5 Nisan 2016 Salı

YAKIN TARİH ALİ ŞÜKRÜ BEY İLE BAŞLAR... - Ali Şükrü Bey ve Kanun-i Esasî'ye dair-

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Yakın siyasî tarihimiz 27 Mart 1923 günü benzeri görülmemiş bir cinayete şahit oldu.

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan Ali Şükrü Bey’in, askerlik hayatını 34 yaşında terk edip, siyasî kimliğiyle I. Meclisin celâdet sahibi bir dava adamı olarak sürdürdüğü mücadelesi 39 yaşında şehadetle neticelendi.

 27 Mart 1923’te ‘taammüden’ işlenmiş bir cinayetle şehid edilen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in şehadetinin üzerinden 93 yıl geçti. Geçti ama, şehid edildiği dönemin atmosferi, şahitleri, hâtıratlar, yazılı kayıtlar ve diğer bütün kaynaklara rağmen bu 93 yılda, cinayetin “sebeb-i aslî”sine ve “fail-i meşhur”una dâir ne yazık ki hâlâ (birkaç istisna hariç) hiçbir isabetli teşhis konulamamakta, yorum yapılamamaktadır. Bu nev’iden cinayetlerde esas olan “niçin işlendiği”nin cevabını“cinayetin kimin işine yaradığı” sorusunu sorarak bulabilmek mümkün iken, bu konudaki suskunluk veya saptırma devam etmektedir.

 Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte “yeni rejim”in bekâ ve istikbâli uğruna işlenen birçok fail-i meçhul cinayet ve katliama dair özellikle erken cumhuriyet döneminde hiçbir kimse ağzını açamamış, konuşamamış, konuşanlar ise ya hunharca susturulmuş, ya darağacına gönderilmiş, ya da hayat kendilerine zehir edilmiştir. Yakın tarih arşivimiz bu konuda pek çok şahsiyet ve belge ile doludur.


Yeni rejimin bânileri, başta Sultan II. Abdulhamid ve Vahidüddin olmak üzere, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Esad Efendi gibi yeni cumhuriyetin temellerini inşa ve yükseltmede engel gördükleri şahsiyetleri ayrı ayrı tertiplerle zulmeder ve ortadan kaldı rırken, ayrıca Takrir-i Sükûn’lar çıkarır, Menemen ve Dersim gibi katliamları planlarken,  rejimin aslî karakterini de “İslâm nefreti” üzerine bina ettiklerini açıkça ortaya koyuyorlardı. Koymakla kalmıyor, bu vahşice tertiplerle hem gerçekleştirildiği dönemlerde hem de sonrasında ahaliye “önünüzdeki tabloya siz de dâhil olursunuz!” yollu tehdit ve gözdağı veriyorlardı.
 
 Yukarıda birkaçını ifade ettiğimiz birçok tarihî mesele ve hadisede olduğu gibi Ali Şükrü Bey’in şehadetine dair ilk haykırış -mevzubahis gözdağı ve tehditlere rağmen- Üstad Necip Fazıl’dan gelmiştir.

Ali Şükrü Bey’in şehid edildiği günlerdeki meclis atmosferinde Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey ve Trabzon’da yayın yapan İstikbal Gazetesi dışında hiçbir yayın organı ve şahıs uzun yıllar konuşamazken, Üstad Necip Fazıl 10 Kasım 1950 tarihli BÜYÜK DOĞU’da, yâni Ali Şükrü Bey’in şehid edilişinden 26 yıl sonra, “İbret, Gayret!” başlığıyla kaleme aldığı başyazıda Ali Şükrü Bey cinayetinin failine ve sebebine dair ilk doğru teşhisi koyuyordu.

 Söz konusu yazının kıymet hükmünü şöyle veriyordu Üstad: “Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakiki kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Milli Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânâları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler! Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir??”

 Yazısının devamında “…azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacaktır. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman belki de bu hesapların en ehemmiyetsizlerinden birini teşkil edecektir.” der ve bir tarih hesaplaşmasının zamanına işaret eder:  “Bir (şarjör)ün tıklım tıklım kurşunda dolu olması gibi, yalnız mesele ve vesikayla dolu olduğumuzu, fakat bunlardan herbirini ortaya dökmekte bellibaşlı zamanlar ve mekânlar kolladığımızı ve henüz bu mânevi kurşunlardan hiçbir şey sarfetmemiş bulunduğumuzu biliniz!!!”  

Üstad’ın hükmünü koyup “geleceğin tarihçilerine emanet” ettiği meselelerden birisi olan Ali Şükrü Bey Cinayetinin “niçin”i O’nun “neye bağlı olduğuyla neye karşı olduğu”nu hiçbir engel tanımadan ortaya koyucu şahsiyetinde yatmaktadır.

Başta Hilâfet, Misak-ı millî, Lozan, Musul-kerkük ve Adalar olmak üzere daha birçok konuda müthiş bir tarih ve kimlik şuuruyla “yeni rejim”in kurucularını rahatsız eden Ali Şükrü Bey’in, yönünü Batı’ya çevirmiş ve köklerinden nefret eden bir güruha karşı “Kanu-i Esasî” üzerine yaptığı konuşma, bugün bile ibret ve ders verici nitelikte olduğu gibi, öldürülmesinin “niçini”ne de ışık tutacaktır.

Bugün, Ali Şükrü Bey’in şehadetinden 93 yıl sonra “Yeni Anayasa” tartışmalarının yoğunlaştığı bir siyasî atmosferde yeniden Ali Şükrü Bey’i hatırlayalım ve yakın siyasî tarihin niçin Ali Şükrü Bey’le başladığının gerekçesi olacak konuşmalarına göz atalım.

Ali Şükrü Bey, I. Meclis’in 15 Temmuz 1922 tarihli oturumunda “İcra Vekillerinin vazife ve mes’uliyeti hakkındaki kanun lâyihası münasebetiyle” yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

“Efendiler, her memleketin müessesat-ı idariyesi kendi içtimaatından doğar… Binaenaleyh her türlü teşkilât-ı idâriye;  idare edecek olduğu halkın içtimaiyatı esasına ibtina etmesi  zaruridir ve lâzımdır. Bendeniz Teşkilâtı Esasiye Kanununun aleyhinde değilim, rica ederim. Böyle bir mâna anlaşılmasın. Yalnız demek istiyorum ki; biz hakikaten memleketin düşmüş olduğu büyük bir buhran devresinde hiç yoktan bir Hükümet, bir idare kurmak mecburiyetine düştüğümüz zaman hakikaten birtakım kanunlar kabul etmek mecburiyetinde kalmışızdır ve bu kanunları biz o zaruretlerin ilcasiyle belki o gün için en muvafık kanun olarak kabul etmiştik. Fakat görüyorum ki, sükûn devresinde bunun üzerinde ısrar ettik ve bunun üzerinde devam ediyoruz.

 “Vaziyette nispî bir surette sükûn hâsıl olmuştur. Bazan Jean Jaques Rousso'nun eserini istişhad etmek suretiyle, bazan Avrupa hükûmatındaki ulemadan başka birinin eserinden iktibas suretiyle mütalâat dermeyan ederek ve kendimiz için, kendi müessesat-ı idariyemiz için esaslar, düsturlar aramak mecburiyetini hissediyoruz.”

“Arasıra efendiler - affedersiniz gemici tabiriyle söyliyeyim - Bu hal bir fırtınaya tutulmuş, karayı kaybetmiş ve her türlü işareti kaybetmiş olan bir geminin kaptanına benzer.”

Konuşması sırasında milletvekillerinden Yunus Nadi ve Tunalı Hilmi’nin sataşmalarına rağmen Ali Şükrü Bey konuşmasına devam eder:

 “…Dikkat buyurursanız söylediğimi arılarsınız. Yani kara gözükmüyor. Geminin bulunduğu mevkii tâyin edecek vesait mevcut değildir, geminin bulunduğu yer sema ile denizin arasıdır. Kaptan başka bir yer bilmiyor. İskandil suretiyle, bilmem ne suretle her hal ve kârda geminin yolunu tashih edebilmek ve ona göre yol verip sahili selâmete ermek ister.

Tıpkı, biz de güya temelimiz, kökümüz, hiçbir şeyimiz yok, ortada kalmış gemiye dönmüşüz. Şuradan, buradan bir kanun alalım, şeklinde uğraşmışız ve uğraşmaktayız.

Efendiler, bizim kökümüz gayet sağlamdır ve derindir. Geçen gün bilmünasebe arz ettiğim veçhile 1300 senelik bir köktür. Ve yine Avrupalıların hayretine rağmen Türkiye'nin bekası şu milletin kökünün sağlamlığı icabatıdır.

Efendiler, Jena Jacques Rousseau'nun ifadesi; «Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir.» Bu ifade efendiler, Avrupa içtimaiyatından doğmuş bir ifadedir. Bizim içtimaiyatımız Avrupa içtimaiyatına benzemediği için bu ifadenin bizim için mevkii ve mahalli yoktur.

 Ali Şükrü Bey, tarihî köklerimize dair bu ifadelerinden sonra Batının toplumsal temellerine ilişkin şunları söyler:

“Efendiler, kısaca izah etmek isterim. Avrupa'da biliyorsunuz ki, Jean Jacques Rousseau'dan evvel milletleri kasıp kavuran bir idarei mutlaka mevcuttu. Her yerde hükümdarlar âdeta uluhiyet derecesinde halkın üzerinde hükümran oluyorlardı. İşte şu tarzı içtimainin icabatından olmak üzere halk bunala bunala en nihayet; «Biz bir ferdin, bir şahsın, bir müstebidin esiri değiliz. Binaenaleyh, bizim de bir hakkımız vardır, bu hakkımızı almak isteriz.» demişler.

Milletlerin münevverleri, hükeması ve Jean Jacques Rousseau gibiler bunu düşünmüşler, ondan sonra ihtilâl olmuştur ve ihtilâl ile bu hakkı kısmen hükümdarlardan, kısmen zadegan elinden almışlardır.”

Konuşmasının devamında Rusya’daki Komünist devrime ilişkin de şöyle konuşur:

“…Pek tafsilâta girmeyeceğim. Sınıfı mutavassıt Burjuva sınıfı hükümdarın namütenahi olan hukukundan bir kısmını aldığı zaman onu bir zamanlar halkın hukukudur, diye hüsn-ü istimal etmiş, fakat beri tarafta kendi kanaatlerine göre tesis etmiş oldukları içtimaiyat düsturlariyle diğerleri üzerinde tahakküme başlamışlar. Bunun üzerine amele sınıfı ve fukarayı halkın feryadı başlamış.

Biliyorsunuz ki, Burjuvazi hükümetine karşı Sosyalistlerden daha müfrit olmak üzere en nihayet komünistler meydana çıkmıştır. Demek öyle bir müessese-i içtimaiye var ki, temeli çürük ve bozuktur. Bir müsavat temin edemiyor.

Mutlaka hâkimiyet bir şahısta, bir zümrede bulunuyor. Diğer ezilen zümrenin eline geçince onlar bu sefer ihtilâl ediyor. Ayağa kalkıyor ve onlar da tekrar tahakküm yapıyor. Diğer bir zümre onun elinden hukukunu almak istiyor ve ilânihaye ihtilâller devam ediyor ve o ihtilâller bugün dahi devam etmektedir. Bu sırf o şekl-i içtimainin icabatındandır. O şekl-i içtimai birçok sınıf tanımıştır. Birçok sınıf için imtiyazat tanımıştır.

Efendiler, bugün Rusya'da Komünistler fiilî bir inkılâp yaptılar. Bu inkilâp doğrudan doğruya hakikaten doğru idi. Amele sınıfı, iktisatçıların, kapitalistlerin elinde fena halde eziliyordu ve hattâ insan derecesinde bile addolunmuyorlardı. Rusya'da kısmen amele âdeta bir mal gibi bir sahipten diğer sahibe intikal ediyordu.

Fakat bunlar ihtilâli yaptılar ve şiarları her gün Bolşevik gazetelerinin başında gördüğümüz veçhile Proleterya’nın diktatörlüğüdür. Yani onların hâkimiyetidir. Şimdi efendiler, bir de bize bakalım.”

Ali Şükrü Bey konuşmasına “Bir de bize bakalım” diyerek devam eder:

“…Efendiler, bizde sıfat mevcut değildir.

Bizde uluhiyet iddiasında bulunacak kuvvet ve kudret sahibi bir fert mevcut değildir. Bunu şer'i şerif-i İslâm kökünden baltalamıştır. Bizim bugün içtimaiyatımızda hâkim olan doğrudan doğruya şeriat ve şeriata istinad eden kanundur.

Kanun nazarında her fert müsavidir Kim olursa olsun, ister Padişah olsun, ister en âciz addedilen birisi olsun, kanun nazarında müsavidir.

Efendiler, müsavat hakikaten budur. Çünkü, arkadaşlarımızdan Mazbata Muharriri Mahmud Esad Beyefendinin söylediği veçhile hâkimiyet-i  milliye’ye taraftar olan bu zat ki, mütemadiyen gazetelerde yazıyor; «Hâkimiyeti milliye seraptır.» diyor. Mademki serap olduğunu itiraf buyuruyor, o halde Avrupalıların belki içtimaiyatları  bize benzemediği için ve içtimaiyatlarının esasları çürük olduğu için böyle serap arkasından koşarlar. Belki bir hakikata vâsıl oluruz, diye.

Fakat bizim serap arkasından, hayal arkasından koşmaya ve bu gibi kanunları yapmak için Jean Jacques Rousseau'ya ve saireye bakmaya ihtiyacımız  yoktur, lüzumsuzdur. Bu zaittir. Bizim bakacağımız kendi içtimaiyatımızdır. İşte bu da efendiler, demin arz ettiğim veçhile, hâkimiyeti şer'iye ve hâkimiyeti kanuniyedir. Bunun karşısında padişahı da, halifesi de ve sairesi de birdir.”

Ali Şükrü Bey’in konuşmasından rahatsız olan bi rkısım milletvekilleri “Daha sarih söyleyiniz” diye itirazları üzerine Ali Şükrü Bey konuşmasına devam eder:

“…Efendiler bendeniz zannediyorum ki, sarih söyledim. Bendeniz demek istiyorum ki; bizim yapacak olduğumuz kanunlar mademki bizim içtimaiyatımızdan doğmak mecburiyetindedir, binaenaleyh Avrupa'nın, Jean Jacques Rousseau'nun ve sairenin sözlerine göre kanun yapacak bir vaziyette değiliz. Ve bu ihtiyaçta da değiliz. Diyorum ki, biz esasını, temelini kaybetmiş, meydanda kalmış bir fert gibi değiliz. Bizim sağlam temelimiz vardır. Binaenaleyh sağa, sola gitmeye hacet yoktur. Ve yine diyorum ki; bizim temelimizde de sağlam olan esas, kanunun hâkimiyetidir, ferdin, zümrenin hâkimiyeti değildir diyorum.”

Yunus Nadi (İzmir), Tunalı Hilmi (Bolu), Ömer Lütfi (Karahisar-ı Sahip), Mehmet Şükrü (Karahisar-ı Sahip), Mustafa (Karahisar-ı Şarkî) gibi milletvekilleri tekrar Ali Şükrü Beyin konuşmasından rahatsız olurlar ve Meclis Başkanı’na “hakkında nizamname-i dahiliyeyi tatbik ediniz” talebinde bulunurlar.

Ali Şükrü Bey, aldırış etmez ve konuşmasına devam ederek daha sonraki müzakerelerde bunlara “sırası geldikçe cevap vereceği”ni ifade eder ve kürsüden iner.

Ali Şükrü Bey’in I. Mecliste yaptığı bütün konuşmalar, çıkardığı yayın organlarında yazdığı yazılar, konuşmalar ve hayata bakışına/dünya görüşüne dair diğer bütün belgeler bugün önümüzde durmaktadır. Bunlardan herhangi birisi okunup, Ali Şükrü beyin sahip olduğu derinlik, müktesebat ve ruh anlaşıldığında O’nun “niçin şehid edildiği?” sorusu da cevabını bulmuş olacaktır. Ancak, bunları görecek göz, anlayacak idrak lazımdır.  

Ali Şükrü Bey üzerinden yapılacak bir siyasî tarih okuması, yakın siyasî tarihin Ali Şükrü Bey’le başladığı gerçeğini karşımıza çıkaracaktır.  

O’nun şehadeti, Cenab-ı Hakk’ın doğru ve hakkıyla yaşanmış bir hayata bahşettiği ikramdır. Bize düşense O’nu doğru hatırlamak ve O’nun davasının düşmanlarını tarih mahkemesine sevk edebilmek, tarihin verdiği hükmü ortaya çıkarabilmektir!

Vefatının 93. sene-i devriyesinde O’nu rahmetle yâdediyor, katillerini lânetliyoruz.
 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder