Yahya Düzenli
Bir şehrin tecellî
zemini veya varoluş sebebi yok edilebilir mi? Veya, şehirlerimizin ifsat
edilmiş haline bakarak şöyle soralım: Nasıl yok edilebilir? Tarihte şehirlere
musallat olan Haçlı ve Moğol sürülerinden sonra günümüzde ‘Vehhabî
zihniyeti’yle devam eden şehir katliâmları, zaman dilimiyle sınırlı kalmayıp
şehirlerin/şehirlerimizin tecelli zeminlerini de yok ettiler, genetiklerini
bozdular.
Ülkemizde ise… Tanzimat’tan
bu tarafa “yeni şehir” inşa edemediğimiz, kuramadığımız gibi var olan kadîm
şehirlerimizi de tahrip edip ruhsuz bir kadavra haline getirmekte cinnete yakalanmış
gibiyiz. Ruh, muhteva, şekil estetik, mimarî süreklilik… gibi bir endişesi
olmayan, “şehir” deyince işgal edilen toprağın üzerine dikilecek ‘beton
mızrakları’ anlayan ve buralardan elde edilecek kârın şehvetiyle sarhoş
olanların şehircilik adına
konuştuğu, karar verdiği bir ülkede şehirlerimizin imha, ifsat ve en önemlisi
ilhâdı kaçınılmazdır.
Tanzimat’a kadar
insan ve şehrin faniliğinin idraki altında, ait olduğumuz dünya görüşünün/medeniyet
tasavvurunun tecellisi olan yaşanmaya
değer şehirler inşa eden bir zihniyet ve toplum, bugün ne yazık ki hafızası
kaybolmuş, yaşama kültürü yok olmuş ve gelecek tasavvuru kalmamış bir halde
şehirlerini katlediyor.
Sormakta bile
ürperiyoruz: Tarihte muhteşem şehirler inşa ve ihya eden irade, bugün nasıl
ifsat ve imhacı bir karaktere bürünebilir?
Önce zihniyet işgal
ve iğfaliyle başlayan yabancılaşma; müthiş tarihî
birikimden tiksinme, red ve inkârla devam etti, bu hal cumhuriyetle
taçlanınca (!), açılan zihniyet caddesi etrafında insan, toplum ve şehir
şekillenmeye başlamıştır. Bu kendine yabancılaşmış eklektik zihniyetin şehir katliâmları 1839’dan günümüze kimi dozu
yüksek yıkımlar, kimi de değişik isimler altında tedricî yok edişlerle devam
etti ve ediyor!
Artık “şehir”
diyemeyeceğimiz toplu mekânlar bu katliâmı bütün boyutları ve kemaliyle yaşıyor.
Yeni şehir
kuramamakta ne kadar mâhir isek, şehir tahrip edip imha etmekte de o kadar hüner
sahibiyiz. Şehirlerimizi safari sahasına
çevirenlerin özel imtiyazlarla sadistçe avlandığı bir ülke haline getirildik. Avını
parçalarken bile bir usûl sahibi olan vahşîlere taş çıkartacak bir iştahla
şehre saldıranların itibarlı konsorsiyumlar-işadamları
olarak selâmlandığı bir ülke şehirleriyle
değil, şerirleriyle öğünmek durumundadır.
“Bize ait” yeni
şehir kuramama ‘marifetimiz’i Tanzimat’la başlattık ama Tanzimat aydın ve
devlet adamlarının bile hayran oldukları batıya
benzeme ve orada gördüklerini klonlama çabaları meşrutiyet ve erken
cumhuriyet döneminde bir varlık ifadesi olarak ortaya
çıkmıştı. Devam eden sürecin çürüttüğü şehirlerimiz; bugün boğulmakta olan bir
canlıya yardım için el uzatanları da ölüme çeken bir çılgınlıkla yok ediliyor.
Ancak bu yok ediliş “marka şehirler, kentsel dönüşüm, dünya kenti, Avrupa
kenti” ilüzyonuyla bize sunuluyor. Tıpkı ölmek üzere olan bir hastanın gördüğü halisünasyonlar veya çölde aç, susuz
ölmek üzere olan bir insanın gördüğü serap gibi…
Yeni ve rayından
çıkmış bir Tanzimat zihniyetiyle mi
karşı karşıyayız? Yoksa Tanzimat-Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet
kolajlı bir zihniyetle mi? Amma da abarttık öyle mi? Ben hiç de öyle
düşünmüyorum: Hâlâ bünyemize doğrudan giren ilk virüs olan Tanzimat kompleksi ve sendromu’ndan kurtulmuş değiliz.
Günümüzün
şehirlerini söz konusu ederek belirtelim ki; 1839’da Islahat adına başlatılan
ifsat ne ise “yeni”lik ve Yeni Türkiye adına yapılan şehir
dönüşümler de odur! Yeni bir ülke tahayyül ve tasavvur edenler; bunu öncelikle şehirlerde tecelli ve tecessüm ettirmelidirler!
Oysa mevcut ve devam eden şehir tablomuz derece kaos ve kasveti beslemeye devam
ediyor! Yani “Yeni Türkiye” nakaratının mucidlerinin iş ve icraatlarında “eski Türkiye alışkanlıkları” berdevam!
Yeni bir şehir idrakinin tecelli edeceği şehir
ve mekânlara dair hiçbir iz, emare ve karine ne yazık ki bulunmuyor! Bunun için
şehircilikte radikal operasyonlar gerekli! Öncelikle Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, TOKİ ve diğer ilgili Bakanlık ve kurumların ıslahı mümkün olmayan
zihniyetine son verilmesi gerekir! Yeni bir idrak ve zihniyetle inşaya başlamak!
Ama nafile! Çünkü bu
yönde ne bir irade ne de bir teşebbüs var!
Beklemiyoruz da! Virüslerin istilâ ettiği bünyede sıhhatli bir doğruluş
emaresi olamaz!
Mevcut halden biraz uzaklaşıp
şehir
tecellîlerimizden tarihî bir kesite göz attığımızda dehşete
kapılıyoruz. Konumuzla alâkalı bir
iktibas yapalım…
Selçuklu ve
özellikle de Osmanlı’nın kurduğu Anadolu ve Balkan şehirleriyle ilgili önemli gözlemleri
olan Alman bilim adamı F. Karl Kienitz, erken Osmanlı’nın Anadolu coğrafyasında
“hangi idrakle” şehirler inşa ettiğine ilişkin şunları söyler:
“Selçukluları ve onların devamı olan Osmanlıları, her açıdan batıya akan iç Asya
kavimlerine benzeten, mesela bir Hunlarla ve Atilla İmparatorluğuyla eş tutanlar, eskiden farklı olarak
güneşin
doğduğu ülkelerden
gelen yüksek İslam kültürünün binlerce mil batıya yayıldığını
ve önüne çıkan her ülkeye, onu
yıkmak
yerine, gelişmiş medeniyetinin
damgasını
vurduğunu, unutmamalıdırlar.
Bir zamanlar İspanya'nın Kurtuba’sında, Fırat ve
Dicle'nin Bağdat’ında olduğu gibi, bu sefer de Anadolu'da ve Güneydoğu Avrupa'daki İslam şehirlerinde kültür
çiçekleri açmakta, büyük gelişmeler kaydedilmekte
idi. Bu şehirler başka türlü şehirlerdir, diğerlerine benzemezler özellikleri de, üstlerinde
parlayan hilâlden ileri
gelmektedir.
Şöyle ki, hilâlin gölgesindeki şehirler, İslâm dünyası tarihinin ve İslam
kültürünün bir bölümüdürler. Anadolu ve Balkan yarımadası üzerindeki
bu şehirlerin diğer bir ortak yanı da, kuruluşlarının, bazı istisnalar
dışında,
çok çok eskilere, yüzlerce yıl öncesine dayanmalarıdır…
Türklerden önce şehircilikte gelişmeyen İç Balkan ülkeleri, özellikle Bosna-Hersek, Sultanların egemenliğinde, kalın tarih kitaplarının yeni bir sayfasına başladılar. Demek
ki, hilâlin
gölgesindeki şehirler, aynı zamanda Anadolu ve Güneydoğu Avrupa
kültür ve tarihinin de bir bölümü oluyorlar.”
Karl Kienitz’in
hayranlıkla resmettiği medeniyet coğrafyamızda tecelli ve tecessüm eden şehirlerin
ruhunu anlayacak, kavrayacak, bugüne taşıyacak irfan ve idrake sahip siyasî,
şehir yöneticisi, mimar, vs.’nin bulunmadığı bir ülkede şahsiyetli hangi
şehirden bahsedilebilir ki?
Dün, tarihî medeniyet coğrafyasının her bir
karesinde tecelli eden ruh ve mekânlar bugün hatırlanmıyor ise ortada ciddi ve
tedavisi imkânsız bir vakıa var demektir. Tıpkı alzheimerli bir hasta gibi, zaman ve mekân idraki iptal olmuş; ne
kendisini, ne geçmişini, ne de etrafındakileri tanıyamayan hastalıklı bir hal!
Yahut da illetlerinin farkına varamayan, kendini sağlıklı zanneden bir hasta…
F.Karl Kienitz’in “Bu şehirler başka türlü şehirlerdir, diğerlerine benzemezler özellikleri de, üstlerinde
parlayan hilâlden ileri
gelmektedir” cümlesini
anlayabiliyorsak; dünya görüşü, medeniyet, kimlik, şehir, mimari ve
yabancılaşmaya dair bir okumanın gerekli şartlarına sahibiz demektir.
Dün; büyük medeniyet
coğrafyasında kaim olan şehirlere hâkim olan ruh ve şahsiyetten giderek
uzaklaşmanın helâkini yaşıyoruz!
İdraklerin
iltihaptan öte bir ilhâda yöneldiği bir zamanda kadîm şehirlerimizi düşünüp,
hüzne dalma ve ağlama zamanıdır.
Niçin? Çünkü
şehirlerimizin tecelli zemini yok edildi! Yeni bir tecelliye imkân hazırlayacak
alâmetler ise henüz belirmedi! Belirir mi? Kim bilir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder