29 Nisan 2016 Cuma

DİYANET İŞLERİ’NİN GÖREVLERİ ARASINDA “İTİKADÎ İFSAT” VAR MI?

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Diyanet İşleri Başkanlığı, Hz. Peygamber’in “ümmetimin ihtilâfı rahmettir” ölçüsündeki hikmetten nasipsizliğin verdiği bir cür’etle geçtiğimiz Cuma günü (22.4.2016) hazırladığı ve bütün Türkiye’deki camilerde okutturduğu hutbede “şuyuu vukuundan beter” bir ifsada imza attı. 

Mevzuya girmeden evvel Üstad Necip Fazıl’ın, günümüzden kırk yıl önce (Şubat 1976) aylık yayınladığı “Rapor”ların ilk sayısında “Diyanet” başlıklı yazısından bir kesit okuyalım:

“Bu tabirin, onu temsil eden şahıs ve makam hususiyetine izafetle tarafımızdan ‘cinayet’ diye sıfatlandırıldığı fecaat dolu devreler olmuştur. Bu devrelerde, Allah için değil de Allah düşmanlarını memnun etmek için fetvâ verenler, umumiyeti teşkil eder. Hususiyette ise,ya bu vebalin altında ezilip ne yapacaklarını bilemeyenler ve nihayet yüreği çatlayarak ölenler, yahut da böyle bir belâlı yükü, başlarına ne gelirse gelsin, omuzlamayı reddedenler, tek tük bile olsa, görülebilmiştir.”

Ve zamanın hükümetinin tayin ettiği Diyanet Başkanı’nı kastederek şöyle devam eder Üstad: “Allah Resulünün mûbarek kıyafetlerinden esasî bir unsur olarak özene bezene doladığı sarığını, kokteyller, müsamereler, kongreler, konferanslar, türlü devlet merasim ve toplantılarında kendince bir mânâ ile göstermelik hale getiren, endamını arzetmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan, sırasında eski şeyhülislâmların beyaz cübbe kılığına da bürünebilen ve böylece “İşte Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Reisi Böyle Olur!” demek isteyen bu yeni tip, şu bakımdan en tehlikelisidir ki, gelip geçmişler arasında nihayet ‘matluba en muvafık’ zat olduğunu ispat edebilme ve ispatını bazı devlet büyüklerine kabul ettirebilme yolundadır. (Rapor 1 s. 54-56)

Üstad’ın kırk yıl önce çizdiği prototip bugünü de resmediyor.

Üstad, Diyanet’le ilgili bazı yazılarında “cinayet işleri” bazı yazılarında da “denaet işleri” tabirini kullanır.

Niçin Üstad’dan iktibasla böyle bir giriş yaptık?.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 14 Nisan 2016 tarihinde İstanbul’da  toplanan“İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi Açılışı” münasebetiyle İslam Ülkeleri(!)nin Devlet Başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada öyle bir cümlesi var ki, zuhûl eseri midir, yoksa taammüden mi söylenmiştir bilemiyoruz. Siyaseten söylense bile, çağrışımları ve tesirleri oldukça tehlikeli bir cümle sarfetti: “Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunlarımızın başında mezhepçilik fitnesi geliyor.” Devamla “ırkçılık fitnesi geliyor. Her zaman ifade ettiğim gibi; benim dinim Sünnilik de değildir, Şiilik de değildir, benim dinim İslam’dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir.”

İlk plânda doğru ve ikaz edici radikal bir söylem gibi gözükse de, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının nasıl vahîm yanlışlar ihtiva ettiğinin analizine girecek değiliz. Kendilerinin “sünniliğin bir din olmadığı”nı bildiklerini zannediyorum. Bütün Türkiye’ye naklen yayın yapan televizyon kanallarında, sosyal medya, gazeteler ve diğer yayın organlarında konuşmanın en önemli, can alıcı cümlesi olarak bu ifade ısrarla ve sıklıkla gündeme getirildi.

Müslümanlıkta ehl-i sünnet geleneğinin bin yıldır omurgasını oluşturan bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, (özellikle İran’a) siyasî mesaj verme çabasıyla irâd ettiği konuşmadaki  bu vahîm cümleler İslam’ın siyasî ve itikadî tarihinde Ehl-i Sünnet eksenli hiçbir bir ülkenin devlet başkanından sâdır olmamıştır, diye düşünüyoruz.

Ehl-i sünnet mezheplerine bağlılığın “fitne” olarak nitelendirildiği bu cümlenin hiçbir şekilde te’vili ve ehl-i sünnet ile te’lifi mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber ve asr-ı saadet döneminden sonra  (Üstad’ın tabiriyle) “aziz ve erdirici” ihtilâfın tecellileri halinde teşekkül eden ehl-i sünnet mezhepleri ile “süflî ve kaybettirici” sapık mezhepleri aynı skalaya koyarak, bir itikad müfettişi gibi topyekûn “fitne” ilân etmenin nasıl vahîm bir itikadî sonuçlar doğuracağını düşünün…

Bu konudaki tavsiyemiz: Cumhurbaşkanı’nın bu tür metinlerini hazırlayan danışmanlarının  her şeyden önce ehl-i sünnet hassasiyeti ve edebinin ne olması gerektiği hususunda bir terbiyeden geçmeleridir. Tabii böyle bir endişeleri varsa…

Gelelelim asıl söylemek istediklerimize…

Bir süredir ülkemizde “Kur’an Müslümanlığı” adı altında bütün sahih itikadî ekollere, yani ehl-i sünnete karşı zaman zaman örtülü ve sinsice, zaman zaman da açıktan ve doğrudan savaş açan özellikle İbn-i Teymiyye çizgisi olarak isimlendirilen selefî çizginin sözcüsü ilâhiyatçı görünümlü bazı ilhadçılar, artık yabancı oryantalistlere ihtiyaç hissettirmiyor. Çünkü onlar gibi düşünen tilmizleri ortalıkta boy göstermeye başladılar. Her gün üniversite kampüslerinde, panellerde, TV’lerde itikadî ifsat projelerini uygulamayı, sapık düşüncelerini yaymayı sürdürmekten geri kalmıyorlar.

Buna paralel olarak dinî tanzim ve yönlendirmeyle sorumlu devlet aygıtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı da, itikadımızı ifsat için seyirci kalmanın ötesinde, elinden geleni yapmaktan geri kalmıyor.

Cumhurbaşkanı’nın mevzubahis konuşmasından bir hafta sonra (22.4.2016), bu konuşmadaki itikadî hataları tashih edeceği yerde, kendisine “durumdan vazife çıkaran”  Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırlayıp bütün Türkiye’deki camilerde okutturduğu Cuma Hutbesi, Cumhurbaşkanının metnindeki aynı cümleleri ihtiva ediyordu. Adeta konuşma ve hutbe tek bir kalemden çıkmış gibiydi.

Hutbeyi Antalya’nın bir beldesinde iken Cuma namazını kılmak için gittiğim camide dinlediğimde neredeyse camiyi terk etmek hissi doğdu içime. Camiden çıktığımda İstanbul’dan arayan kadîm bir dostumun öfke içerisinde hutbe ile ilgili teessürünü ifade etmesi de ifsâdın vehametini ve çapını gösteriyordu.

Hutbede şöyle deniyordu:

“Bugün İslam coğrafyasını üç büyük fitne ateşi sarmış vaziyettedir. Birincisi, mezhepçilik fitnesidir. Mezhebe, meşrebe mensubiyeti, İslam’a, Muhammed Mustafa’ya mensubiyetin önüne geçirmek, Müslümanlar için en büyük fitnedir. Kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir ederek ümmetten saymama gafleti içerisinde olmak, Müslümanları kuşatan en büyük tehlikedir…”

Hutbenin devamı ve özellikle bu cümle, hiçbir itikat ölçüsü tanımayan/taşımayan, ne söylediğini ve kime söylediğini umursamayan, edep ve ahlâk sınırı tanımayan, vak’a-i âdiye’den sayılamayacak bir cümledir.

Diyanet İşleri’nin hutbeleri mü’minleri ifsat için midir?

Diyanet işleri, uzun bir tarihsel süreçte “sahih itikad” için verilen mücadelelerin yanında, velîlerin, âlimlerin, müçtehidlerin, ilim ve irfan ehlinin taviz vermez tutum ve hassasiyetlerinden hiç mi nasip almamıştır?
 
Ne yazık ki, bazı konularda İslâmî cevaz ve fetva vermeyi kendisine vecibe bilen hiçbir ilim adamı, ne de bir köşe yazarı, ne Cumhurbaşkanı’nın ne de Diyanet İşleri’nin hutbesine dair hiçbir şey söylemedi, yazmadı, yazamadı…

Şimdi, hutbenin başında, bazı âyet ve hadisleri de referans gösteren Diyanet İşlerine soralım:

·         Allah Resulü’nün hâs ismini sıradan bir isim gibi zikretmek konusunda hiç mi edep ölçüsü tanımıyorsunuz? Bu önemli edep ölçüsünü ya düşünemeyen, veya hiçe sayan bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın âlem-i İslâm’a vermeye kalktığı mesaja bakın???

·         “İslam coğrafyasındaki fitne ateşi” olarak nitelediğiniz bir mezhebe mensup değil misiniz?

·         Diyanet İşlerini yöneten kadro’nun “Ehl-i Sünnet” hassasiyetinin olmamasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu meş’um tavrınızla Selçuklu ve Osmanlı gibi muhteşem bir ehl-i sünnet geleneğini topyekûn reddetmiş olmuyor musunuz?

·         Hangi Ehl-i Sünnet mezhebine mensup Müslüman kendi mezhebini Peygamberin önüne geçiriyor?

·         Ehl-i Sünnet dışı sapık itikadları sahih yol kabul ediyor musunuz? Ehl-i Sünnet hassasiyetini savunanları “kendisi gibi düşünmeyen”leri tekfir etmekle mi suçluyorsunuz? Bu yaftalama ile siz hangi itikad cereyanına yakalanmış bulunuyorsunuz ?

·         Aslî görevleri arasında “itikadı korumak” olması gereken bir kurumun, genç neslin “sahih itikad/ehl-i sünnet” diye bir hassasiyetinin olmamasındaki vebalini düşünebiliyor musunuz? Bu tür yayınlarla bu tehlikeli bataklığı derinleştirdiğinizin farkında mısınız?

Aman Allah’ım! “Mezhepsizliği” fitne olmaktan çıkarıp “mezhepleri” fitne olarak niteleyen “Neo Calvinist” veya “Protestanlaşmış”  din anlayışına tekabül eden bu anlayış Türkiye’nin düşürülmek istendiği itikatsızlık bataklığının yolunu doğrudan açmaktadır! 

En önemli bir değir tehlike de; ortalıkta “ehl-i sünnet hassasiyeti” taşımayan, bundan habersiz yetişen bir genç neslin itikatsızlık bataklığına sürüklendiği ve bu tür söylemlerin bu tehlikeli hali kışkırttığı ve beslediğidir.

Diyanet İşleri, bu vahim ve galiz hutbesiyle, 12 asırdır varolagelen, sapık anlayışlardan arındırılmış sahih İslâmî akideyi sistemleştiren ehl-i sünnet mezheplerine yönelik mezhepler dışı  yeni bir oryantalist projeye mi hazırlık yapıyor?

Mezheplerin ortaya çıkışı ve tedvininden bile habersiz veya kasıtla hazırlanmış hutbedeki şu cümledeki korkunç bühtana bakın: “Mezhebe mensubiyeti İslâm’a mensubiyetin önüne geçirmek…”

Ehl-i sünnet çizgisinin hiçbir tarihî döneminde bu suçlamayı haklı gösterecek,“mezhepçilik” olarak adlandırılmış bir teşebbüs, bünye ve muhtevası olmamasına rağmen, Diyanet İşleri’nin bu panik-atak hutbesinin amacı ne olabilir?

Ehl-i Sünnet itikadına karşı bu nasıl bir öfke, dalâlet, ta’ndır!

Bu, bütün bir ehl-i sünnet tarihine, İmam-ı Matüridî, İmam-ı Eş’arî, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Malik ve bütün ehl-i sünnet itikadının kutuplarına bühtandır, iftiradır.

Sahih-sapık demeden, hiçbir ayrım gözetmeksizin, toptancı bir genellemeyle “mezhebe mensubiyeti” fitne olarak ilân etmek, zaman zaman (siyasî iradeyle uyarlı olarak) kendilerinin bile şikayetçi olduğu selefî-radikal bir anlayışın ürünü değil midir?

Diyanet İşleri, eğer İslâm mezhepler tarihini (özellikle ehl-i sünnet’i) Batı mezhepler tarihiyle karıştırmamışsa  ortada taammüden işlenmiş bir cürüm var demektir. Yoksa Diyanet İşleri, Ehl-i Sünnet mezheplerini, XVI. yy. Fransa’sında bir gecede Katoliklerin 60 bin Protestanı katlettiği Hristiyan “mezhepçilik”iyle bir mi görüyor?

O halde başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere tekrar sormak gerekir:

Siz hangi mezhebe mensupsunuz? İbadetlerinizi hangi mezhebe göre yapıyorsunuz? Şia ve Ehl-i Sünnet arasında itikad ve amelde hiçbir fark görmüyor musunuz?

Yoksa bu hutbeyi hazırlayan zevâtın içtihatları, “Doğru Yolun Sapık Kolları”nın yeni bir versiyonuna kapı mı aralıyor?

“İrade-i şâhane”ye uygun düşsün diye hazırlayıp köylere kadar gönderilen bu hutbe metni, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihinde “elfaz-ı küfr”ü de aşmış vahîm bir itikadî sapma olarak kayıtlara geçecektir!

Biraz tarihî arka plana sarkarak söyleyelim ki; önce İttihat ve Terakki tarafından tasarlanan, sonra da erken Cumhuriyet döneminde “dini kontrol ve tanzim” için Osmanlı Şeyhülislâmlığı’nın yerine ihdas edilen Diyanet İşleri, yeni rejimin din tasarımında yeni usuller ihdas etmişti ama bu derece itikadî ifsadı düşünememişti.
 
Yakın tarihinde yedi yüz yıl ehl-i sünnet itikadını sahih çerçeve ve muhtevasıyla her türlü saldırıya karşı muhafaza, temsil ve teşmil etmiş bir ülkenin Diyanet İşleri bu beyanlarıyla “cehliyle iftihar” etmenin ilerisine geçmiş ve kendi tarihine silinmez bir leke sürmüştür. İlim havzası ve istikameti ile “sahih itikadı” koruyucu ve yeni nesillere benimsetici bir rol üstlenmesi gereken bir teşkilatın siyasî bir manevrayla yönünü ve istikametini nasıl kaybettiğinin ibretlik belgesidir bu vak’a. 
 
Diyanet İşleri, kimi kastederek söylerse söylesin, hatta “mezhepleri değil mezhepçiliği” gibi zevahiri kurtarma yoluna gitsin, bu vahîm cümlenin hiçbir mâkul te’vil ve tefsiri yoktur. Diyanet İşleri, öyle görülüyor ki bölgesel ve siyasî konjonktürle alâkalı olarak ustaca bir marifet göstermek istemiş ancak, sirkatini veya şuuraltındaki gerçekliğini açığa vurmuştur.
 
Kendilerini ilgilendiren birçok önemli konuda ısrarla suskun duran, hiçbir tutarlı ve kalıcı tavır ortaya koyamamış olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birdenbire gösterdiği bu şartlı refleks’e karşı ehl-i sünnet hassasiyeti taşıyan herkes tepki göstermeli, duruş sergilemelidir. Aksi halde başta “Kutlu Doğum Haftası” şenlikleri (!) olmak üzere birçok konuda ifsat devam edecektir!
 
İfsadın ötesinin ilhad olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır?
 
Allah şifa, akıl, fikir ve iz’an versin! 
 
“Efendimiz’in ashâbına tâbi olan fırka şüphesiz Ehl-iSünnet ve’l-Cema’at fırkasıdır. Allah Teâlâ onların çabalarını mükâfatlandırsın! Onlar, fırka-i nâciyedir (Kurtuluşa eren)” buyuran İmam-I Rabbanî Hz.lerinin sözü ve Hz. Peygamber’in “Ümmetim sapıklık üzere birleşmez!” ölçüsüyle bitirelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder