6 Ekim 2014 Pazartesi

“TANZİMAT HASTALIĞI”, AKIL SATAN “GURU”LAR VE ŞEHİRLERİMİZ…


Yahya Düzenli

Kendi şehir ve medeniyet birikiminden, yönetim geleneğinden habersiz, ondan nefret eden kimi gazeteci-yazarlarımız, hâlâ Tanzimat aydınlarının artıklarıyla geçindiklerinden, Batının çöplüğünde gıda aramakla meşguller. Öyle ki, modern kapitalizmin “kazanmak için her şeyi tüket, tahrip et ve yok et!” felsefesiyle yola çıkıp dünyaya vahşi başarı öyküleri pazarlamak için dolaşan ve dolar karşılığı akıl satan batılı yönetim gurularının en fazla akıl sattığı ülkelerden birisi haline geldik. Gün geçmiyor ki, holdinglerin özel mahfillerinde, üniversitelerin kampüslerinde, yerel yönetimlerin kültür merkezlerinde bu pazarlamacı gurular bir kasaba işportacısı gibi çantalarını açmasın. Tabii müşterisi bol olan metaları böylece zayi olmuyor. Bir münekkidimizin deyimiyle; “Efendisinin ilâçlarını çalıp içen ahmak uşak”ların bol olduğu bu ülkede pazara sunulan metalar da çeşitleniyor…

Herkese sunulacak metaları olan bu pazarlamacı gurulardan ‘Dünya Rekabet Merkezi Direktörü’yle birkaç ay önce ‘Perakende Liderler Konferansı’ için bulunduğu ülkede bir TV muhabiri röportaj yapıyor. Kendisine “kentlerimiz giderek devleşiyor, çevre sorunları artıyor. Bu konuda çözüm önerileriniz nedir?” sorusunu soruyor. Bu soru, uzaydaki başka bir galaksiden gelen bir yaratığa sorulsa bu kadar tuhaf karşılanmaz zannediyorum. Bu yönetim gurusu da, Esas sorun bir şehri nasıl yöneteceğiniz. 20 yıl sonra neler olacağına dair plan yapmalısınız. Eğitim kurumlarınız bir şehrin nasıl yönetileceğini düşünmeli ve bu konuda çalışacak diplomalı insanlar yetiştirmeli” şeklinde beylik bir genellemeyle cevap veriyor.

Tabii gurunun bu cevabı herhalde “müthiş, orijinal, harika” kabul edilerek, Türkiye’de düzenlenen ve düzenlenecek çevre ve şehircilik çalıştaylarında, konferanslarda referans kabul edilecek ve göndermeler yapılacaktır (!)

Söz konusu Guru’nun bu sıradan sözünü kesip,günümüzden biraz koparak tarihi süreçte biraz geriye gedelim…

Ait olduğumuz tarih ve medeniyet birikiminin erken Cumhuriyet döneminde önce red, sonra imha için öncelikle başvurulan tarihî şehirleri yıkmak yerine, batılı şehir plancısı ve mimarlara yeni şehirler planlatarak yeni rejimin temellerinin tahkim edilmesi hedefleniyordu. Gelecek nesillerin zihinlerine tarihe ait bir iz bile düşmemesi için girişilen şehir katliamları öyle vahşi boyutlara ulaşmış ve vahim sonuçlar doğurmuştur ki, bu sonuçları İstanbul, Konya, Diyarbakır, Bursa, Amasya, Trabzongibi şehirlerimizde görmek mümkündür.

Ancak, Falih Rıfkı’nın “Çankaya”sında anlattığı bir olay var ki, bize ait olmayan şehir modellerinin transfer ve eklemleme ile bu topraklarda yeşeremeyeceği ve yaşayamayacağına dair önemli bir itiraf niteliğindedir. Şunları söylüyor Falih Rıfkı:


 “Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı. Çünkü bu, Atatürk’ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı medeniyet ve kültürün meselesidir.

Şimdi İsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine göre yepyeni bir şehir kurmak üzeredir. Plânlarını Avrupa gazetelerinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hırsızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş olacağını düşünmeyeceğiz bile... İsrail, bir uçumluk ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kültür davalarının hayır nimetlerini biçmektedir. Biz 1952’de ve her işimizde bile Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmıyor muyuz?”

İsrail, Batılı ama ‘Yahudi orijinli, kendine özgü’ bir zihniyetle şehirlerinin kurucu iradesini değil, teknik inşasını batılı şehircilere ihale ediyor. Falih Rıfkı’nın yakındığı hırsızlar günümüzde de var, gericiler de kompleksleriyle malûl olarak kendi köklerinden utanıp, yabancı iklimlerin ürünlerine gıpta ediyor!

Üstad Necip Fazıl da “İdeolocyaÖrgüsü”nde bu konuya vurgu yaparak; “Tarihimizde İnkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhu” der ve devamla; “Milli olmak iddiasında bir inkılâp, kendi abidelerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi bakilerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada…” hükmünü verir.

Başta merkezî yönetim olmak üzere, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler, TOKİ ve diğer ilgili kurumların idrak yolları, ne yazık ki, Falih Rıfkı’nın bahsettiği "şehirciliğin bir medeniyet ve kültür meselesi” olduğunu anlayamayacak kadar iltihaplıdır. Onun içindir ki hâlâ hastalıklarına reçete için ‘suyun öte yakası’ndan medet umuyorlar.

Bu Tanzimat hastalığı ne yazık ki şehirlerimizde zaman, mekân, ruh, kimlik bırakmadı.

Bugün de zihin ve göz hastalığı nedeniyle kendi şehir birikimini görüp anlayamayan yerlilerin ülkemizin bütün şehirlerini ithal akılla ne hale getirdiğini görüyoruz. Bu katliamı (sürekli vurgu yaptığımız gibi) tarihte Haçlılar ve Moğollar ancak yapabildi.

Bütün bir medeniyet coğrafyasında yeryüzü ve iklim şartlarına göre oluşturulmuş müthiş bir şehir stoku son kalıntılarıyla bugüne ve yarına mesaj verirken, halâ kendi mimar ve şehircilerini ortaya çıkaramamış bir ülkenin Tanzimat hastalığını uzun süre daha yaşayacağını zannediyoruz.

Yalnız bu kez durum farklı.  Artık hastalık doğrudan ithal edilmiyor. Derisi yerli ama zihniyeti yabancılaşmış işbirlikçiler eliyle şehirlerimiz yok ediliyor. Siyasiler, yerel yöneticiler, ilgili bakanlıklar, TOKİ ve bunlarla ilişki halindeki mimar ve müteahhitlerin üşüştüğü/yok ettiği şehirler adeta savaş sonrası ceset tarlalarını hatırlatıyor.  

Başta Falih Rıfkı olmak üzere, dönemin tüm siyasileri, aydınları, vs. yeni rejimin kültür ve medeniyet temellerinin ne ile inşa edileceğini, yâni (kendi deyimiyle) “halledilmiş kültür medeniyet dava”larının özümsenmesiyle başarılabileceğini iliklerine kadar hissettiler ve ona göre davrandılar. “Yeni rejim adına” tahrip ettiler, yok ettiler, yerine ithal inşalar gerçekleştirdiler ama sonuçta istediklerini çok fazla elde edemediler.

Buna karşılık günümüzde Yeni Türkiye nakaratlarına rağmen, bu konuda öncelikle yeni bir zihniyetle işe başlanması gerekirken, ne yazık ki bize ait medeniyet kodlarından kaynaklanan şehircilik zihniyetinden hiçbir kesit “Yeni Türkiye’nin vaizleri”nde yok! Tıpkı 90 yıl önce “Yeni rejim”in vaizlerinde olmadığı gibi!

Slogana hapsedilmiş bir zihniyet yeni idraklere değil, ancak yeni sloganlara kapı açabilir.

Nerede kaybetmişsek orada aramak, nerede yıkılmışsak oradan kalkmak zorundayız. Şehir ve medeniyet davası da yıkıldığımız yerin ana eksenidir.

Hal böyle iken, akıl satan guruların pazarı haline gelmiş Türkiye’de, şehir ve medeniyet hazinelerinden habersizliğin bizi yeni Tanzimat sendromlarına götürmeyeceğini kim söyleyebilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder