Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
İhtiras ve şehvet insanoğlunun aklını
başından alınca her şeye ‘sahip olma’ tutkusuyla tabiatın fıtratını da bozdu, bozuyor.
Tabiat yeryüzünün tamamı… Karalar, dağlar, ormanlar, vadiler, akarsular,
şehirler, denizler, vs..
İnsanoğlu, kendisine emanet edileni sadakatle ihya etmesi gerekirken, çoğunlukla ona
ihanetle imha etme yolunu seçti.
Bu şekilde bir genelleme doğru mu?
Modern zamanlara kadar gücü ve imkânlarının sınırlı olmasından dolayı tabiatı
tahripte sınırlı kalan insanoğlu, modern zamanların getirdiği imkânlarla
tabiata karşı öfkesini artırdı, dehşet saçmaya devam ediyor. Saçtığı dehşetin
sınırı yok. Çünkü ihtirasının sınırı yok. Güç ve iktidarın önünde hiçbir değer
duramıyor.
İnsanoğlu, yeryüzünü yaşama alanı değil, talan ve ihtirasını tatmin alanı
haline getirdiğinden kronik bir cinnet halini yaşıyor. Yasaları, kuralları o
koyuyor, o uyguluyor. Tek yasası ise: Güç. Batılı bir felsefecinin
ifadeleriyle, “Eski yasa koyucu cana
yakın bir efsaneydi, yeni yasa koyucuysa dehşet verici bir gerçekliktir…”
Bu dehşet verici gerçeklik bizi o kadar
kuşattı ki tepki veremeyen, hisleri iptal edilmiş bir varlıklar haline
geldik.
Bunları düşünmemize sebep; insanoğlundan
saklanabildiği ölçüde bâkir kalmış, fıtratı bozulmamış tabiat parçalarını bile
bulup, onları kirletmekle de kalmayıp katleden bu yaratığın yaptıklarıdır.
Ülkemizin en bâkir vadilerini barındıran
Doğu Karadeniz’e doğru son yıllarda dehşet
seferleri düzenleyen bu tabiat ve
şehir terminatörü yaratığı Karadeniz'in vadi, nehir, orman, deniz, dağ ve
şehirlerine musallat eden de buraların bozulmamış tabiatından başka bir şey
değil.
Coğrafyanın ihtişamı ve direnişine bile
meydan okuyan bu yaratık;
Enerji şehvetinin sonucu HES’lerle
vadileri katletti.
Rant şehvetiyle beton ormanlarına
çevirdiği şehirleri katletti.
En nihayet denize hücum edip, onu da
mahvederek kıyıları katletti.
Eskiden hükümdarların unvanı “Sultan-ül berreyn vel bahreyn” yâni “karaların ve denizlerin sultanı” idi.
Şimdilerde tabiat ve şehir terminatörleri bu unvanla anılsa yeridir: Karaların ve denizlerin ifsatçısı!
Bu şehir ve tabiat katilleri ya denize doğru
ya da karaya (dağların içlerine) doğru hızla ilerliyor. Her iki tarafı da
gücünün yettiği yere kadar sömürüyor ve mahvediyor. Eskiden denize gücü
yetmiyordu, sadece karaya saldırıyordu. Şimdi ise gücü nispetinde denizlere de
saldırmaktan geri durmuyor.
Bu gidişle, eğer insan nesli devam
ederse, herhalde birkaç yüzyıl sonra bu topraklar üzerinde yaşayanların sadece
ismine “insan” denilecek.
Şehrin zirvesi Boztepe’den şehre veya
şehirden Boztepe’ye baktığınızda göreceğiniz manzara aynı. Adeta betondan hayaletler
halinde göğe yükselen gökdelenlerden ibaret dev kaktüs ormanına çevrilmiş bir şehir veya modern zaman nekropolü…
Aslında şehir ruhuyla da gövdesiyle de
katledildi!
Gelelim bir zamanlar Doğu Karadeniz'in
taç şehirlerinden; tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon’dan söylediklerimize
dair birkaç örneğe…
Evvelce Trabzon’un ferah mahallelerinden
olan Çukurçayır bugün ‘arsız
gökdelen’lerin birbiriyle yarıştığı beton tarlasına döndü. Adı hâlâ Çukurçayır. Şehir ve tabiat
terminatörleri sanki geçmişinden intikam alırcasına ve yaşadığı sürece bu azabı
çeksin diye ismini bile değiştirmediler. Artık Çukurçayır’da ot bile bitmiyor.
Bakteriler bile terk etti Çukurçayır’ı.
Gelecek nesiller buraya niçin Çukurçayır
isminin verildiğine bile hayret edecekler. Bu katliam bugün hızla devam ediyor.
Kentsel dönüşümün doping etkisiyle daha
da saldırganlaşanların gözlerini rant bürümüş; tabiata, onda tecelli eden
hikmetlere ve var edilen canlılara karşı vicdan ve basiretleri körleşmiş..
Diğer mahalleler de giderek aynı kaderi
yaşıyor.
Trabzon coğrafyası yalçın niteliğiyle “benim taşıyabileceğim yük bu kadar”
demesine ve o saf haliyle “bozmayın,
parçalamayın, tahrip etmeyin” diye yalvarmasına rağmen dağlara üşüşen çelik kurtçuklar halindeki iş makinaları
onu delik deşik ediyor, katlediyor. Şehrin yöneticileri, siyasiler,
üniversiteler, valilik, belediyeler, STÖ’ler, çevre ve şehircilik yetkilileri
de yapılan katliamları “modern dünya
kentine dönüşüyoruz!” illüzyonu ve vurdumduymazlığıyla, sessizliğiyle,
tepkisizliğiyle hatta hıncıyla adeta destekliyor!
Şehir yukarıdan ve aşağıdan kuşatmanın
da ötesinde, yerlilerin yabancılaştırmasıyla ifsada maruz bırakılmış ve
katledilmiş durumda.
Sadece şehir katledilmiyor! Deniz de
katlediliyor! Küstah bir biçimde gücünün zirvesini yaşayan tabiat ve şehir
terminatörleri bir taraftan dağların
fıtratını bozarken, diğer taraftan denizin fıtratına tasallut ediyor.
Güç
zehirlenmesi tüm bünyeye yayılınca
saldırganlığı katliâm boyutuna ulaştı!
Yıllardır bilinçli bir şekilde ulaşım
imkânlarından mahrum edilen Doğu Karadeniz insanına yol götürülüyor bahanesiyle sahil yolu bir duvar gibi tabiatın iki
yakasını (deniz ile karayı) birbirinden ayırdı. Deniz dolduruldu. Ara sıra
öfkelense de henüz kendisinden ç/alınanı geri alamıyor. Sonra Trabzon’a
musallat modern zaman virüslerinin en
tehlikelilerinden birisinin varlığı devam etsin ve gelecek nesillere de sirayet
etsin diye denizden koparılan parça üzerine Akyazı Olimposu inşa edildi/ediliyor.
Bunları marjinal veya gerçeklikten
yoksun bir idrakle mi söylüyoruz?
Kimilerine, özellikle gücü elinde
bulunduranlara böyle gelse de tabiata
karşı işlenen suçlarda haddini aşanları bir nebze teşhir ve teşrih zeminine
sermek istiyoruz.
Dağların da, denizlerin de yapılanlar
karşısında hayretten dilini kaybettiği meş’um zamanlardayız!
Daha önce de söylediğimiz gibi gözün vicdanı olmalı ki yaptıklarınızın
ne olduğunu görebilesiniz!
Adeta bir cinnet haliyle yaptıkları
katliamları “mukaddes” görenlerden intikamı da kendisine musallat oldukları
tabiat ve şehir alacaktır diye düşünüyoruz.
Varlıkların en seçkini iken, fıtrat
bozucu bir yaratığa dönüşen insanoğlunun tabiat ve şehre musallat bir yaratık
halini alması nasıl izah edilebilir?
Yaptıkları karşısında nâdim olmasını
bile bekleyemiyoruz!
Bu hal karşısında Üstad’ın ‘Dalgalar’
(1926) şiirinden mısraları hatırlıyoruz:
“Ne
bir kıyıdan eser, ne bir ışıktan eser,
Sulardan
daha derin, yolun karanlıkları.
Dalgalar,
yürüyünüz, arayalım beraber,
Başımızı
dövecek yalçın kayalıkları!...”
Akıbet inşallah hayr’olur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder