29 Nisan 2016 Cuma

DİYANET İŞLERİ’NİN GÖREVLERİ ARASINDA “İTİKADÎ İFSAT” VAR MI?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Diyanet İşleri Başkanlığı, Hz. Peygamber’in “ümmetimin ihtilâfı rahmettir” ölçüsündeki hikmetten nasipsizliğin verdiği bir cür’etle geçtiğimiz Cuma günü (22.4.2016) hazırladığı ve bütün Türkiye’deki camilerde okutturduğu hutbede “şuyuu vukuundan beter” bir ifsada imza attı. 

Mevzuya girmeden evvel Üstad Necip Fazıl’ın, günümüzden kırk yıl önce (Şubat 1976) aylık yayınladığı “Rapor”ların ilk sayısında “Diyanet” başlıklı yazısından bir kesit okuyalım:

“Bu tabirin, onu temsil eden şahıs ve makam hususiyetine izafetle tarafımızdan ‘cinayet’ diye sıfatlandırıldığı fecaat dolu devreler olmuştur. Bu devrelerde, Allah için değil de Allah düşmanlarını memnun etmek için fetvâ verenler, umumiyeti teşkil eder. Hususiyette ise,ya bu vebalin altında ezilip ne yapacaklarını bilemeyenler ve nihayet yüreği çatlayarak ölenler, yahut da böyle bir belâlı yükü, başlarına ne gelirse gelsin, omuzlamayı reddedenler, tek tük bile olsa, görülebilmiştir.”

Ve zamanın hükümetinin tayin ettiği Diyanet Başkanı’nı kastederek şöyle devam eder Üstad: “Allah Resulünün mûbarek kıyafetlerinden esasî bir unsur olarak özene bezene doladığı sarığını, kokteyller, müsamereler, kongreler, konferanslar, türlü devlet merasim ve toplantılarında kendince bir mânâ ile göstermelik hale getiren, endamını arzetmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan, sırasında eski şeyhülislâmların beyaz cübbe kılığına da bürünebilen ve böylece “İşte Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Reisi Böyle Olur!” demek isteyen bu yeni tip, şu bakımdan en tehlikelisidir ki, gelip geçmişler arasında nihayet ‘matluba en muvafık’ zat olduğunu ispat edebilme ve ispatını bazı devlet büyüklerine kabul ettirebilme yolundadır. (Rapor 1 s. 54-56)

Üstad’ın kırk yıl önce çizdiği prototip bugünü de resmediyor.

Üstad, Diyanet’le ilgili bazı yazılarında “cinayet işleri” bazı yazılarında da “denaet işleri” tabirini kullanır.

Niçin Üstad’dan iktibasla böyle bir giriş yaptık?.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14 Nisan 2016 tarihinde İstanbul’da  toplanan“İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi Açılışı” münasebetiyle İslam Ülkeleri(!)nin Devlet Başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada öyle bir cümlesi var ki, zuhûl eseri midir, yoksa taammüden mi söylenmiştir bilemiyoruz. Siyaseten söylense bile, çağrışımları ve tesirleri oldukça tehlikeli bir cümle sarfetti: “Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik fitnesi geliyor.” Devamla “ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifade ettiğim gibi; benim dinim Sünnilik de değildir, Şiilik de değildir, benim dinim İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir.”

İlk plânda doğru ve ikaz edici radikal bir söylem gibi gözükse de, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının nasıl vahîm yanlışlar ihtiva ettiğinin analizine girecek değiliz. Kendilerinin “sünniliğin bir din olmadığı”nı bildiklerini zannediyorum. Bütün Türkiye’ye naklen yayın yapan televizyon kanallarında, sosyal medya, gazeteler ve diğer yayın organlarında konuşmanın en önemli, can alıcı cümlesi olarak bu ifade ısrarla ve sıklıkla gündeme getirildi.

Müslümanlıkta ehl-i sünnet geleneğinin bin yıldır omurgasını oluşturan bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, (özellikle İran’a) siyasî mesaj verme çabasıyla irâd ettiği konuşmadaki  bu vahîm cümleler İslam’ın siyasî ve itikadî tarihinde Ehl-i Sünnet eksenli hiçbir bir ülkenin devlet başkanından sâdır olmamıştır, diye düşünüyoruz.

Ehl-i sünnet mezheplerine bağlılığın “fitne” olarak nitelendirildiği bu cümlenin hiçbir şekilde te’vili ve ehl-i sünnet ile te’lifi mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve asr-ı saadet döneminden sonra  (Üstad’ın tabiriyle) “aziz ve erdirici” ihtilâfın tecellileri halinde teşekkül eden ehl-i sünnet mezhepleri ile “süflî ve kaybettirici” sapık mezhepleri aynı skalaya koyarak, bir itikad müfettişi gibi topyekûn “fitne” ilân etmenin nasıl vahîm bir itikadî sonuçlar doğuracağını düşünün…

Bu konudaki tavsiyemiz: Cumhurbaşkanı’nın bu tür metinlerini hazırlayan danışmanlarının  her şeyden önce ehl-i sünnet hassasiyeti ve edebinin ne olması gerektiği hususunda bir terbiyeden geçmeleridir. Tabii böyle bir endişeleri varsa…

Gelelelim asıl söylemek istediklerimize…

Bir süredir ülkemizde “Kur’an Müslümanlığı” adı altında bütün sahih itikadî ekollere, yani ehl-i sünnete karşı zaman zaman örtülü ve sinsice, zaman zaman da açıktan ve doğrudan savaş açan özellikle İbn-i Teymiyye çizgisi olarak isimlendirilen selefî çizginin sözcüsü ilâhiyatçı görünümlü bazı ilhadçılar, artık yabancı oryantalistlere ihtiyaç hissettirmiyor. Çünkü onlar gibi düşünen tilmizleri ortalıkta boy göstermeye başladılar. Her gün üniversite kampüslerinde, panellerde, TV’lerde itikadî ifsat projelerini uygulamayı, sapık düşüncelerini yaymayı sürdürmekten geri kalmıyorlar.

Buna paralel olarak dinî tanzim ve yönlendirmeyle sorumlu devlet aygıtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı da, itikadımızı ifsat için seyirci kalmanın ötesinde, elinden geleni yapmaktan geri kalmıyor.

Cumhurbaşkanı’nın mevzubahis konuşmasından bir hafta sonra (22.4.2016), bu konuşmadaki itikadî hataları tashih edeceği yerde, kendisine “durumdan vazife çıkaran”  Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırlayıp bütün Türkiye’deki camilerde okutturduğu Cuma Hutbesi, Cumhurbaşkanının metnindeki aynı cümleleri ihtiva ediyordu. Adeta konuşma ve hutbe tek bir kalemden çıkmış gibiydi.

Hutbeyi Antalya’nın bir beldesinde iken Cuma namazını kılmak için gittiğim camide dinlediğimde neredeyse camiyi terk etmek hissi doğdu içime. Camiden çıktığımda İstanbul’dan arayan kadîm bir dostumun öfke içerisinde hutbe ile ilgili teessürünü ifade etmesi de ifsâdın vehametini ve çapını gösteriyordu.

Hutbede şöyle deniyordu:

“Bugün İslam coğrafyasını üç büyük fitne ateşi sarmış vaziyettedir. Birincisi, mezhepçilik fitnesidir. Mezhebe, meşrebe mensubiyeti, İslam’a, Muhammed Mustafa’ya mensubiyetin önüne geçirmek, Müslümanlar için en büyük fitnedir. Kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir ederek ümmetten saymama gafleti içerisinde olmak, Müslümanları kuşatan en büyük tehlikedir…”

Hutbenin devamı ve özellikle bu cümle, hiçbir itikat ölçüsü tanımayan/taşımayan, ne söylediğini ve kime söylediğini umursamayan, edep ve ahlâk sınırı tanımayan, vak’a-i âdiye’den sayılamayacak bir cümledir.

Diyanet İşleri’nin hutbeleri mü’minleri ifsat için midir?

Diyanet işleri, uzun bir tarihsel süreçte “sahih itikad” için verilen mücadelelerin yanında, velîlerin, âlimlerin, müçtehidlerin, ilim ve irfan ehlinin taviz vermez tutum ve hassasiyetlerinden hiç mi nasip almamıştır?
 
Ne yazık ki, bazı konularda İslâmî cevaz ve fetva vermeyi kendisine vecibe bilen hiçbir ilim adamı, ne de bir köşe yazarı, ne Cumhurbaşkanı’nın ne de Diyanet İşleri’nin hutbesine dair hiçbir şey söylemedi, yazmadı, yazamadı…

Şimdi, hutbenin başında, bazı âyet ve hadisleri de referans gösteren Diyanet İşlerine soralım:

·         Allah Resulü’nün hâs ismini sıradan bir isim gibi zikretmek konusunda hiç mi edep ölçüsü tanımıyorsunuz? Bu önemli edep ölçüsünü ya düşünemeyen, veya hiçe sayan bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın âlem-i İslâm’a vermeye kalktığı mesaja bakın???

·         “İslam coğrafyasındaki fitne ateşi” olarak nitelediğiniz bir mezhebe mensup değil misiniz?

·         Diyanet İşlerini yöneten kadro’nun “Ehl-i Sünnet” hassasiyetinin olmamasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu meş’um tavrınızla Selçuklu ve Osmanlı gibi muhteşem bir ehl-i sünnet geleneğini topyekûn reddetmiş olmuyor musunuz?

·         Hangi Ehl-i Sünnet mezhebine mensup Müslüman kendi mezhebini Peygamberin önüne geçiriyor?

·         Ehl-i Sünnet dışı sapık itikadları sahih yol kabul ediyor musunuz? Ehl-i Sünnet hassasiyetini savunanları “kendisi gibi düşünmeyen”leri tekfir etmekle mi suçluyorsunuz? Bu yaftalama ile siz hangi itikad cereyanına yakalanmış bulunuyorsunuz ?

·         Aslî görevleri arasında “itikadı korumak” olması gereken bir kurumun, genç neslin “sahih itikad/ehl-i sünnet” diye bir hassasiyetinin olmamasındaki vebalini düşünebiliyor musunuz? Bu tür yayınlarla bu tehlikeli bataklığı derinleştirdiğinizin farkında mısınız?

Aman Allah’ım! “Mezhepsizliği” fitne olmaktan çıkarıp “mezhepleri” fitne olarak niteleyen “Neo Calvinist” veya “Protestanlaşmış”  din anlayışına tekabül eden bu anlayış Türkiye’nin düşürülmek istendiği itikatsızlık bataklığının yolunu doğrudan açmaktadır! 

En önemli bir değir tehlike de; ortalıkta “ehl-i sünnet hassasiyeti” taşımayan, bundan habersiz yetişen bir genç neslin itikatsızlık bataklığına sürüklendiği ve bu tür söylemlerin bu tehlikeli hali kışkırttığı ve beslediğidir.

Diyanet İşleri, bu vahim ve galiz hutbesiyle, 12 asırdır varolagelen, sapık anlayışlardan arındırılmış sahih İslâmî akideyi sistemleştiren ehl-i sünnet mezheplerine yönelik mezhepler dışı  yeni bir oryantalist projeye mi hazırlık yapıyor?

Mezheplerin ortaya çıkışı ve tedvininden bile habersiz veya kasıtla hazırlanmış hutbedeki şu cümledeki korkunç bühtana bakın: “Mezhebe mensubiyeti İslâm’a mensubiyetin önüne geçirmek…”

Ehl-i sünnet çizgisinin hiçbir tarihî döneminde bu suçlamayı haklı gösterecek,“mezhepçilik” olarak adlandırılmış bir teşebbüs, bünye ve muhtevası olmamasına rağmen, Diyanet İşleri’nin bu panik-atak hutbesinin amacı ne olabilir?

Ehl-i Sünnet itikadına karşı bu nasıl bir öfke, dalâlet, ta’ndır!

Bu, bütün bir ehl-i sünnet tarihine, İmam-ı Matüridî, İmam-ı Eş’arî, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Malik ve bütün ehl-i sünnet itikadının kutuplarına bühtandır, iftiradır.

Sahih-sapık demeden, hiçbir ayrım gözetmeksizin, toptancı bir genellemeyle “mezhebe mensubiyeti” fitne olarak ilân etmek, zaman zaman (siyasî iradeyle uyarlı olarak) kendilerinin bile şikayetçi olduğu selefî-radikal bir anlayışın ürünü değil midir?

Diyanet İşleri, eğer İslâm mezhepler tarihini (özellikle ehl-i sünnet’i) Batı mezhepler tarihiyle karıştırmamışsa  ortada taammüden işlenmiş bir cürüm var demektir. Yoksa Diyanet İşleri, Ehl-i Sünnet mezheplerini, XVI. yy. Fransa’sında bir gecede Katoliklerin 60 bin Protestanı katlettiği Hristiyan “mezhepçilik”iyle bir mi görüyor?

O halde başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere tekrar sormak gerekir:

Siz hangi mezhebe mensupsunuz? İbadetlerinizi hangi mezhebe göre yapıyorsunuz? Şia ve Ehl-i Sünnet arasında itikad ve amelde hiçbir fark görmüyor musunuz?

Yoksa bu hutbeyi hazırlayan zevâtın içtihatları, “Doğru Yolun Sapık Kolları”nın yeni bir versiyonuna kapı mı aralıyor?

“İrade-i şâhane”ye uygun düşsün diye hazırlayıp köylere kadar gönderilen bu hutbe metni, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihinde “elfaz-ı küfr”ü de aşmış vahîm bir itikadî sapma olarak kayıtlara geçecektir!

Biraz tarihî arka plana sarkarak söyleyelim ki; önce İttihat ve Terakki tarafından tasarlanan, sonra da erken Cumhuriyet döneminde “dini kontrol ve tanzim” için Osmanlı Şeyhülislâmlığı’nın yerine ihdas edilen Diyanet İşleri, yeni rejimin din tasarımında yeni usuller ihdas etmişti ama bu derece itikadî ifsadı düşünememişti.
 
Yakın tarihinde yedi yüz yıl ehl-i sünnet itikadını sahih çerçeve ve muhtevasıyla her türlü saldırıya karşı muhafaza, temsil ve teşmil etmiş bir ülkenin Diyanet İşleri bu beyanlarıyla “cehliyle iftihar” etmenin ilerisine geçmiş ve kendi tarihine silinmez bir leke sürmüştür. İlim havzası ve istikameti ile “sahih itikadı” koruyucu ve yeni nesillere benimsetici bir rol üstlenmesi gereken bir teşkilatın siyasî bir manevrayla yönünü ve istikametini nasıl kaybettiğinin ibretlik belgesidir bu vak’a. 
 
Diyanet İşleri, kimi kastederek söylerse söylesin, hatta “mezhepleri değil mezhepçiliği” gibi zevahiri kurtarma yoluna gitsin, bu vahîm cümlenin hiçbir mâkul te’vil ve tefsiri yoktur. Diyanet İşleri, öyle görülüyor ki bölgesel ve siyasî konjonktürle alâkalı olarak ustaca bir marifet göstermek istemiş ancak, sirkatini veya şuuraltındaki gerçekliğini açığa vurmuştur.
 
Kendilerini ilgilendiren birçok önemli konuda ısrarla suskun duran, hiçbir tutarlı ve kalıcı tavır ortaya koyamamış olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birdenbire gösterdiği bu şartlı refleks’e karşı ehl-i sünnet hassasiyeti taşıyan herkes tepki göstermeli, duruş sergilemelidir. Aksi halde başta “Kutlu Doğum Haftası” şenlikleri (!) olmak üzere birçok konuda ifsat devam edecektir!
 
İfsadın ötesinin ilhad olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır?
 
Allah şifa, akıl, fikir ve iz’an versin! 
 
“Efendimiz’in ashâbına tâbi olan fırka şüphesiz Ehl-iSünnet ve’l-Cema’at fırkasıdır. Allah Teâlâ onların çabalarını mükâfatlandırsın! Onlar, fırka-i nâciyedir (Kurtuluşa eren)” buyuran İmam-I Rabbanî Hz.lerinin sözü ve Hz. Peygamber’in “Ümmetim sapıklık üzere birleşmez!” ölçüsüyle bitirelim.

21 Nisan 2016 Perşembe

ŞEHRİ REHİNDEN HANGİ AKIL KURTARACAK?

Yahya Düzenli

Geçtiğimiz haftalarda Başbakan Davutoğlu’nun Mimar Sinan Haftası nedeniyle düzenlenen “Medeniyetimizin Mimarlarından Sinan’ı anmak” toplantısında yaptığı konuşmadan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da Sabah gazetesinin “Kentsel Dönüşüm ve Akıllı Şehirler Kurultayı”nda konuştu. Konuşmalar, bundan önceki şehir konuşmalarının bir devamı niteliğinde, danışmanların konuşma metinleri stoklarından çıkarılıp güncellenmiş gibiydi. Yâni, günümüzde pratik karşılığını görmenin pek mümkün olmadığı, şehre karşı plâtonik bir söylev niteliğinde idiler. Çünkü karşılarında ne kendilerini duyan şehir vardı, ne de kendilerinin duyacağı ve  hissedeceği şehirler!

Kurultaya verilen isim şehirlerimizin düşürüldüğü “kimliksizlik çukuru” ve “kentsel dönüşüm ifsadı”nın devam edeceğini ve akıbetinin nerelere sürükleneceğini gösteriyor sanki: “Kentsel Dönüşüm ve Akıllı Şehirler.”

Şehre dair sahih, tarihî çağrışımları olan, medeniyet birikimimizden mülhem,modern zamanları da kuşatan kavram üretememe kabızlığı hemen dikkati çekiyor. “Kentsel dönüşüm” gibi bayatlamış,  kullanıla kullanıla içi boşaltılmış bir kavrama İngilizce “Smart Cities”den aparılmış “akıllı şehir” yoldaş kılınarak, tedavüle sokulmuş fantezi bir kavramla mest olunmuş şekilde yola devam edileceği müjdeleniyor(!)  

Aslında “kendi şehri”nden habersizliğin ve “kendi şehri”ni terketmenin trajik bir ifadesi olan bu hal, şehircilikte ihmali de aşmış bir ifsada doğru hızla sürüklenmekte olduğumuzun hazîn itirafıdır.

İlgili bakanlıklardan birinin web sitesinde kavramın intihali ustaca tanımlanıyor:

“Akıllı Kent tanımı dilimize İngilizce Smart Cities kavramından çevrilerek kazandırılmış bir tanımdır. Bununla birlikte Akıllı Kent tanımının yanı sıra Bilişim Kentleri (informatic cities) Sayısal Kentler (digital cities) tanımları da kullanılmaktadır….Bu alanda danışmanlık hizmeti veren bir uluslararası firmanın tanımında da “Akıllı sistemler kent yaşamında ve toplumlarda davranış değişiklikleri oluştururken, bir yandan da düşük karbon salınmasına, ekonomilerin gelişmesine yol açan, teşvik edici faaliyet seçenekleri sunmaktadır.”

Türkiye Cumhuriyeti Kalkınma Bakanlığının Bilgi ve İletişim Teknolojileri Destekli Yenilikçi Çözümler Ekseni Mevcut Durum Raporu (Şubat 2013) belgesinde Akıllı Kent yapılanması şöyle tanımlanmaktadır. “Günümüzde kentlerin yasadıkları sorunları çözmeyi ve kentlerde yasayanların hayat kalitesini artırmayı amaçlayan “Akıllı Kent” çözümleri önem kazanmaktadır ve dünyadaki pek çok şehirde hızla uygulamaya geçirilmektedir. Akıllı Kent çözümleri temelde Kent Bilgi Sistemi (KBS) ve Coğrafya Bilgi Sistemi (CBS) gibi kentlerin bilgi teknolojileri altyapı sistemlerine bütünleşmiş ve gerçek-zamanlı bilgiye dayalı karar almayı mümkün kılacak şekilde hayata geçirilmektedir. Akıllı kent çözümleri enerji, su, ulaşım, kentsel hizmetler ve sağlık hizmetleri başlıkları altında incelenebilmektedir.”

“Aklı karışıklar”ın “Akıllı kent”lerle nasıl bir şehir tasarladığı ortada.
Bu müthiş buluştan (!) şehirlerimizin gelecekte nasıl bir teknolojik depo olacağını ve insanın sadece biyolojik ve gastronomik bir canlı olarak hayatını sürdürmesi gerektiğini iltizam eden bir “kent tipi” olduğunu kestirebilmek mümkün. Zira en basit şehirleşme sorunlarını çözemeyen, bu konuda hiçbir felsefi ve ontolojik kaygı taşımayan politik ve idari bir zihniyetin, çapının ve kapasitesinin çok ötesinde iri laflar etmesinin topluma mutlaka bir faturasının olacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söz konusu kurultayda yaptığı konuşmada “Kentsel dönüşümü bir proje, bir hayal olmaktan çıkartıp, fiilen gerçeğe dönüştürmüş oluyoruz.” diyerek tek parti iktidarının 14 yıllık şehircilik politikalarındaki “seyyiât”larını “hasenât” olarak nitelemesi, şehirlerimizin geleceği konusundaki endişemize yeni “eyvah!” ve “veyl!”ler ekleyecek gibi görünüyor. Herhalde kendisini enforme eden Şehircilik Bakanlığı, TOKİ veya şehircilikten sorumlu danışmanları veya diğer bilgi kaynakları TOKİ’nin ihtida ettiğine, yaptıklarından nâdim olduğuna dair bulgular olduğunu ifade etmişler ki Cumhurbaşkanı bunları söylüyor.

Erdoğan “Biz toplu konutta artık özgün mimariyi, yerel mimariyi hayata geçirmenin gayreti içerisindeyiz…” dese de 10 yıl önceki konuşmalarda da aynı şeylerin altını çizdiği, değişmeyen ritüelle danışmanlarının onları “repeat” ve “update” ettiğini görüyoruz. Biz bu retoriğe yabancı değiliz, âşinayız…

Örneğin 14 yıl önce İstanbul’un bir silüeti vardı, şimdi silüetin İstanbul’u var. Bu açıdan sözlere âmennâ, ancak “niçini, nasılı, kiminle olacağı, hedefi, vs.” meçhul… Korkarız ki sadece ânın gereği için söylenmiş gibi geliyor bize bu sözler. Nerede boş bir arsa görse orada tebahhur halinde “toplu gökdikenler” hayali gören, eski usûl betonarme talime alışmış devlet aygıtları, TOKİ mimarları ve sair kadrolarla mı?

İşin bir diğer ilginç yanı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan bir yandan “tarih-medeniyet-şehir-mimarî” gibi tedâisi zengin kavramlardan vazgeçemez ve şehirlerimizin mutlaka tarihî sürekliliği olması gerektiğine dair nutuklar irâd ederken, diğer taraftan hâlâ “kentsel dönüşüm”ü “akıllı kentler”le tahkim etme vaatlerini nasıl anlamalı?  Bu dönüşüm seferberliğinin Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve “gökdikenleriyle mâlûl”, geçmişte yaptıklarından gelecekte yapacakları zaten belli müteahhitlere havale edilmesini nasıl yorumlayalım?   

Cumhurbaşkanı konuşmasında ikaz mahiyetinde “TOKİ ve müteahhitlerimiz yeni bir döneme geçmeli” diyerek “TOKİ’nin yatay mimarî, mahalle kültürü, yöresel mimari konseptleriyle belediyelerle yürüttüğü ortak projelerle takdir ettiğim adımlar attığını görüyorum. İnşallah görmeye devam edeceğiz. Alan itibariyle sıkıntılı olduğumuz yerlerde dikey mimari kullanılabilir ama dikey mimariye gerek olmayan yerlerde bizim özgün mimarimizi kullanmak suretiyle gerçekten dünyaya yerleşimde farklı mesajlar vermeliyiz. Artık vatandaşlarımızın da bu yönde beklentileri ortaya çıktığı için müteahhitlerimiz de kendilerini yenilemek durumunda kalıyorlar.” şeklinde haklı bir talep ve misyonun altını çiziyor.

Bu temennilere katılıyor ve karşılığını görmeyi umuyoruz.
Ancak endişeliyiz ki; bizim görüp takdir edemediğimiz ama Cumhurbaşkanının takdir ettiği TOKİ’nin eliyle devam edecek olan kentsel dönüşümlerle, “böyle gelmiş böyle gidecek” olan şehir seyyiatlarına yenileri eklenecek. Çünkü bugüne kadar bizi yanıltan, eleştirilerimizi tekzip eden bir eser ortaya çıkmış değil. Çıkması için de tedrisattan geçmiş kadrolar nâmevcut.

Bu eleştirilerimizi, şehrin bir ontolojik vakıa olduğuna, mânâ taşıdığına ve insanın ahiret sorumluluğuna tekabül eden bir mes’uliyetle inşa edilmesi gerektiğine ilişkin yapıyoruz. Bu konuda rahmetli CANSEVER’in  “Ahiretin sorumluluğunu taşımak ve dünyayı güzelleştirmek” isimli manifesto niteliğindeki konuşma metnini ilgililere “yol haritası” niteliğinde tavsiye ederiz.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın gerçekten şehircilik konusunda ciddi endişeleri olduğuna inanıyoruz. Ancak, “işler vakitlerine rehinlidir” (Şems-i Tebrizi Menakıb’ül Ârifin) hikmetince/hükmünce/ölçüsünce aradan 14 yıl geçmesine rağmen bir türlü şehircilikte tarihî şehir müktesebatımızın modern zamanlarda sürdürülebileceğine ilişkin bir emare ortaya konulamamış, aksine şehirlerimiz ıslah ve ihya adına işgal ve imha sürecine girmiştir. Yâni bir türlü ihya ve inşa için vakit tamam olmamıştır!!!  

Bütün bu tenkitlerimizi bir an dondurarak, Şehircilik üzerindeki rehnin kaldırılmasının vaktinin artık geldiğine inanmak istiyoruz !

İnanmak istiyoruz ama gidişatın encamından ötürü mutmain olamıyoruz Bu konuda da, her ne kadar sağlığında itibar edilmemiş ve feryâdı duyulmamış olsa da, “öldükten sonra eserleriyle yaşayan”,  şehircilikte günümüzün yegane referansı olan, tükenmez ve her an yenilenen bir menbâ olan rahmetli Muhakkik Mimar Turgut Cansever’in feryâd eden sesi duyulabilecek, eserleri anlaşılabilecek midir? Bu konuda ilgililerin anlamaya ve kavramaya matuf terminolojik bakışı, idraki, eli, yüzü var mıdır? Bu sorulara müspet bir cevap veremiyoruz..

Eğer ülkemizin her alanda geçirdiği dönüşüm sancılarına şehir ve mimarîde de bir kapı aralanacaksa, bu tarihî kavşaktaki dönüşümün adı ve adresi Turgut Cansever olmalıdır!

Her şeye rağmen, ümitvar olmak için kendimizi zorluyoruz. Bir ülkede bir Cumhurbaşkanı ve bir Başbakan büyük topluluklar ve kamuoyu önünde bu şekilde konuşmalar yapıyorlarsa hâlâ bir ümit var mıdır acaba? diye, bize has bir ümitle ye’se düşmekten kurtulmak, ümitvar olmak istiyoruz.

Neticede diyoruz ki; hiçbir dua boşluğa gitmez. Cumhurbaşkanının da Başbakan’ın da önemli ihtar ve ikazları var. Ancak bilmek lâzımdır ki; fetva (hüküm, irade) makamında bulunanların şekvaya hakları yoktur!  Yani hükümfermâ olanların hiçbir şikayet ve mazerete sığınmaya selâhiyetleri yoktur.

Ağızlarda nakarat olarak dolaşıp dudak tiryakiliğine dönüşen ve hakikati giderek kaybolan “şehir ve medeniyet” konusunda bir hatırlatma niyetiyle, Cansever’in yalın fakat derin muhtevalı tarifleriyle bitirelim yazımızı:

“Şehir, ahlakın, sanatın felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığın anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur…”

“Medeniyet dediğimizde, bir çağın dünyaya özel bakış tarzı çerçevesi içerisinde ürettiği bir düzeni, o düzenin içerisindeki ögeleri kastediyoruz.”

Geleceğin şehirlerini inşa iddialı iktidarın samimiyet ve liyakat kesbi Cansever’i idrak edebildiği ölçüdedir.

13 Nisan 2016 Çarşamba

BAŞBAKAN’IN NÂTIKASI ŞEHİR İFSATLARINI DURDURABİLİR Mİ?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Başbakan Davutoğlu’nun şehircilik konusunda irâd ettiği nutuklar, üzerinden çok bir zaman geçmese de referans niteliğinde “klâsik metinler” haline geliyor. Bu nutuklar, seçilmiş dinleyicilerin hayallerini tahrik ediyor ve başka bir galaksiye götürüyor adeta(!) Neredeyse bir mezbeleliğin ortasında bile nutuk irâd etse, dinleyicilerin ayağı yerden kesiliyor ve adeta büyülenmiş gibi kendilerini gül  bahçesinde zannediyor, lokal bir anesteziye maruz kalıyorlar. Tabii uyanıp da etraflarındaki “şehir hançerleri”ni görünce, hangisi gerçek hangisi gerçekdışı karar vermekte zorlanıyorlar.

Ben bile, bunca şehir hassasiyetime ve eleştirilerime rağmen  Davutoğlu’nun bu tür konuşmalarını dinlerken “kendimi kaptırmayayım, şehir gerçekliğinden kopmayayım” diye bir yandan direnirken, öte yandan da mevcut şehir ifsatlarını düşünüyorum. Düşünüyorum ve Başbakan’ın nâtıkasını “kentsel dönüşüm” dedikleri bu şehir ifsatlarının üzerine bir çarşaf gibi serdiğinizde ortaya nasıl bir vahşet ve katliam tablosu çıkar tahmin etmeye çalışıyorum.

 Bu anlamda Başbakan Davutoğlu’nun İstanbul’da Mimar Sinan Haftası münasebetiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığının düzenlediği “Medeniyetimizin mimarlarından Sinan’ı anmak” konulu toplantıda yaptığı konuşma, şehir idrakine dair önemli bir metin niteliğindeydi. Adeta tarih minberinden irad edilmiş bir muhteşem “hutbe” idi.  

 Evvelâ, Davutoğlu’nu dinleyenler arasında Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, Ak Parti’nin Şehircilikten sorumlu Genel Başkan Yardımcısı’nın, bazı Belediye Başkanlarının, siyasetçilerin ve akademisyenlerin bulunduğuna vurgu yapalım.

Öncelikle Başbakan bu tür konuşmalarına başlamadan önce danışmanlarının dinleyicilere, bir “Davutoğlu Sözlüğü” veya “Davutoğlu kuram ve kavram konsepti”ne dair bir “dinleme kılavuzu” dağıtmalarını veya “transkripsiyon ve sadeleştirme metni” yahut da “simulten tercüme” yaptırmalarını önemle ve ısrarla hatırlatalım. Çünkü Başbakan’ın “kavram stoku”ndan sürekli çıkarıp aktardığı o muhteşem kelimelerin ne derinliğini, ne tedailerini, ne de muhtevalarını anlayacak resmî zevattan ilgililerin bulunduğunu zannetmiyorum.

Davutoğlu’nun sık sık kullandığı “medeniyet”, “medeniyet idraki”, “medeniyet tasavvuru”, “kadîm şehirler”, “şehir idraki”, “ben idraki” gibi önemli kavramlar  maalesef “kifayetsiz”lerin dilinde kullanıla kullanıla öyle bir hale geliyor ki,  giderek bu kavramlar gerçekliğini kaybediyor, yalama oluyor ve değersizleşiyor. Endişemiz odur ki, muhataplarının ‘çapsızlığından dolayı Başbakan’ın konuşmalarının “boşluğa söylenmiş olmak tehlikesi”yle karşı karşıya olduğudur. Davutoğlu herhalde tehlikenin farkında ki, sözkonusu konuşmasında “medeniyet kavramının sloganlaştırılmaması” gerektiğine vurgu yapıyor. 

14 yıllık tek parti iktidarının en önemli devlet aygıtlarından birisi olan TOKİ’nin marifetiyle, “Kentsel Dönüşüm” adını verdikleri şehir operasyonlarıyla şehirlerimizi ıslah etme yerine nasıl ifsat ettiğini görmemek için kör olmak gerek. Ayrıca TOKİ’nin şehir şerikleri olan müteahhitler eliyle gelecek nesilleri “yaşanmaya değer bir şehir”den mahrum bırakan, onların hayatlarını çalan, mahveden şehircilik politakaları/uygulamaları şehircilik tarihimizde telâfisi mümkün olmayan seyyiat ve menhiyatlar olarak yer alacaktır. Cumhurbaşkanına, Başbakan’a rağmen nasıl oluyor da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Belediyeler ve diğer ilgili bakanlık ve kuruluşlar şehirlerimizi böylesine ifsat edebiliyor? Ortada müthiş bir bir muamma var. Bu soru, cevabı verilemeyen ve verilemeyecek bir soru olarak sorulmaya devam edeceğe benziyor.

 Tam da bütün ümitlerin tükendiği noktada, Davutoğlu’nun 2014 yılında Başbakan olmasıyla “şehircilikte yeni bir sıçrayış olabilir mi?” diye düşünürken geçen iki yıla ragmen ,tarihî şehir müktesebatından, medeniyet genetiğimizden kaynaklanan bir şehir tahayyülü/tasarımına dair hiç bir emare ortaya çıkamamış, aksine TOKİ ve şeriklerinin şehir mızrakları hızla yükselmeye devam etmiştir.

 Şimdi Başbakan’ın konuşmasından bazı kesitlere göz atalım… Davutoğlu’nu dinliyoruz:

 Mekân idrakine dair:

"Aslında siyasetin, ilmin, tefekkürün, şiirin, sanatın hepsi bu mekânlarda gizli, anlayabilene, keşfedebilene, bu mekana kendi gönlünü, aşkını verebilene.”

 Muhasebe ve nedâmet:

“Şimdi muhasebe vaktidir arkadaşlar. Burada isim vermekten de kaçınmayacağım. Eğer bir gemi ile İstanbul’a yaklaşıyorsanız, bir tarafta Süleymaniye diğer tarafta ‘gök kafes’ denilen bir ucube. Mimar Sinan’dan, bizim nesil hiç ders almamış diye insan kahrediyor, üzülüyor, mahvoluyor. Tarihi yarım adaya şirk koşan, o yarımadayı tahakküm eden ne eser varsa bu şehre ihanettir.  Aynı şeyi Zeytinburnu kuleleri için de söylerim, diğer yapılar için de.”

 Davutoğlu, konuşmasında Mimar Sinan’dan nasıl ders alınması gerektiğine, ahiret şuuruyla vurgu yapıyor:

"Biz Mimar Sinan'ın hakkını vermek istiyorsak, ahirette onunla karşılaştığımızda 'Ben size nice bir şehir bıraktım, ne hale dönüştürdünüz' diye yakamıza yapışmasını istemiyorsak hepimiz İstanbul'da taş üstüne taş koyarken bin kere düşünüp bir kere koyacağız."

Davutoğlu, iş işten geçse de Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” hikmetiyle mi dersiniz (???) bir şehir ve mimari seferberliğinden bahsediyor. Kiminle, nasıl, hangi idrakle, hangi kadroyla, hangi iradeyle???... Bilinmez!!!. Başbakan bu konuşmayı yaparken bile o küstah dökdikenleri ‘peygamber müjdeli şehir’i kirletmeye devam ediyor.

Başbakan Davutoğlu “Şimdi seferberlik vaktidir” diyor ama, sefer hazırlıklarına dair ortada hiçbir emare yok!  Sanırsınız ki, İstanbul’da ikinci bir fethin yâni “şehir ve mimarîde bir çağın kapanıp bir çağın açılması”nın talimatını veriyor… Ama gene de inanmak istiyoruz. İnanmak istiyoruz çünkü, herşeyden önce talimatlarını uygulayacak olan kadrolarının “Davutoğlu dili”ni anlayacak, kavramlarını özümseyecek bir tedrisattan geçmeleri gerekiyor. Korkarız ki, Başbakan’ın bu konuşması İstanbul’un önemli bir müzesinde “şehir kitabesi” olarak kalacak ve yazık olacak!

Başbakanı dinlemeye devam ediyoruz:

"Bir tek Tarihi Yarımada'ya geldiğimde içimi bir surur, bir huzur kaplıyor ve ayrılamıyorsunuz, , 'işte bu' diyorsunuz, bu. Şimdi seferberlik vaktidir,  Mimar Sinan'ın hakkını vermenin vaktidir. Hepimiz Mimar Sinan'ı tekrar tekrar her gün tefekkür ederek, düşünerek, gerektiğinde tabi inşallah Mimar Sinan'ın geleneği üzerinden yeni formlarla, illa Mimar Sinan'ı taklit etmeden de çok güzel mimari eserler ortaya koyarak, bu şehrin, bu tarihin, bu medeniyetin, bu idrakin hakkını vermek durumundayız. Benim sadece Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak değil, İstanbul aşığı, İstanbul'u hocası olarak gören bir kardeşiniz olarak en büyük çabam, bundan sonra bu şehre herhangi bir zarar vermeden özellikle Suriçi'nin, yeniden en iyi şekilde korunarak imar edilmesi olacak."

Davutoğlu İstanbul’dan yola çıkarak bir ‘şehir tayfı’ yapıyor:

"Birisi, mimari eserin çevreyle, doğayla, tabiatla olan ilişkisi. İstanbul'u diğer mekanlardan ayıran en önemli hususiyeti, dünyanın en güzel topoğrafyasına sahip olmasıdır. Bir vesileyle zikretmiştim; Medine ve Mekke vahyin ruhunu, Kudüs tarihin ruhunu, İstanbul ise doğanın ruhunu temsil eder. Anasır-ı erbaa en iyi şekilde İstanbul'da buluşur. Boğaziçi'ne baktığınızda suyun bir dans edercesine toprakla nasıl buluştuğunu hissedersiniz. Tarihi Yarımada'ya baktığınızda yedi tepede, toprakla havanın buluşmasına şahit olursunuz ve bir şafak ya da grup vaktinde, İstanbul'a baktığınızda ateşin, yani güneşin bu hava, su, toprak ile buluşmasına şahitlik edersiniz. Mimar Sinan, bütün bu cemali, güzelliği, bütün yönleriyle görüp, eserleriyle bu tabiata öyle bir mühür vurdu ki hiçbir aykırılık, hiçbir çelişki böyle bir mührün izini bozamadı."

Ne yazık ki, erken cumhuriyet döneminde vahşice, 60’lı ve devam eden yıllarda gafilce, günümüzde engellenemez hale gelen şehir katliamları başta İstanbul olmak üzere tarihî şehirlerimizde cemâlden, kemâlden eser bırakmadı.

Başbakanın konuşmasından daha fazla kesitler almaya gerek yok. Çünkü aynı mealde devam ediyor.

Konuşmasını bütünüyle tasdik ettiğimizi ifade ederek… Ama, ancak, lâkin, mamafih… diyerek devam edelim isterseniz…

Konuşmayı dinlerken, karşınızda bir Başbakan mı var, yoksa her cümlesi “mısra-ı berceste” olan ehl-i hikmet’ten bir hakîm mi var ayırt edemezsiniz (!) Bu, Davutoğlu’nun “Hoca” sıfatından bir türlü sıyrılamayışından kaynaklanıyor herhalde. Ülkemiz bugüne kadar, derinliklerden haber taşıyan “nâtıka-i muhtevî” ile meşhur böyle bir Başbakan görmedi desek yeridir. 

 Şehircilik konusunda bir hoca olarak nutuk irâdına âmenna! Her cümlesi ‘yüklem’ dolu ama muhatap öznesi var mı? Bu konuda endişeliyiz. Mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, Belediyeler ve diğer ilgili bakanlıklar, kuruluşlar… “Eski usûl talimleri” ile âtıl…  Ve en önemlisi rant avcısı müteahhitler pusuda beklerken, hangi seferberlikten  bahsedilebilir bilemiyorum.

Başbakan Davutoğlu, “Bâde Harabül Basra” desek de, eğer her tarafı sarmış “şehir eşkıyaları”na karşı müştekî olmak yerine irade gösterip, rahmetli muhakkik mimar Turgut CANSEVER’in izlerini takip edebilirse, bahsettiği seferberliği başlatabilir.

Aksi halde nâtıkası sadece “kendi sesinin yankısında mest olan bir Hoca” olarak kubbemizde bir hoş sadâ olarak kalacaktır!

Ortalıkta “kentsel dönüşüm” adıyla meydan muharebesi artığı halinde sergilenen şehir harabelerine rağmen gene de Başbakan Davutoğlu’nun sözkonusu konuşmasındaki şu cümlelerini şehir ve mimarî’de son bir nedâmet ve muhasebe olabilir mi? diye ümit edelim:

“Hepimizin en aslî görevi, emanet olarak devraldığımız bu şehri gelecek nesillere devretmektir. Mimar Sinan’dan ders almış olsaydık, o çok zikrettiğimiz Mimar Sinan’ın aşkını, sevdasını gerçekten yürekten hissetmiş olsaydık, bu aziz şehre, bu aziz şehrin doğasına, dokusuna uymayan eserler yapıp şirk koşmazdık. Açık bir muhasebe ile söylüyorum; hepimiz sorumluyuz ve hep beraber, Mimar Sinan’ın huzurunda, mimarlar gününde, başta mimarlar olmak üzere bütün mimar erbabına ve başta belediyeler olmak üzere bütün yerel yönetimler ve başta Çevre ve Şehircilik Bakanı olmak üzere bütün bakanlarımıza en açık ve net talimatımız; bundan sonra bu şehre hançer gibi saplanan hiç bir eser yapılmayacak.”

 “İnşaallah” diyerek, Başbakan’ın sözlerinin söylendiği yerde kalmaması için, bu iradî, kararlı ve keskin tavrının bir gereği olarak, şehirlerimize bir hançer gibi saplanan gökdikenlerinden bir tanesini irade beyanı olarak kule şehvetlilerine ibret-I âlem olması için yıktırmasını bekliyoruz! Aksi halde Başbakan’ın bütün bir müktesebâtı ve nâtıkası “.. gökte kasırga bulutları ve kuledeki gözcünün feryâdı: S.O.S! S.O.S!”dan ibaret kalacak gibi görünüyor!

 Kimbilir belki istikbalde bir nesil, tesadüfen Başbakan’ın “şehir konuşmaları”na rastlar da “bu bilge kime konuşmuş, niçin kelimeleri israf olmuş(!)” diye hayret eder!

Üstad Necip Fazıl’ın Hasret, vuslatın yarısıdır, iste ki olsun!” sözüyle bitirelim.