne de böyle bir irfan ehli kaldı!
Toprakla bağımızı kopardık. Hayatımızda toprak yok artık. Öldüğümüzde
toprak hatırlanıyor. Giderek ölülerimiz de artık toprakta yatamayacak, hatta
yatamıyor. Çünkü metropollerimizin toplu mezarlıkları beton kutular halinde
ağzını açmış, içine alacağı ölüyü bekliyor. Üzerine de adeta bir rögar kapağı
gibi beton kapak konularak kapatılıyor. Beton şehrin uzantısı beton
mezarlıklarında hiçbir insanilik yok.
Şehirlerimizin kifayetsiz
muhteris yönetici, siyasî,
müteahhit, mimar, plancı, vs.ler marifetiyle katliâmından mezarlıklarımız
da nasibini aldı, onlar da katledildi!
Şimdi soralım:
Greguvar Bay’ın Ahmet Haşim’e anlattığı gibi mezarlıklar ya da hiçbir milletin
anlayamayacağı tarzda mezarlığı ve ölümü idrak eden insanlar kaldı
mı?
Şehir ve
mezarlıklarımıza bu ruh yeniden kazandırılabilir mi?
Bu yazımızı
okuyanlardan bazıları “hangi yüzyılda yaşadığımız”ı sorarak “bir
rüyayı anlattığımız”ı söyleyeceklerdir.
Eğer rüya
görebiliyor ve zamana göre doğru tâbir edebiliyorsak hâlâ “insan olduğumuz”u
hatırlayabiliyoruz demektir.
Gene Üstad Necip
Fazıl’ın insan-hayat-ölüm-şehir-mezar’ın hakikatiyle bizi karşılaştıran, uyaran
“Karacaahmet”ten mısralarıyla bitirelim:
“Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.”
Şehir ve
mezarlıklarımıza bu gözle bakabiliyor muyuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder