Yahya Düzenli
Kendi şehir ve medeniyet
birikiminden, yönetim geleneğinden habersiz, ondan nefret eden kimi
gazeteci-yazarlarımız, hâlâ Tanzimat aydınlarının artıklarıyla
geçindiklerinden, Batının çöplüğünde gıda aramakla meşguller. Öyle ki, modern
kapitalizmin “kazanmak için her şeyi
tüket, tahrip et ve yok et!” felsefesiyle yola çıkıp dünyaya vahşi başarı öyküleri pazarlamak için
dolaşan ve dolar karşılığı akıl satan batılı yönetim gurularının
en fazla akıl sattığı ülkelerden
birisi haline geldik. Gün geçmiyor ki, holdinglerin özel mahfillerinde,
üniversitelerin kampüslerinde, yerel yönetimlerin kültür merkezlerinde bu pazarlamacı gurular bir kasaba
işportacısı gibi çantalarını açmasın. Tabii müşterisi
bol olan metaları böylece zayi
olmuyor. Bir münekkidimizin deyimiyle; “Efendisinin
ilâçlarını çalıp içen ahmak uşak”ların bol olduğu bu ülkede pazara sunulan
metalar da çeşitleniyor…
Herkese sunulacak metaları olan
bu pazarlamacı gurulardan ‘Dünya Rekabet Merkezi Direktörü’yle birkaç ay önce
‘Perakende Liderler Konferansı’ için bulunduğu ülkede bir TV muhabiri röportaj
yapıyor. Kendisine “kentlerimiz giderek
devleşiyor, çevre sorunları artıyor. Bu konuda çözüm önerileriniz nedir?”
sorusunu soruyor. Bu soru, uzaydaki başka bir galaksiden gelen bir yaratığa
sorulsa bu kadar tuhaf karşılanmaz zannediyorum. Bu yönetim gurusu da, “Esas sorun bir şehri nasıl yöneteceğiniz. 20 yıl
sonra neler olacağına dair plan yapmalısınız. Eğitim kurumlarınız bir şehrin
nasıl yönetileceğini düşünmeli ve bu konuda çalışacak diplomalı insanlar
yetiştirmeli” şeklinde beylik bir genellemeyle cevap veriyor.
Tabii gurunun bu cevabı herhalde “müthiş,
orijinal, harika” kabul edilerek, Türkiye’de düzenlenen ve düzenlenecek çevre ve şehircilik çalıştaylarında,
konferanslarda referans kabul edilecek ve göndermeler yapılacaktır (!)
Söz konusu Guru’nun
bu sıradan sözünü kesip,günümüzden biraz koparak tarihi süreçte biraz geriye
gedelim…
Ait olduğumuz tarih ve medeniyet birikiminin erken
Cumhuriyet döneminde önce red, sonra imha için öncelikle başvurulan tarihî şehirleri yıkmak yerine, batılı
şehir plancısı ve mimarlara yeni şehirler planlatarak yeni rejimin temellerinin tahkim edilmesi hedefleniyordu. Gelecek
nesillerin zihinlerine tarihe ait bir iz bile düşmemesi için girişilen şehir
katliamları öyle vahşi boyutlara ulaşmış ve vahim sonuçlar doğurmuştur ki, bu
sonuçları İstanbul, Konya, Diyarbakır, Bursa, Amasya, Trabzongibi
şehirlerimizde görmek mümkündür.
Ancak, Falih Rıfkı’nın “Çankaya”sında anlattığı bir
olay var ki, bize ait olmayan şehir modellerinin transfer ve eklemleme ile bu
topraklarda yeşeremeyeceği ve yaşayamayacağına dair önemli bir itiraf
niteliğindedir. Şunları söylüyor Falih Rıfkı:
“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve
Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş,
fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı. Çünkü
bu, Atatürk’ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı medeniyet ve kültürün meselesidir.
Şimdi İsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine
göre yepyeni bir şehir kurmak üzeredir. Plânlarını Avrupa gazetelerinde gördüm.
Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hırsızlar ve gericiler
olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu
yaylasında kurulmuş olacağını düşünmeyeceğiz bile... İsrail, bir uçumluk
ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kültür davalarının hayır nimetlerini
biçmektedir. Biz 1952’de ve her işimizde bile Amerika’yı yeniden keşfetmeye
çalışmıyor muyuz?”
İsrail, Batılı ama ‘Yahudi orijinli, kendine özgü’ bir
zihniyetle şehirlerinin kurucu iradesini değil, teknik inşasını batılı
şehircilere ihale ediyor. Falih Rıfkı’nın yakındığı hırsızlar günümüzde de var, gericiler
de kompleksleriyle malûl olarak kendi köklerinden utanıp, yabancı
iklimlerin ürünlerine gıpta ediyor!
Üstad Necip Fazıl da “İdeolocyaÖrgüsü”nde bu konuya vurgu
yaparak; “Tarihimizde İnkılâp âbidelerini
bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten
başka gaye gütmeyici ruhu” der ve devamla; “Milli olmak iddiasında bir inkılâp, kendi abidelerini ecnebilere ısmarlamakla,
kendi bakilerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir
fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada…” hükmünü
verir.
Başta merkezî yönetim olmak üzere, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, yerel yönetimler, TOKİ ve diğer ilgili kurumların idrak yolları, ne yazık ki, Falih
Rıfkı’nın bahsettiği "şehirciliğin bir medeniyet
ve kültür meselesi” olduğunu anlayamayacak kadar iltihaplıdır. Onun içindir ki hâlâ hastalıklarına reçete için ‘suyun öte yakası’ndan medet umuyorlar.
Bu Tanzimat hastalığı
ne yazık ki şehirlerimizde zaman, mekân, ruh, kimlik bırakmadı.
Bugün de zihin ve göz
hastalığı nedeniyle kendi şehir birikimini görüp anlayamayan yerlilerin ülkemizin bütün şehirlerini ithal
akılla ne hale getirdiğini görüyoruz. Bu katliamı (sürekli vurgu
yaptığımız gibi) tarihte Haçlılar ve Moğollar ancak yapabildi.
Bütün bir medeniyet coğrafyasında yeryüzü ve iklim
şartlarına göre oluşturulmuş müthiş bir şehir stoku son kalıntılarıyla bugüne
ve yarına mesaj verirken, halâ kendi mimar ve şehircilerini
ortaya çıkaramamış bir ülkenin Tanzimat hastalığını uzun süre daha
yaşayacağını zannediyoruz.
Yalnız bu kez durum farklı.
Artık hastalık doğrudan ithal edilmiyor. Derisi yerli ama zihniyeti
yabancılaşmış işbirlikçiler eliyle şehirlerimiz yok ediliyor. Siyasiler, yerel
yöneticiler, ilgili bakanlıklar, TOKİ ve bunlarla ilişki halindeki mimar ve
müteahhitlerin üşüştüğü/yok ettiği şehirler adeta savaş sonrası ceset
tarlalarını hatırlatıyor.
Başta Falih Rıfkı olmak
üzere, dönemin tüm siyasileri, aydınları, vs. yeni rejimin kültür ve medeniyet temellerinin ne ile inşa
edileceğini, yâni (kendi deyimiyle) “halledilmiş
kültür medeniyet dava”larının özümsenmesiyle başarılabileceğini iliklerine
kadar hissettiler ve ona göre davrandılar. “Yeni rejim adına” tahrip ettiler,
yok ettiler, yerine ithal inşalar gerçekleştirdiler ama sonuçta istediklerini çok
fazla elde edemediler.
Buna karşılık günümüzde Yeni
Türkiye nakaratlarına rağmen, bu konuda öncelikle yeni bir zihniyetle işe
başlanması gerekirken, ne yazık ki bize ait medeniyet kodlarından kaynaklanan şehircilik
zihniyetinden hiçbir kesit “Yeni Türkiye’nin vaizleri”nde yok! Tıpkı 90
yıl önce “Yeni rejim”in vaizlerinde olmadığı gibi!
Slogana hapsedilmiş bir
zihniyet yeni idraklere değil, ancak yeni sloganlara kapı açabilir.
Nerede kaybetmişsek orada
aramak, nerede yıkılmışsak oradan kalkmak zorundayız. Şehir ve medeniyet davası
da yıkıldığımız yerin ana eksenidir.
Hal böyle iken, akıl satan guruların pazarı haline
gelmiş Türkiye’de, şehir ve medeniyet hazinelerinden habersizliğin bizi yeni Tanzimat sendromlarına
götürmeyeceğini kim söyleyebilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder