duzenliyahya@gmail.com
Yakın siyasî tarihimiz 27 Mart 1923 günü benzeri
görülmemiş bir cinayete şahit oldu.
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. Millet
Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan Ali Şükrü Bey’in, askerlik hayatını 34 yaşında
terk edip, siyasî kimliğiyle I. Meclisin celâdet sahibi bir dava adamı olarak
sürdürdüğü mücadelesi 39 yaşında şehadetle neticelendi.
Yeni rejimin bânileri, başta Sultan II. Abdulhamid
ve Vahidüddin olmak üzere, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Esad Efendi gibi
yeni cumhuriyetin temellerini inşa ve yükseltmede engel gördükleri şahsiyetleri
ayrı ayrı tertiplerle zulmeder ve ortadan kaldı rırken, ayrıca Takrir-i Sükûn’lar
çıkarır, Menemen ve Dersim gibi katliamları planlarken, rejimin aslî karakterini de “İslâm nefreti” üzerine
bina ettiklerini açıkça ortaya koyuyorlardı. Koymakla kalmıyor, bu vahşice
tertiplerle hem gerçekleştirildiği dönemlerde hem de sonrasında ahaliye “önünüzdeki tabloya siz de dâhil olursunuz!”
yollu tehdit ve gözdağı veriyorlardı.
Ali Şükrü Bey’in şehid edildiği günlerdeki meclis
atmosferinde Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve Trabzon’da yayın yapan İstikbal
Gazetesi dışında hiçbir yayın organı ve şahıs uzun yıllar konuşamazken,
Üstad Necip Fazıl 10 Kasım 1950 tarihli BÜYÜK DOĞU’da, yâni Ali Şükrü Bey’in
şehid edilişinden 26 yıl sonra, “İbret,
Gayret!” başlığıyla kaleme aldığı başyazıda Ali Şükrü Bey cinayetinin failine
ve sebebine dair ilk doğru teşhisi koyuyordu.
Üstad’ın hükmünü koyup
“geleceğin tarihçilerine emanet” ettiği meselelerden birisi olan Ali Şükrü
Bey Cinayetinin “niçin”i O’nun “neye bağlı olduğuyla neye karşı olduğu”nu
hiçbir engel tanımadan ortaya koyucu şahsiyetinde yatmaktadır.
Başta Hilâfet, Misak-ı
millî, Lozan, Musul-kerkük ve Adalar olmak üzere daha birçok konuda müthiş bir
tarih ve kimlik şuuruyla “yeni rejim”in kurucularını rahatsız eden Ali Şükrü
Bey’in, yönünü Batı’ya çevirmiş ve köklerinden nefret eden bir güruha karşı “Kanu-i
Esasî” üzerine yaptığı konuşma, bugün bile ibret ve ders verici nitelikte
olduğu gibi, öldürülmesinin “niçini”ne de ışık tutacaktır.
Bugün, Ali Şükrü Bey’in şehadetinden 93 yıl sonra
“Yeni Anayasa” tartışmalarının yoğunlaştığı bir siyasî atmosferde yeniden Ali
Şükrü Bey’i hatırlayalım ve yakın siyasî tarihin niçin Ali Şükrü
Bey’le başladığının gerekçesi olacak konuşmalarına göz atalım.
Ali Şükrü Bey, I. Meclis’in 15 Temmuz 1922
tarihli oturumunda “İcra Vekillerinin
vazife ve mes’uliyeti hakkındaki kanun lâyihası münasebetiyle” yaptığı
konuşmada şunları söylüyor:
“Efendiler,
her memleketin müessesat-ı idariyesi kendi içtimaatından doğar…
Binaenaleyh her türlü teşkilât-ı idâriye; idare edecek olduğu halkın içtimaiyatı esasına
ibtina etmesi zaruridir ve lâzımdır.
Bendeniz Teşkilâtı Esasiye Kanununun aleyhinde değilim, rica ederim. Böyle bir
mâna anlaşılmasın. Yalnız demek istiyorum ki; biz hakikaten memleketin düşmüş
olduğu büyük bir buhran devresinde hiç yoktan bir Hükümet, bir idare kurmak
mecburiyetine düştüğümüz zaman hakikaten birtakım kanunlar kabul etmek mecburiyetinde
kalmışızdır ve bu kanunları biz o zaruretlerin ilcasiyle belki o gün için en
muvafık kanun olarak kabul etmiştik. Fakat görüyorum ki, sükûn devresinde bunun
üzerinde ısrar ettik ve bunun üzerinde devam ediyoruz.
“Arasıra
efendiler - affedersiniz gemici tabiriyle söyliyeyim - Bu hal bir fırtınaya
tutulmuş, karayı kaybetmiş ve her türlü işareti kaybetmiş olan bir geminin
kaptanına benzer.”
Konuşması sırasında milletvekillerinden Yunus
Nadi ve Tunalı Hilmi’nin sataşmalarına rağmen Ali Şükrü Bey konuşmasına devam
eder:
Tıpkı, biz
de güya temelimiz, kökümüz, hiçbir şeyimiz yok, ortada kalmış gemiye
dönmüşüz. Şuradan, buradan bir kanun alalım, şeklinde uğraşmışız ve
uğraşmaktayız.
Efendiler,
bizim kökümüz gayet sağlamdır ve derindir. Geçen gün bilmünasebe arz ettiğim
veçhile 1300 senelik bir köktür. Ve yine Avrupalıların hayretine rağmen
Türkiye'nin bekası şu milletin kökünün sağlamlığı icabatıdır.
Efendiler,
Jena Jacques Rousseau'nun ifadesi; «Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir.» Bu
ifade efendiler, Avrupa içtimaiyatından doğmuş bir ifadedir. Bizim
içtimaiyatımız Avrupa içtimaiyatına benzemediği için bu ifadenin bizim için
mevkii ve mahalli yoktur. “
“Efendiler,
kısaca izah etmek isterim. Avrupa'da biliyorsunuz ki, Jean Jacques Rousseau'dan
evvel milletleri kasıp kavuran bir idarei mutlaka mevcuttu. Her yerde
hükümdarlar âdeta uluhiyet derecesinde halkın üzerinde hükümran oluyorlardı.
İşte şu tarzı içtimainin icabatından olmak üzere halk bunala bunala en nihayet;
«Biz bir ferdin, bir şahsın, bir müstebidin esiri değiliz. Binaenaleyh, bizim
de bir hakkımız vardır, bu hakkımızı almak isteriz.» demişler.
Milletlerin
münevverleri, hükeması ve Jean Jacques Rousseau gibiler bunu düşünmüşler, ondan
sonra ihtilâl olmuştur ve ihtilâl ile bu hakkı kısmen hükümdarlardan, kısmen
zadegan elinden almışlardır.”
Konuşmasının devamında Rusya’daki Komünist
devrime ilişkin de şöyle konuşur:
“…Pek
tafsilâta girmeyeceğim. Sınıfı mutavassıt Burjuva sınıfı hükümdarın namütenahi
olan hukukundan bir kısmını aldığı zaman onu bir zamanlar halkın hukukudur,
diye hüsn-ü istimal etmiş, fakat beri tarafta kendi kanaatlerine göre tesis
etmiş oldukları içtimaiyat düsturlariyle diğerleri üzerinde tahakküme
başlamışlar. Bunun üzerine amele sınıfı ve fukarayı halkın feryadı başlamış.
Biliyorsunuz
ki, Burjuvazi hükümetine karşı Sosyalistlerden daha müfrit olmak üzere en nihayet
komünistler meydana çıkmıştır. Demek öyle bir müessese-i içtimaiye var ki,
temeli çürük ve bozuktur. Bir müsavat temin edemiyor.
Mutlaka
hâkimiyet bir şahısta, bir zümrede bulunuyor. Diğer ezilen zümrenin eline
geçince onlar bu sefer ihtilâl ediyor. Ayağa kalkıyor ve onlar da tekrar
tahakküm yapıyor. Diğer bir zümre onun elinden hukukunu almak istiyor ve ilânihaye
ihtilâller devam ediyor ve o ihtilâller bugün dahi devam etmektedir. Bu sırf o
şekl-i içtimainin icabatındandır. O şekl-i içtimai birçok sınıf tanımıştır.
Birçok sınıf için imtiyazat tanımıştır.
Efendiler,
bugün Rusya'da Komünistler fiilî bir inkılâp yaptılar. Bu inkilâp doğrudan
doğruya hakikaten doğru idi. Amele sınıfı, iktisatçıların, kapitalistlerin
elinde fena halde eziliyordu ve hattâ insan derecesinde bile addolunmuyorlardı.
Rusya'da kısmen amele âdeta bir mal gibi bir sahipten diğer sahibe intikal
ediyordu.
Fakat
bunlar ihtilâli yaptılar ve şiarları her gün Bolşevik gazetelerinin başında
gördüğümüz veçhile Proleterya’nın diktatörlüğüdür. Yani onların hâkimiyetidir.
Şimdi efendiler, bir de bize bakalım.”
Ali Şükrü Bey konuşmasına “Bir de bize bakalım” diyerek devam eder:
“…Efendiler,
bizde sıfat mevcut değildir.
Bizde
uluhiyet iddiasında bulunacak kuvvet ve kudret sahibi bir fert mevcut değildir.
Bunu şer'i şerif-i İslâm kökünden baltalamıştır. Bizim bugün
içtimaiyatımızda hâkim olan doğrudan doğruya şeriat ve şeriata istinad eden
kanundur.
Kanun
nazarında her fert müsavidir Kim olursa olsun, ister Padişah olsun, ister en
âciz addedilen birisi olsun, kanun nazarında müsavidir.
Efendiler,
müsavat hakikaten budur. Çünkü, arkadaşlarımızdan Mazbata Muharriri Mahmud Esad
Beyefendinin söylediği veçhile hâkimiyet-i milliye’ye taraftar olan bu
zat ki, mütemadiyen gazetelerde yazıyor; «Hâkimiyeti milliye seraptır.» diyor.
Mademki serap olduğunu itiraf buyuruyor, o halde Avrupalıların belki
içtimaiyatları bize benzemediği için ve içtimaiyatlarının esasları çürük
olduğu için böyle serap arkasından koşarlar. Belki bir hakikata vâsıl oluruz,
diye.
Fakat
bizim serap arkasından, hayal arkasından koşmaya ve bu gibi kanunları yapmak
için Jean Jacques Rousseau'ya ve saireye bakmaya ihtiyacımız yoktur, lüzumsuzdur. Bu zaittir. Bizim
bakacağımız kendi içtimaiyatımızdır. İşte bu da efendiler, demin arz
ettiğim veçhile, hâkimiyeti şer'iye ve hâkimiyeti kanuniyedir. Bunun
karşısında padişahı da, halifesi de ve sairesi de birdir.”
Ali Şükrü Bey’in konuşmasından rahatsız olan bi rkısım
milletvekilleri “Daha sarih söyleyiniz”
diye itirazları üzerine Ali Şükrü Bey konuşmasına devam eder:
“…Efendiler
bendeniz zannediyorum ki, sarih söyledim. Bendeniz demek istiyorum ki; bizim
yapacak olduğumuz kanunlar mademki bizim içtimaiyatımızdan doğmak
mecburiyetindedir, binaenaleyh Avrupa'nın, Jean Jacques Rousseau'nun ve
sairenin sözlerine göre kanun yapacak bir vaziyette değiliz. Ve bu ihtiyaçta da
değiliz. Diyorum ki, biz esasını, temelini kaybetmiş, meydanda kalmış bir
fert gibi değiliz. Bizim sağlam temelimiz vardır. Binaenaleyh sağa, sola
gitmeye hacet yoktur. Ve yine diyorum ki; bizim temelimizde de sağlam olan
esas, kanunun hâkimiyetidir, ferdin, zümrenin hâkimiyeti değildir diyorum.”
Yunus Nadi (İzmir), Tunalı Hilmi (Bolu), Ömer
Lütfi (Karahisar-ı Sahip), Mehmet Şükrü (Karahisar-ı Sahip), Mustafa
(Karahisar-ı Şarkî) gibi milletvekilleri tekrar Ali Şükrü Beyin konuşmasından
rahatsız olurlar ve Meclis Başkanı’na “hakkında
nizamname-i dahiliyeyi tatbik ediniz” talebinde bulunurlar.
Ali Şükrü Bey, aldırış etmez ve konuşmasına devam
ederek daha sonraki müzakerelerde bunlara “sırası
geldikçe cevap vereceği”ni ifade eder ve kürsüden iner.
Ali Şükrü Bey’in I. Mecliste yaptığı bütün
konuşmalar, çıkardığı yayın organlarında yazdığı yazılar, konuşmalar ve hayata
bakışına/dünya görüşüne dair diğer bütün belgeler bugün önümüzde durmaktadır.
Bunlardan herhangi birisi okunup, Ali Şükrü beyin sahip olduğu derinlik, müktesebat
ve ruh anlaşıldığında O’nun “niçin
şehid edildiği?” sorusu da cevabını bulmuş olacaktır. Ancak, bunları
görecek göz, anlayacak idrak lazımdır.
Ali Şükrü Bey üzerinden yapılacak bir siyasî
tarih okuması, yakın siyasî tarihin Ali Şükrü Bey’le başladığı gerçeğini
karşımıza çıkaracaktır.
O’nun şehadeti, Cenab-ı Hakk’ın doğru ve hakkıyla
yaşanmış bir hayata bahşettiği ikramdır. Bize düşense O’nu doğru hatırlamak ve
O’nun davasının düşmanlarını tarih mahkemesine sevk edebilmek, tarihin
verdiği hükmü ortaya çıkarabilmektir!
Vefatının 93. sene-i devriyesinde O’nu rahmetle
yâdediyor, katillerini lânetliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder