13 Ekim 2014 Pazartesi

ŞEHİR VE TABİATA MUSALLAT YARATIĞIN KATLİAMINA DAİR…


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

İhtiras ve şehvet insanoğlunun aklını başından alınca her şeye ‘sahip olma’ tutkusuyla tabiatın fıtratını da bozdu, bozuyor. Tabiat yeryüzünün tamamı… Karalar, dağlar, ormanlar, vadiler, akarsular, şehirler, denizler, vs..

İnsanoğlu, kendisine emanet edileni sadakatle ihya etmesi gerekirken, çoğunlukla ona ihanetle imha etme yolunu seçti.

Bu şekilde bir genelleme doğru mu? Modern zamanlara kadar gücü ve imkânlarının sınırlı olmasından dolayı tabiatı tahripte sınırlı kalan insanoğlu, modern zamanların getirdiği imkânlarla tabiata karşı öfkesini artırdı, dehşet saçmaya devam ediyor. Saçtığı dehşetin sınırı yok. Çünkü ihtirasının sınırı yok. Güç ve iktidarın önünde hiçbir değer duramıyor.  

İnsanoğlu, yeryüzünü yaşama alanı değil, talan ve ihtirasını tatmin alanı haline getirdiğinden kronik bir cinnet halini yaşıyor. Yasaları, kuralları o koyuyor, o uyguluyor. Tek yasası ise: Güç. Batılı bir felsefecinin ifadeleriyle, “Eski yasa koyucu cana yakın bir efsaneydi, yeni yasa koyucuysa dehşet verici bir gerçekliktir…”

Bu dehşet verici gerçeklik bizi o kadar kuşattı ki tepki veremeyen, hisleri iptal edilmiş bir varlıklar haline geldik.

Bunları düşünmemize sebep; insanoğlundan saklanabildiği ölçüde bâkir kalmış, fıtratı bozulmamış tabiat parçalarını bile bulup, onları kirletmekle de kalmayıp katleden bu yaratığın yaptıklarıdır.

Ülkemizin en bâkir vadilerini barındıran Doğu Karadeniz’e doğru son yıllarda dehşet seferleri düzenleyen bu tabiat ve şehir terminatörü yaratığı Karadeniz'in vadi, nehir, orman, deniz, dağ ve şehirlerine musallat eden de buraların bozulmamış tabiatından başka bir şey değil. 

Coğrafyanın ihtişamı ve direnişine bile meydan okuyan bu yaratık; 
Enerji şehvetinin sonucu HES’lerle vadileri katletti.
Rant şehvetiyle beton ormanlarına çevirdiği şehirleri katletti.
En nihayet denize hücum edip, onu da mahvederek kıyıları katletti.

Eskiden hükümdarların unvanı “Sultan-ül berreyn vel bahreyn” yâni “karaların ve denizlerin sultanı” idi. Şimdilerde tabiat ve şehir terminatörleri bu unvanla anılsa yeridir: Karaların ve denizlerin ifsatçısı!  

Bu şehir ve tabiat katilleri ya denize doğru ya da karaya (dağların içlerine) doğru hızla ilerliyor. Her iki tarafı da gücünün yettiği yere kadar sömürüyor ve mahvediyor. Eskiden denize gücü yetmiyordu, sadece karaya saldırıyordu. Şimdi ise gücü nispetinde denizlere de saldırmaktan geri durmuyor.

Bu gidişle, eğer insan nesli devam ederse, herhalde birkaç yüzyıl sonra bu topraklar üzerinde yaşayanların sadece ismine “insan” denilecek.

Şehrin zirvesi Boztepe’den şehre veya şehirden Boztepe’ye baktığınızda göreceğiniz manzara aynı. Adeta betondan hayaletler halinde göğe yükselen gökdelenlerden ibaret dev kaktüs ormanına çevrilmiş bir şehir veya modern zaman nekropolü…

Aslında şehir ruhuyla da gövdesiyle de katledildi!

Gelelim bir zamanlar Doğu Karadeniz'in taç şehirlerinden; tarih, kültür, medeniyet şehri Trabzon’dan söylediklerimize dair birkaç örneğe…

Evvelce Trabzon’un ferah mahallelerinden olan Çukurçayır bugün ‘arsız gökdelen’lerin birbiriyle yarıştığı beton tarlasına döndü. Adı hâlâ Çukurçayır. Şehir ve tabiat terminatörleri sanki geçmişinden intikam alırcasına ve yaşadığı sürece bu azabı çeksin diye ismini bile değiştirmediler. Artık Çukurçayır’da ot bile bitmiyor. Bakteriler bile terk etti Çukurçayır’ı.  Gelecek nesiller buraya niçin Çukurçayır isminin verildiğine bile hayret edecekler. Bu katliam bugün hızla devam ediyor.

Kentsel dönüşümün doping etkisiyle daha da saldırganlaşanların gözlerini rant bürümüş; tabiata, onda tecelli eden hikmetlere ve var edilen canlılara karşı vicdan ve basiretleri körleşmiş..

Diğer mahalleler de giderek aynı kaderi yaşıyor.

Trabzon coğrafyası yalçın niteliğiyle “benim taşıyabileceğim yük bu kadar” demesine ve o saf haliyle “bozmayın, parçalamayın, tahrip etmeyin” diye yalvarmasına rağmen dağlara üşüşen çelik kurtçuklar halindeki iş makinaları onu delik deşik ediyor, katlediyor. Şehrin yöneticileri, siyasiler, üniversiteler, valilik, belediyeler, STÖ’ler, çevre ve şehircilik yetkilileri de yapılan katliamları “modern dünya kentine dönüşüyoruz!” illüzyonu ve vurdumduymazlığıyla, sessizliğiyle, tepkisizliğiyle hatta hıncıyla adeta destekliyor!

Şehir yukarıdan ve aşağıdan kuşatmanın da ötesinde, yerlilerin yabancılaştırmasıyla ifsada maruz bırakılmış ve katledilmiş durumda.

Sadece şehir katledilmiyor! Deniz de katlediliyor! Küstah bir biçimde gücünün zirvesini yaşayan tabiat ve şehir terminatörleri bir taraftan dağların fıtratını bozarken, diğer taraftan denizin fıtratına tasallut ediyor.

Güç zehirlenmesi tüm bünyeye yayılınca saldırganlığı katliâm boyutuna ulaştı!

Yıllardır bilinçli bir şekilde ulaşım imkânlarından mahrum edilen Doğu Karadeniz insanına yol götürülüyor bahanesiyle sahil yolu bir duvar gibi tabiatın iki yakasını (deniz ile karayı) birbirinden ayırdı. Deniz dolduruldu. Ara sıra öfkelense de henüz kendisinden ç/alınanı geri alamıyor. Sonra Trabzon’a musallat modern zaman virüslerinin en tehlikelilerinden birisinin varlığı devam etsin ve gelecek nesillere de sirayet etsin diye denizden koparılan parça üzerine Akyazı Olimposu inşa edildi/ediliyor.

Bunları marjinal veya gerçeklikten yoksun bir idrakle mi söylüyoruz?

Kimilerine, özellikle gücü elinde bulunduranlara böyle gelse de tabiata karşı işlenen suçlarda haddini aşanları bir nebze teşhir ve teşrih zeminine sermek istiyoruz.

Dağların da, denizlerin de yapılanlar karşısında hayretten dilini kaybettiği meş’um zamanlardayız!

Daha önce de söylediğimiz gibi gözün vicdanı olmalı ki yaptıklarınızın ne olduğunu görebilesiniz! 

Adeta bir cinnet haliyle yaptıkları katliamları “mukaddes” görenlerden intikamı da kendisine musallat oldukları tabiat ve şehir alacaktır diye düşünüyoruz.

Varlıkların en seçkini iken, fıtrat bozucu bir yaratığa dönüşen insanoğlunun tabiat ve şehre musallat bir yaratık halini alması nasıl izah edilebilir?

Yaptıkları karşısında nâdim olmasını bile bekleyemiyoruz!

Bu hal karşısında Üstad’ın ‘Dalgalar’ (1926)  şiirinden mısraları hatırlıyoruz:

“Ne bir kıyıdan eser, ne bir ışıktan eser,
Sulardan daha derin, yolun karanlıkları.
Dalgalar, yürüyünüz, arayalım beraber,
Başımızı dövecek yalçın kayalıkları!...”

Akıbet inşallah hayr’olur!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder