Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Şehirlerimiz çapul ve yağmayla talan ediliyor…
Bu çapul ve talan, modern zamanlarda eski bir “töre”nin reenkarne şeklinde ortaya çıkışı gibi şehirlerimizde değişik tarzlarla ama tek bir “terminatör:yok edici” suretinde beliriyor.
Şöyle ki: Stepten kitleler halinde kopup gelen göçebe Türk toplulukları Anadolu’yu yurt edindikten sonra da örf ve geleneklerini kaybetmeden hayatlarını sürdürdüler. Pagan kökenli geleneklerden tutun da Müslümanlıkla birlikte terk edilmesi gereken kimi töreler, eskisinden daha güçlü olarak bugün bile varlığını sürdürmektedir.
Göçebe kültürünün en önemli geleneklerinden birisi çapul ve yağma’dır.
Her iki kelimenin muhtevası göçebe toplulukların varlık sebebine, hayat tarzlarına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Ayrıca, göçebe hayatında savaş ve işgal ekonominin gelir kaynaklarından…
Eski Türkler’de yılın belli bir günü, Hakan’ın büyük otağlarda verdiği resmî ziyafetlerden sonra otağda bulunan -yemek yedikleri kaşık vs. de dahil olmak üzere- kıymetli mal ve eşyalar Hakan’ın müsaadesiyle yağmalanırdı. Yağma sırasında Hakan'ın yakınları otağdan uzaklaşır, yağma sonunda yağmacılar Hakan’ı selâmlar ve yağmaladıkları mal ve eşyalarla evlerine dönerlerdi. Buna yağmalı şölen, yahut meşhur adıyla Hân-ı Yağma denirdi.. Bu anlamda Oğuz toyları meşhurdur. İbn-i Fazlan seyahatnamesinde Oğuz toylarından bahseder,
Beylerle komutanların yanı sıra halkın da verilen yağmaya katıldığını belirtir.
Öyle ki bu gelenek Türk töresinde hukukî bir teamül haline gelmiştir. Selçuklu tarihçisi Prof. Osman Turan bu konuda şunları söyler: “Hanların Oğuz beylerine toy ve şölen denilen umumi ziyafetler vermesi ve bu ziyafetlerde Han sarayının yağma edilmesi (Hıvân-ı Yağma) usûl idi. Bu hukuka riayet etmeyen ve boy beyleri arasındaki kadim sırayı bozan hükümdarlara karşı isyan meşruiyet kazanırdı.” Konunun ehemmiyetine binaen Nizamülmülk, Selçuklu Sultanı’nın haftada bir veya iki kez umumi yağma vermesinin ihmal edilmemesi gerektiğini söyler.
Gene Osman Turan İbn-ül Esir’den nakille Selçuklulardaki yağmaya örnek verir: “Sultan Mehmet Tapar da hastalandığı zaman, ölümünden önce, 1118 yılı kurban bayramında, büyük bir ziyafet vermiş; oğlu Mahmud’u veliahd yaptığı bu ziyafette (toyda), Oğuzhan an’anesine göre, sofrasını ve sarayını yağmalatmış ve bu suretle merasimi ikmal etmiştir.”
Çapul ise, düşman topraklarına yapılan ani baskınlar, saldırılar ve el konulan, ele geçirilen mal ve eşyalar… Bir edebiyatçımızın“ Tanınmamak için yüzlerini karalayarak gece çapuluna çıkmış haydut.” dediği olay.
Kemal Tahir Devlet Ana’da roman kahramanının ağzından çapul’a dair şunları söyler:
“-Yılma yok... Bizim buralarda herkes aklına geleni işleyemez şövalyem! Düzenin bozulmadığı sıralar, çapul, bir doyum kavurma kadardır. Ölçüyü aştın mı, gök çöker başına... Önce götürecek pazar, satacak müşteri bulamazsın! Düzeni bozdun mu, orman yangınına düştün say... Dört yanın ateş... Bilmeyen, "Uçlarda geçim kolay, soyguncunun işi kıyak" der. Yanılır ki ne kadar...
Çetindir, düzenin temeli bozulmadan, burada soyguncuların durumu... Sıtmalı bataklıkların derinlerinde, gün görmez sazlıklarda gizlenip bir zaman, yeri göğü dinleyeceksin! İzini sürerler. Çamurda yüzerekten yer değiştireceksin. Gündüz ateş yakamazsın, dumanı görünür, gece yakamazsın, alazası seni ele verir. Gizlendin, ardındakileri usandırdın, işi külledin, bu kez malı değerine satamazsın, yüz altının, bir altına gider..
“Dünyanın kazancı salt çapul doyumu değildir. Akına, baskına geldi mi, o da gözü bağlı olmaz, akıl ister, hesap ister. Düşman bilinmeyince, kime salacaksın? "Uç" dediğin, her bir şeyle olur, töresiz olmaz. Buraya biriken, her aklına geldiğinde, baskına, pusuya kalkarsa nereye varır bunun sonu?”
Bey kısmının rüşvetsiz, çapulsuz geçinebileceğini aklına sığdıramıyor, şu ölümlü dünyada,
ömrünü boşa geçirdiği için gerçekten kahroluyordu…”
Yağma ile çapul arasındaki fark şudur: Eski törelerde çapulun da bir ahlâkı varken, günümüzdeki çapul’un zamanı, mekânı, mantığı, ölçüsü ve ahlâkı yok. Çapulcunun gözüne ilişen, eline geçen ne varsa hepsi onun malıdır.
Yağma’nın ise zamanı, ritüeli, kuralları var. Bir fark daha: Çapul’da paylaşım yok, Yağma’da paylaşım var. Eski gelenekte çapul düşmana yapılırken şimdi kendi şehir ve insanına yapılıyor.
İlginç olanı şu ki; eskiden Hakan her şeyini yağmalatırdı, toya çağrılanlar yağma yapardı. Şimdi ise yağmanın şekli değişti. Toy sahibinin değil, toya çağrılmayanların malı, her şeyleri yağmalanıyor. Yağmaya çağrılan zamanlardan, yağmaya çıkılan zamanlara geldik. Asimetrik bir değişim bu. Göçebe kültüründe varolan bir geleneğin yerleşik düzende böylesine ters yüz edilerek şehirlerimizi zehirleyen bir virüs haline nasıl geldiği dehşet vericidir! Her ne kadar kelime aynı da olsa uygulamada ‘meşruiyet farkı’ var. Zira eski gelenekte Hakan, töre de olsa kendi iradesiyle/rızasıyla halkı yağmaya davet ediyor. Bugünün yerel yöneticileri, siyasetçileri, kravatlıları, müteahhitleri, vs. kanunları delerek, deşerek yağma yapıyor. Biz biraz anlam kayması ve sapmasıyla birbirini tamamlayan bu iki kelimeyi (çapul ve yağma) şehircilik icraatlarını tavsif için kullanacağız.
Her ne kadar kelime aynı da olsa uygulamada “meşruiyet” farkı var. Zira eski gelenekte, Hakan töre de olsa kendi rızasıyla halkı yağmaya davet ediyor. Bugünün kravatlı ve müteahhit, vs. sertifikalı talancıları yasaları delerek yağma yapıyor.
Gelelim bugüne dair söyleyeceklerimize…
Yağmanın çapula dönüştüğü, eski töre’nin yeni rant terörüne çevrildiği, kuralsızlaştığı, çapulcuların şehrin gövdesine kitlesel kurtçuklar halinde üşüştüğü bir ülkede ve böyle şehirlerde yaşıyoruz.
Şehrin ruhunu, kimliğini, iklimini yok eden, katleden, kemiren, sülük gibi emen çapulcuların gece maske takıp akına çıkmalarına gerek kalmadı. Çapulcular her tarafımızı sardı: Müteahhit, girişimci, yerel yönetici, şehirci, siyasetçi, vs. vs. adı altında onlar hükümfermâ…
Çapul ve Yağma’nın adı kentsel dönüşüm oldu, marka şehirler oldu, dünya kenti oldu.
Anlayacağınız o ki stepteki göçebelerin çapul ve yağması modern zamanların yerleşik çapul ve yağmasına dönüştü. Çapula uğramayan, yağmalanmayan bir şehir toprağı, şehir mekânı kaldı mı? Çapul’da “olan şey” talan edilirdi, modern zamanların çapulunda “olacak olan” da talan ediliyor.
Rezidansların, AVM’lerin, gökdelenlerin, güvenlikli sitelerin temelinde yağmanın çapula dönüşmesi var.
Bakın etrafınıza…
Çapulcu ve yağmacının tedip yerine tebcil edildiği, illüzyonun hakikat olarak zihinlerimizi işgal ettiği bir şehir gerçekliği karşısında hepimiz çapulcu ve yağmacıların kurbanları haline getirildik.
Müslümanlığı kabulüyle birlikte terkedilmeyen geleneklerden birisi olan çapul ve yağma ne yazık ki bugün şehir rantlarına üşüşme olarak devam ediyor. Nerede bir bâkir şehir toprağı görse oraya saldıran çapulcu ve yağmacılar
bir zamanların “medeniyet tecelligâhı” şehirleri katletti, kimyasını bozdu, ruhunu yok etti.
Ne yazık ki tarihî süreklilik şehir çapul ve yağmasıyla devam ediyor, yeni şehirler inşasıyla değil! Çünkü şehirlerimiz, çapul ve yağmayı meşru hale getirmiş, asla kamu vicdanı, kamu malı, kul hakkı diye bir endişesi olmayan şehir yağmacılarının çapul alanı haline geldi. Çapulcu’yu, yağmacı’yı hiçbir kanun engelleyemiyor, hiçbir güç önünde duramıyor. Bir kasırga gibi şehirlerimizi kasıp kavuruyor.
Çapul ve Yağma’nın bir varoluş biçimi olduğu dönemde, Yusuf Has Hacip bin yıl önce yazdığı Kutadgu Bilig’de “Dünyanın her tarafı baştan başa bozuldu. Buna bakıp, hayret eden bir kimse var mı?” diye soruyordu. Eserinin sonunda da “Bütün iyiler gitti, kanunu ve iyi an’aneleri beraberlerinde götürdüler; burada insan artığı kaldı, iyileri nasıl bulayım… Onlar akrep gibi sokarlar, sinek gibi kanımı emerler, köpek gibi havlarlar; hangisine yetişeyim.” diye feryad eder.
Bu feryâdın bugün hiçbir karşılığı yok. Çünkü şehre üşüşen çapulcu ve yağmacıların birbiriyle akrabalığının göstergesi olan şehirlerimizin bugünkü hali şehre dair hiçbir feryâdın duyulmadığını gösteriyor.
Hiç kimseyi itham ve ilzam etmiyoruz. Şehre dair içimizdeki yangını bu iki kelimeye anlam yükleyerek ifade etmektir muradımız. Tahmin etmiyoruz ama gene de “çapul ve yağma ile bizi mi kasdettin” diyecekler olursa, buna “cevabını içinde mündemiç bir sorudur” deriz.
Şehir, bütün bir varlık gibi insana tevdi edilmiş önemli bir emanet… Bu emaneti çapul ve yağma ile talan eden şehir eşkıyalarının hüküm sürdüğü bir ülkede şehirden, idrakten, medeniyetten bahsetmenin bilinmeyen, meçhul bir galaksiden haber vermek kadar gerçek dışı olduğunu söylemeye gerek var mı?
Son yıllarda, şehirlerimizin kentsel dönüşüm adına tahribatına rağmen iktidarın hâlâ “tarih, şehir, medeniyet” söylemlerini nasıl yorumlamalı?
Bu derin bahisleri samimiyetle açanlardan kimileri için, ancak meseleye iyi niyetle gerçeküstücü (sürrealist) bir yaklaşımda bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu yaklaşım da sadece bir söz ve hitabet sanatı olarak kalmış olan, ya da tedavüle sokulan bir sanat biçimi anlamına gelir. Dolayısiyle bu sanatın gerçekle bağı, dışında olduğu içindir. Her şeye rağmen bu neo-sürrealist hitabet tarzlarının, üsluplarının gün gelir ki gerçekliği patlatıcı bir işlevi, gerçeğin kokuşmuşluğunu tedavülden kaldırıcı bir tesiri olur belki. Çünkü sürrealizmin ortaya çıkış şartlarına baktığımızda batıda önemli bir itiraz olarak karşımıza çıkar.
Eski siyasetnamelerde devletin ayakta kalması ve toplumun yaşaması için yağmanın gerekli ve zorunlu olduğu yazılıyken; şimdilerde, şehrin tahrip ve yıkımı için çapul ve yağmanın zorunlu olduğunu söylemek artık sıradan olsa gerek… Nitekim şehir tablomuz bütün trajedisiyle ortada…
Bu hal karşısında söylenecek söz yüz yıl önce söylenmiş. Bize hatırlaması ve hatırlatması kalıyor. Tevfik Fikret’in Hân-ı Yağma’sındaki “Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştiha sizin. Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” mısraını bu anlamda da düşünmek gerekir.
Şehir çapul ve yağmayı, insanımız da çapulcu ve yağmacıyı bünyesinden def’etmedikçe şehirlerimizde talan devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder