Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
Başbakan Davutoğlu’nun
şehircilik konusunda irâd ettiği nutuklar, üzerinden çok bir zaman geçmese de
referans niteliğinde “klâsik metinler” haline geliyor. Bu nutuklar, seçilmiş
dinleyicilerin hayallerini tahrik ediyor ve başka bir galaksiye götürüyor
adeta(!) Neredeyse bir mezbeleliğin ortasında bile nutuk irâd etse,
dinleyicilerin ayağı yerden kesiliyor ve adeta büyülenmiş gibi kendilerini
gül bahçesinde zannediyor, lokal bir
anesteziye maruz kalıyorlar. Tabii uyanıp da etraflarındaki “şehir
hançerleri”ni görünce, hangisi gerçek hangisi gerçekdışı karar vermekte
zorlanıyorlar.
Ben bile, bunca şehir hassasiyetime ve eleştirilerime rağmen Davutoğlu’nun bu tür konuşmalarını dinlerken “kendimi kaptırmayayım, şehir gerçekliğinden
kopmayayım” diye bir yandan direnirken, öte yandan da mevcut şehir
ifsatlarını düşünüyorum. Düşünüyorum ve Başbakan’ın nâtıkasını “kentsel dönüşüm”
dedikleri bu şehir ifsatlarının üzerine bir çarşaf gibi serdiğinizde ortaya
nasıl bir vahşet ve katliam tablosu çıkar tahmin etmeye çalışıyorum.
Öncelikle Başbakan bu tür
konuşmalarına başlamadan önce danışmanlarının dinleyicilere, bir “Davutoğlu Sözlüğü” veya “Davutoğlu kuram ve kavram konsepti”ne
dair bir “dinleme kılavuzu”
dağıtmalarını veya “transkripsiyon ve
sadeleştirme metni” yahut da “simulten
tercüme” yaptırmalarını önemle ve ısrarla hatırlatalım. Çünkü Başbakan’ın
“kavram stoku”ndan sürekli çıkarıp aktardığı o muhteşem kelimelerin ne derinliğini,
ne tedailerini, ne de muhtevalarını anlayacak resmî zevattan ilgililerin bulunduğunu zannetmiyorum.
Davutoğlu’nun sık sık
kullandığı “medeniyet”, “medeniyet idraki”, “medeniyet tasavvuru”, “kadîm
şehirler”, “şehir idraki”, “ben idraki” gibi önemli kavramlar maalesef “kifayetsiz”lerin dilinde kullanıla
kullanıla öyle bir hale geliyor ki,
giderek bu kavramlar gerçekliğini kaybediyor, yalama oluyor ve
değersizleşiyor. Endişemiz odur ki, muhataplarının ‘çapsızlığından dolayı
Başbakan’ın konuşmalarının “boşluğa söylenmiş olmak tehlikesi”yle karşı karşıya
olduğudur. Davutoğlu herhalde tehlikenin farkında ki, sözkonusu konuşmasında “medeniyet kavramının sloganlaştırılmaması” gerektiğine
vurgu yapıyor.
14 yıllık tek parti
iktidarının en önemli devlet aygıtlarından birisi olan TOKİ’nin marifetiyle,
“Kentsel Dönüşüm” adını verdikleri şehir operasyonlarıyla şehirlerimizi ıslah etme yerine nasıl ifsat ettiğini
görmemek için kör olmak gerek. Ayrıca TOKİ’nin şehir şerikleri olan müteahhitler eliyle gelecek nesilleri “yaşanmaya değer bir şehir”den
mahrum bırakan, onların hayatlarını çalan, mahveden şehircilik politakaları/uygulamaları şehircilik tarihimizde
telâfisi mümkün olmayan seyyiat ve menhiyatlar olarak yer
alacaktır. Cumhurbaşkanına, Başbakan’a rağmen nasıl oluyor da Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, Belediyeler ve diğer ilgili bakanlık ve kuruluşlar
şehirlerimizi böylesine ifsat edebiliyor? Ortada müthiş bir bir muamma var. Bu
soru, cevabı verilemeyen ve verilemeyecek bir soru olarak sorulmaya devam
edeceğe benziyor.
"Aslında siyasetin, ilmin,
tefekkürün, şiirin, sanatın hepsi bu mekânlarda gizli, anlayabilene,
keşfedebilene, bu mekana kendi gönlünü, aşkını verebilene.”
“Şimdi
muhasebe vaktidir arkadaşlar. Burada isim vermekten de kaçınmayacağım. Eğer bir
gemi ile İstanbul’a yaklaşıyorsanız, bir tarafta Süleymaniye diğer tarafta
‘gök kafes’ denilen bir ucube. Mimar Sinan’dan, bizim nesil hiç ders almamış
diye insan kahrediyor, üzülüyor, mahvoluyor. Tarihi yarım adaya şirk koşan, o
yarımadayı tahakküm eden ne eser varsa bu şehre ihanettir. Aynı
şeyi Zeytinburnu kuleleri için de söylerim, diğer yapılar için de.”
"Biz Mimar Sinan'ın hakkını vermek
istiyorsak, ahirette onunla karşılaştığımızda 'Ben size nice bir şehir
bıraktım, ne hale dönüştürdünüz' diye yakamıza yapışmasını istemiyorsak hepimiz
İstanbul'da taş üstüne taş koyarken bin kere düşünüp bir kere koyacağız."
Davutoğlu,
iş işten geçse de Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” hikmetiyle mi dersiniz
(???) bir şehir ve mimari seferberliğinden bahsediyor. Kiminle, nasıl, hangi
idrakle, hangi kadroyla, hangi iradeyle???... Bilinmez!!!. Başbakan bu
konuşmayı yaparken bile o küstah
dökdikenleri ‘peygamber müjdeli şehir’i kirletmeye devam ediyor.
Başbakan
Davutoğlu “Şimdi seferberlik vaktidir”
diyor ama, sefer hazırlıklarına dair ortada hiçbir emare yok! Sanırsınız ki, İstanbul’da ikinci bir fethin
yâni “şehir
ve mimarîde bir çağın kapanıp bir çağın açılması”nın talimatını veriyor…
Ama gene de inanmak istiyoruz. İnanmak istiyoruz çünkü, herşeyden önce
talimatlarını uygulayacak olan kadrolarının “Davutoğlu dili”ni anlayacak, kavramlarını özümseyecek bir
tedrisattan geçmeleri gerekiyor. Korkarız ki, Başbakan’ın bu konuşması
İstanbul’un önemli bir müzesinde “şehir kitabesi” olarak kalacak ve yazık
olacak!
Başbakanı
dinlemeye devam ediyoruz:
"Bir tek Tarihi Yarımada'ya geldiğimde
içimi bir surur, bir huzur kaplıyor ve ayrılamıyorsunuz, , 'işte bu'
diyorsunuz, bu. Şimdi seferberlik
vaktidir, Mimar Sinan'ın hakkını vermenin vaktidir. Hepimiz Mimar
Sinan'ı tekrar tekrar her gün tefekkür ederek, düşünerek, gerektiğinde tabi inşallah
Mimar Sinan'ın geleneği üzerinden yeni formlarla, illa Mimar Sinan'ı taklit etmeden
de çok güzel mimari eserler ortaya koyarak, bu şehrin, bu tarihin, bu
medeniyetin, bu idrakin hakkını vermek durumundayız. Benim sadece Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı olarak değil, İstanbul aşığı, İstanbul'u hocası olarak
gören bir kardeşiniz olarak en büyük çabam, bundan sonra bu şehre herhangi bir
zarar vermeden özellikle Suriçi'nin, yeniden en iyi şekilde korunarak imar
edilmesi olacak."
Davutoğlu
İstanbul’dan yola çıkarak bir ‘şehir tayfı’ yapıyor:
"Birisi, mimari eserin çevreyle,
doğayla, tabiatla olan ilişkisi. İstanbul'u diğer mekanlardan ayıran en önemli
hususiyeti, dünyanın en güzel topoğrafyasına sahip olmasıdır. Bir vesileyle
zikretmiştim; Medine ve Mekke vahyin ruhunu, Kudüs tarihin ruhunu, İstanbul ise
doğanın ruhunu temsil eder. Anasır-ı erbaa en iyi şekilde İstanbul'da buluşur.
Boğaziçi'ne baktığınızda suyun bir dans edercesine toprakla nasıl buluştuğunu
hissedersiniz. Tarihi Yarımada'ya baktığınızda yedi tepede, toprakla havanın
buluşmasına şahit olursunuz ve bir şafak ya da grup vaktinde, İstanbul'a
baktığınızda ateşin, yani güneşin bu hava, su, toprak ile buluşmasına şahitlik
edersiniz. Mimar Sinan, bütün bu cemali, güzelliği, bütün yönleriyle görüp, eserleriyle
bu tabiata öyle bir mühür vurdu ki hiçbir aykırılık, hiçbir çelişki böyle bir
mührün izini bozamadı."
Ne yazık ki,
erken cumhuriyet döneminde vahşice, 60’lı ve devam eden yıllarda gafilce, günümüzde
engellenemez hale gelen şehir katliamları başta İstanbul olmak üzere tarihî
şehirlerimizde cemâlden, kemâlden eser bırakmadı.
Başbakanın konuşmasından daha
fazla kesitler almaya gerek yok. Çünkü aynı mealde devam ediyor.
Konuşmasını bütünüyle tasdik
ettiğimizi ifade ederek… Ama, ancak, lâkin, mamafih… diyerek devam edelim isterseniz…
Konuşmayı dinlerken,
karşınızda bir Başbakan mı var, yoksa her cümlesi “mısra-ı berceste” olan ehl-i
hikmet’ten bir hakîm mi var ayırt edemezsiniz (!) Bu, Davutoğlu’nun “Hoca”
sıfatından bir türlü sıyrılamayışından kaynaklanıyor herhalde. Ülkemiz bugüne
kadar, derinliklerden haber taşıyan “nâtıka-i
muhtevî” ile meşhur böyle bir Başbakan görmedi desek yeridir.
Başbakan Davutoğlu, “Bâde Harabül Basra” desek de, eğer her
tarafı sarmış “şehir eşkıyaları”na karşı müştekî
olmak yerine irade gösterip, rahmetli muhakkik
mimar Turgut CANSEVER’in izlerini takip edebilirse, bahsettiği seferberliği başlatabilir.
Aksi halde nâtıkası sadece “kendi sesinin yankısında mest olan bir
Hoca” olarak kubbemizde bir hoş sadâ
olarak kalacaktır!
Ortalıkta “kentsel dönüşüm”
adıyla meydan muharebesi artığı halinde sergilenen şehir harabelerine rağmen
gene de Başbakan Davutoğlu’nun sözkonusu konuşmasındaki şu cümlelerini şehir ve mimarî’de son bir nedâmet ve muhasebe olabilir mi? diye ümit edelim:
“Hepimizin
en aslî görevi, emanet olarak devraldığımız bu şehri gelecek nesillere devretmektir.
Mimar Sinan’dan ders almış olsaydık, o çok zikrettiğimiz Mimar Sinan’ın aşkını,
sevdasını gerçekten yürekten hissetmiş olsaydık, bu aziz şehre, bu aziz şehrin
doğasına, dokusuna uymayan eserler yapıp şirk koşmazdık. Açık bir muhasebe ile
söylüyorum; hepimiz sorumluyuz ve hep beraber, Mimar Sinan’ın huzurunda,
mimarlar gününde, başta mimarlar olmak üzere bütün mimar erbabına ve başta
belediyeler olmak üzere bütün yerel yönetimler ve başta Çevre ve
Şehircilik Bakanı olmak üzere bütün bakanlarımıza en açık ve net talimatımız;
bundan sonra bu şehre hançer gibi saplanan hiç bir eser yapılmayacak.”
Üstad
Necip Fazıl’ın “Hasret, vuslatın yarısıdır, iste ki olsun!” sözüyle bitirelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder