duzenliyahya@gmail.com
Diyanet İşleri
Başkanlığı, Hz. Peygamber’in “ümmetimin ihtilâfı rahmettir” ölçüsündeki
hikmetten nasipsizliğin verdiği bir cür’etle geçtiğimiz Cuma günü (22.4.2016)
hazırladığı ve bütün Türkiye’deki camilerde okutturduğu hutbede “şuyuu
vukuundan beter” bir ifsada imza attı.
Mevzuya girmeden evvel
Üstad Necip Fazıl’ın, günümüzden kırk yıl önce (Şubat 1976) aylık yayınladığı
“Rapor”ların ilk sayısında “Diyanet”
başlıklı yazısından bir kesit okuyalım:
“Bu tabirin, onu temsil eden şahıs ve makam hususiyetine izafetle
tarafımızdan ‘cinayet’ diye sıfatlandırıldığı fecaat dolu devreler olmuştur. Bu
devrelerde, Allah için değil de Allah düşmanlarını memnun etmek için fetvâ verenler,
umumiyeti teşkil eder. Hususiyette ise,ya bu vebalin altında ezilip ne
yapacaklarını bilemeyenler ve nihayet yüreği çatlayarak ölenler, yahut da böyle
bir belâlı yükü, başlarına ne gelirse gelsin, omuzlamayı reddedenler, tek tük
bile olsa, görülebilmiştir.”
Ve zamanın hükümetinin
tayin ettiği Diyanet Başkanı’nı kastederek şöyle devam eder Üstad: “Allah Resulünün mûbarek kıyafetlerinden
esasî bir unsur olarak özene bezene doladığı sarığını, kokteyller, müsamereler,
kongreler, konferanslar, türlü devlet merasim ve toplantılarında kendince bir
mânâ ile göstermelik hale getiren, endamını arzetmek için hiçbir fırsatı
kaçırmayan, sırasında eski şeyhülislâmların beyaz cübbe kılığına da bürünebilen
ve böylece “İşte Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Reisi Böyle Olur!” demek
isteyen bu yeni tip, şu bakımdan en tehlikelisidir ki, gelip geçmişler arasında
nihayet ‘matluba en muvafık’ zat
olduğunu ispat edebilme ve ispatını bazı devlet büyüklerine kabul ettirebilme
yolundadır. (Rapor 1 s. 54-56)
Üstad’ın kırk yıl önce
çizdiği prototip bugünü de
resmediyor.
Üstad, Diyanet’le ilgili
bazı yazılarında “cinayet işleri” bazı
yazılarında da “denaet işleri” tabirini
kullanır.
Niçin Üstad’dan
iktibasla böyle bir giriş yaptık?.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
14 Nisan 2016 tarihinde İstanbul’da
toplanan“İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi Açılışı”
münasebetiyle İslam Ülkeleri(!)nin Devlet Başkanlarına hitaben yaptığı
konuşmada öyle bir cümlesi var ki, zuhûl eseri midir, yoksa taammüden mi söylenmiştir bilemiyoruz. Siyaseten
söylense bile, çağrışımları ve tesirleri oldukça tehlikeli bir cümle sarfetti:
“Müslümanlar
olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik fitnesi
geliyor.” Devamla “ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifade
ettiğim gibi; benim dinim Sünnilik de değildir, Şiilik de değildir, benim dinim
İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir
Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir.”
İlk plânda doğru ve ikaz
edici radikal bir söylem gibi gözükse de, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının nasıl
vahîm yanlışlar ihtiva ettiğinin analizine girecek değiliz. Kendilerinin “sünniliğin
bir din olmadığı”nı bildiklerini zannediyorum. Bütün Türkiye’ye naklen
yayın yapan televizyon kanallarında, sosyal medya, gazeteler ve diğer yayın
organlarında konuşmanın en önemli, can alıcı cümlesi olarak bu ifade ısrarla ve
sıklıkla gündeme getirildi.
Müslümanlıkta ehl-i
sünnet geleneğinin bin yıldır omurgasını oluşturan bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın,
(özellikle İran’a) siyasî mesaj verme çabasıyla irâd ettiği konuşmadaki bu vahîm cümleler İslam’ın siyasî ve itikadî
tarihinde Ehl-i Sünnet eksenli
hiçbir bir ülkenin devlet başkanından sâdır olmamıştır, diye düşünüyoruz.
Ehl-i sünnet
mezheplerine bağlılığın “fitne” olarak nitelendirildiği bu
cümlenin hiçbir şekilde te’vili ve ehl-i sünnet ile te’lifi mümkün değildir.
Çünkü Hz. Peygamber ve asr-ı saadet döneminden sonra (Üstad’ın tabiriyle) “aziz ve erdirici” ihtilâfın
tecellileri halinde teşekkül eden ehl-i
sünnet mezhepleri ile “süflî ve kaybettirici” sapık mezhepleri
aynı skalaya koyarak, bir itikad
müfettişi gibi topyekûn “fitne” ilân
etmenin nasıl vahîm bir itikadî sonuçlar doğuracağını düşünün…
Bu konudaki tavsiyemiz:
Cumhurbaşkanı’nın bu tür metinlerini hazırlayan danışmanlarının her şeyden önce ehl-i sünnet hassasiyeti ve edebinin
ne olması gerektiği hususunda bir terbiyeden geçmeleridir. Tabii böyle bir
endişeleri varsa…
Gelelelim asıl söylemek
istediklerimize…
Bir süredir ülkemizde “Kur’an Müslümanlığı” adı altında bütün
sahih itikadî ekollere, yani ehl-i
sünnete karşı zaman zaman örtülü ve sinsice, zaman zaman da açıktan ve
doğrudan savaş açan özellikle İbn-i Teymiyye çizgisi olarak isimlendirilen
selefî çizginin sözcüsü ilâhiyatçı görünümlü bazı ilhadçılar, artık yabancı oryantalistlere ihtiyaç hissettirmiyor.
Çünkü onlar gibi düşünen tilmizleri ortalıkta boy göstermeye başladılar. Her
gün üniversite kampüslerinde, panellerde, TV’lerde itikadî ifsat projelerini uygulamayı, sapık düşüncelerini yaymayı
sürdürmekten geri kalmıyorlar.
Buna paralel olarak dinî
tanzim ve yönlendirmeyle sorumlu devlet aygıtı olan Diyanet İşleri
Başkanlığı da, itikadımızı ifsat için seyirci kalmanın ötesinde, elinden geleni
yapmaktan geri kalmıyor.
Cumhurbaşkanı’nın
mevzubahis konuşmasından bir hafta sonra (22.4.2016), bu konuşmadaki itikadî
hataları tashih edeceği yerde, kendisine “durumdan vazife çıkaran” Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırlayıp bütün
Türkiye’deki camilerde okutturduğu Cuma Hutbesi, Cumhurbaşkanının metnindeki aynı
cümleleri ihtiva ediyordu. Adeta konuşma ve hutbe tek bir kalemden çıkmış
gibiydi.
Hutbeyi Antalya’nın bir
beldesinde iken Cuma namazını kılmak için gittiğim camide dinlediğimde
neredeyse camiyi terk etmek hissi
doğdu içime. Camiden çıktığımda İstanbul’dan arayan kadîm bir dostumun öfke
içerisinde hutbe ile ilgili teessürünü ifade etmesi de ifsâdın vehametini ve
çapını gösteriyordu.
Hutbede
şöyle deniyordu:
“Bugün
İslam coğrafyasını üç büyük fitne ateşi sarmış vaziyettedir. Birincisi,
mezhepçilik fitnesidir. Mezhebe, meşrebe mensubiyeti, İslam’a, Muhammed
Mustafa’ya mensubiyetin önüne geçirmek, Müslümanlar için en büyük fitnedir.
Kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir ederek ümmetten saymama gafleti içerisinde
olmak, Müslümanları kuşatan en büyük tehlikedir…”
Hutbenin
devamı ve özellikle bu cümle, hiçbir itikat ölçüsü tanımayan/taşımayan, ne
söylediğini ve kime söylediğini umursamayan, edep ve ahlâk sınırı tanımayan,
vak’a-i âdiye’den sayılamayacak bir cümledir.
Diyanet
İşleri’nin hutbeleri mü’minleri ifsat için midir?
Diyanet işleri, uzun bir tarihsel süreçte “sahih
itikad” için verilen mücadelelerin yanında, velîlerin, âlimlerin,
müçtehidlerin, ilim ve irfan ehlinin taviz vermez tutum ve hassasiyetlerinden
hiç mi nasip almamıştır?
Ne
yazık ki, bazı konularda İslâmî cevaz ve fetva vermeyi kendisine vecibe bilen
hiçbir ilim adamı, ne de bir köşe yazarı, ne Cumhurbaşkanı’nın ne de Diyanet
İşleri’nin hutbesine dair hiçbir şey söylemedi, yazmadı, yazamadı…
Şimdi,
hutbenin başında, bazı âyet ve hadisleri de referans gösteren Diyanet İşlerine
soralım:
·
Allah
Resulü’nün hâs ismini sıradan bir isim gibi zikretmek konusunda hiç mi edep
ölçüsü tanımıyorsunuz? Bu önemli edep ölçüsünü ya düşünemeyen, veya hiçe sayan
bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın âlem-i İslâm’a vermeye kalktığı mesaja
bakın???
·
“İslam
coğrafyasındaki fitne ateşi”
olarak nitelediğiniz bir mezhebe mensup değil misiniz?
·
Diyanet
İşlerini yöneten kadro’nun “Ehl-i
Sünnet” hassasiyetinin olmamasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu meş’um
tavrınızla Selçuklu ve Osmanlı gibi muhteşem bir ehl-i sünnet geleneğini topyekûn reddetmiş olmuyor musunuz?
·
Hangi
Ehl-i Sünnet mezhebine mensup Müslüman kendi mezhebini Peygamberin önüne
geçiriyor?
·
Ehl-i
Sünnet dışı sapık itikadları sahih
yol kabul ediyor musunuz? Ehl-i Sünnet hassasiyetini savunanları “kendisi gibi
düşünmeyen”leri tekfir etmekle mi suçluyorsunuz? Bu yaftalama ile siz hangi itikad cereyanına yakalanmış
bulunuyorsunuz ?
· Aslî görevleri arasında “itikadı korumak” olması gereken bir kurumun, genç neslin “sahih itikad/ehl-i sünnet” diye bir hassasiyetinin olmamasındaki vebalini düşünebiliyor musunuz? Bu tür yayınlarla bu tehlikeli bataklığı derinleştirdiğinizin farkında mısınız?
Aman
Allah’ım! “Mezhepsizliği” fitne olmaktan çıkarıp “mezhepleri” fitne olarak
niteleyen “Neo Calvinist” veya “Protestanlaşmış” din anlayışına tekabül eden bu anlayış
Türkiye’nin düşürülmek istendiği itikatsızlık
bataklığının yolunu doğrudan açmaktadır!
En
önemli bir değir tehlike de; ortalıkta “ehl-i
sünnet hassasiyeti” taşımayan, bundan habersiz yetişen bir genç neslin itikatsızlık bataklığına sürüklendiği
ve bu tür söylemlerin bu tehlikeli hali kışkırttığı ve beslediğidir.
Diyanet
İşleri, bu vahim ve galiz hutbesiyle, 12 asırdır varolagelen, sapık
anlayışlardan arındırılmış sahih İslâmî akideyi sistemleştiren ehl-i sünnet
mezheplerine yönelik mezhepler dışı yeni
bir oryantalist projeye mi hazırlık yapıyor?
Mezheplerin
ortaya çıkışı ve tedvininden bile habersiz veya kasıtla hazırlanmış hutbedeki
şu cümledeki korkunç bühtana bakın: “Mezhebe mensubiyeti İslâm’a mensubiyetin
önüne geçirmek…”
Ehl-i
sünnet çizgisinin hiçbir tarihî döneminde bu suçlamayı haklı gösterecek,“mezhepçilik”
olarak adlandırılmış bir teşebbüs, bünye ve muhtevası olmamasına rağmen,
Diyanet İşleri’nin bu panik-atak hutbesinin amacı ne olabilir?
Ehl-i
Sünnet itikadına karşı bu nasıl bir öfke, dalâlet, ta’ndır!
Bu,
bütün bir ehl-i sünnet tarihine, İmam-ı Matüridî, İmam-ı Eş’arî, İmam-ı Azam,
İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Malik ve bütün ehl-i sünnet itikadının
kutuplarına bühtandır, iftiradır.
Sahih-sapık demeden, hiçbir ayrım
gözetmeksizin, toptancı bir genellemeyle “mezhebe
mensubiyeti” fitne olarak ilân etmek, zaman zaman (siyasî iradeyle uyarlı
olarak) kendilerinin bile şikayetçi olduğu selefî-radikal
bir anlayışın ürünü değil midir?
Diyanet İşleri, eğer İslâm mezhepler tarihini (özellikle ehl-i sünnet’i) Batı mezhepler tarihiyle karıştırmamışsa ortada taammüden işlenmiş bir cürüm var demektir. Yoksa Diyanet İşleri, Ehl-i Sünnet mezheplerini, XVI. yy. Fransa’sında bir gecede Katoliklerin 60 bin Protestanı katlettiği Hristiyan “mezhepçilik”iyle bir mi görüyor?
O
halde başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere tekrar sormak gerekir:
Siz
hangi mezhebe mensupsunuz? İbadetlerinizi hangi mezhebe göre yapıyorsunuz? Şia
ve Ehl-i Sünnet arasında itikad ve amelde hiçbir fark görmüyor musunuz?
Yoksa
bu hutbeyi hazırlayan zevâtın içtihatları,
“Doğru Yolun Sapık Kolları”nın
yeni bir versiyonuna kapı mı aralıyor?
“İrade-i şâhane”ye uygun düşsün diye hazırlayıp köylere kadar gönderilen bu hutbe metni,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihinde “elfaz-ı küfr”ü de aşmış vahîm bir
itikadî sapma olarak kayıtlara geçecektir!
Biraz tarihî arka plana sarkarak söyleyelim ki;
önce İttihat ve Terakki tarafından tasarlanan, sonra da erken Cumhuriyet
döneminde “dini kontrol ve tanzim” için Osmanlı Şeyhülislâmlığı’nın yerine
ihdas edilen Diyanet İşleri, yeni rejimin din tasarımında yeni usuller ihdas etmişti ama bu derece itikadî ifsadı düşünememişti.
Yakın tarihinde yedi yüz yıl ehl-i sünnet
itikadını sahih çerçeve ve muhtevasıyla her türlü saldırıya karşı muhafaza,
temsil ve teşmil etmiş bir ülkenin Diyanet İşleri bu beyanlarıyla “cehliyle
iftihar” etmenin ilerisine geçmiş ve kendi tarihine silinmez bir leke
sürmüştür. İlim havzası ve istikameti ile “sahih itikadı” koruyucu ve yeni
nesillere benimsetici bir rol üstlenmesi gereken bir teşkilatın siyasî bir
manevrayla yönünü ve istikametini nasıl kaybettiğinin ibretlik belgesidir bu
vak’a.
Diyanet İşleri, kimi kastederek söylerse söylesin,
hatta “mezhepleri değil mezhepçiliği” gibi zevahiri kurtarma yoluna
gitsin, bu vahîm cümlenin hiçbir mâkul te’vil ve tefsiri yoktur. Diyanet İşleri, öyle görülüyor ki bölgesel
ve siyasî konjonktürle alâkalı olarak ustaca bir marifet göstermek istemiş ancak, sirkatini veya şuuraltındaki gerçekliğini açığa vurmuştur.
Kendilerini ilgilendiren birçok önemli konuda
ısrarla suskun duran, hiçbir tutarlı ve kalıcı tavır ortaya koyamamış olan
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birdenbire gösterdiği bu şartlı refleks’e karşı ehl-i
sünnet hassasiyeti taşıyan herkes tepki göstermeli, duruş sergilemelidir. Aksi
halde başta “Kutlu Doğum Haftası” şenlikleri
(!) olmak üzere birçok konuda ifsat devam edecektir!
İfsadın ötesinin ilhad olduğunu hatırlatmaya gerek var
mıdır?
Allah şifa,
akıl, fikir ve iz’an versin!
“Efendimiz’in ashâbına tâbi olan fırka şüphesiz
Ehl-iSünnet ve’l-Cema’at fırkasıdır. Allah Teâlâ onların çabalarını mükâfatlandırsın!
Onlar, fırka-i nâciyedir (Kurtuluşa eren)” buyuran İmam-I Rabbanî Hz.lerinin
sözü ve Hz. Peygamber’in “Ümmetim
sapıklık üzere birleşmez!” ölçüsüyle bitirelim.