13 Nisan 2016 Çarşamba

BAŞBAKAN’IN NÂTIKASI ŞEHİR İFSATLARINI DURDURABİLİR Mİ?


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Başbakan Davutoğlu’nun şehircilik konusunda irâd ettiği nutuklar, üzerinden çok bir zaman geçmese de referans niteliğinde “klâsik metinler” haline geliyor. Bu nutuklar, seçilmiş dinleyicilerin hayallerini tahrik ediyor ve başka bir galaksiye götürüyor adeta(!) Neredeyse bir mezbeleliğin ortasında bile nutuk irâd etse, dinleyicilerin ayağı yerden kesiliyor ve adeta büyülenmiş gibi kendilerini gül  bahçesinde zannediyor, lokal bir anesteziye maruz kalıyorlar. Tabii uyanıp da etraflarındaki “şehir hançerleri”ni görünce, hangisi gerçek hangisi gerçekdışı karar vermekte zorlanıyorlar.

Ben bile, bunca şehir hassasiyetime ve eleştirilerime rağmen  Davutoğlu’nun bu tür konuşmalarını dinlerken “kendimi kaptırmayayım, şehir gerçekliğinden kopmayayım” diye bir yandan direnirken, öte yandan da mevcut şehir ifsatlarını düşünüyorum. Düşünüyorum ve Başbakan’ın nâtıkasını “kentsel dönüşüm” dedikleri bu şehir ifsatlarının üzerine bir çarşaf gibi serdiğinizde ortaya nasıl bir vahşet ve katliam tablosu çıkar tahmin etmeye çalışıyorum.

 Bu anlamda Başbakan Davutoğlu’nun İstanbul’da Mimar Sinan Haftası münasebetiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığının düzenlediği “Medeniyetimizin mimarlarından Sinan’ı anmak” konulu toplantıda yaptığı konuşma, şehir idrakine dair önemli bir metin niteliğindeydi. Adeta tarih minberinden irad edilmiş bir muhteşem “hutbe” idi.  

 Evvelâ, Davutoğlu’nu dinleyenler arasında Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, Ak Parti’nin Şehircilikten sorumlu Genel Başkan Yardımcısı’nın, bazı Belediye Başkanlarının, siyasetçilerin ve akademisyenlerin bulunduğuna vurgu yapalım.

Öncelikle Başbakan bu tür konuşmalarına başlamadan önce danışmanlarının dinleyicilere, bir “Davutoğlu Sözlüğü” veya “Davutoğlu kuram ve kavram konsepti”ne dair bir “dinleme kılavuzu” dağıtmalarını veya “transkripsiyon ve sadeleştirme metni” yahut da “simulten tercüme” yaptırmalarını önemle ve ısrarla hatırlatalım. Çünkü Başbakan’ın “kavram stoku”ndan sürekli çıkarıp aktardığı o muhteşem kelimelerin ne derinliğini, ne tedailerini, ne de muhtevalarını anlayacak resmî zevattan ilgililerin bulunduğunu zannetmiyorum.

Davutoğlu’nun sık sık kullandığı “medeniyet”, “medeniyet idraki”, “medeniyet tasavvuru”, “kadîm şehirler”, “şehir idraki”, “ben idraki” gibi önemli kavramlar  maalesef “kifayetsiz”lerin dilinde kullanıla kullanıla öyle bir hale geliyor ki,  giderek bu kavramlar gerçekliğini kaybediyor, yalama oluyor ve değersizleşiyor. Endişemiz odur ki, muhataplarının ‘çapsızlığından dolayı Başbakan’ın konuşmalarının “boşluğa söylenmiş olmak tehlikesi”yle karşı karşıya olduğudur. Davutoğlu herhalde tehlikenin farkında ki, sözkonusu konuşmasında “medeniyet kavramının sloganlaştırılmaması” gerektiğine vurgu yapıyor. 

14 yıllık tek parti iktidarının en önemli devlet aygıtlarından birisi olan TOKİ’nin marifetiyle, “Kentsel Dönüşüm” adını verdikleri şehir operasyonlarıyla şehirlerimizi ıslah etme yerine nasıl ifsat ettiğini görmemek için kör olmak gerek. Ayrıca TOKİ’nin şehir şerikleri olan müteahhitler eliyle gelecek nesilleri “yaşanmaya değer bir şehir”den mahrum bırakan, onların hayatlarını çalan, mahveden şehircilik politakaları/uygulamaları şehircilik tarihimizde telâfisi mümkün olmayan seyyiat ve menhiyatlar olarak yer alacaktır. Cumhurbaşkanına, Başbakan’a rağmen nasıl oluyor da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Belediyeler ve diğer ilgili bakanlık ve kuruluşlar şehirlerimizi böylesine ifsat edebiliyor? Ortada müthiş bir bir muamma var. Bu soru, cevabı verilemeyen ve verilemeyecek bir soru olarak sorulmaya devam edeceğe benziyor.

 Tam da bütün ümitlerin tükendiği noktada, Davutoğlu’nun 2014 yılında Başbakan olmasıyla “şehircilikte yeni bir sıçrayış olabilir mi?” diye düşünürken geçen iki yıla ragmen ,tarihî şehir müktesebatından, medeniyet genetiğimizden kaynaklanan bir şehir tahayyülü/tasarımına dair hiç bir emare ortaya çıkamamış, aksine TOKİ ve şeriklerinin şehir mızrakları hızla yükselmeye devam etmiştir.

 Şimdi Başbakan’ın konuşmasından bazı kesitlere göz atalım… Davutoğlu’nu dinliyoruz:

 Mekân idrakine dair:

"Aslında siyasetin, ilmin, tefekkürün, şiirin, sanatın hepsi bu mekânlarda gizli, anlayabilene, keşfedebilene, bu mekana kendi gönlünü, aşkını verebilene.”

 Muhasebe ve nedâmet:

“Şimdi muhasebe vaktidir arkadaşlar. Burada isim vermekten de kaçınmayacağım. Eğer bir gemi ile İstanbul’a yaklaşıyorsanız, bir tarafta Süleymaniye diğer tarafta ‘gök kafes’ denilen bir ucube. Mimar Sinan’dan, bizim nesil hiç ders almamış diye insan kahrediyor, üzülüyor, mahvoluyor. Tarihi yarım adaya şirk koşan, o yarımadayı tahakküm eden ne eser varsa bu şehre ihanettir.  Aynı şeyi Zeytinburnu kuleleri için de söylerim, diğer yapılar için de.”

 Davutoğlu, konuşmasında Mimar Sinan’dan nasıl ders alınması gerektiğine, ahiret şuuruyla vurgu yapıyor:

"Biz Mimar Sinan'ın hakkını vermek istiyorsak, ahirette onunla karşılaştığımızda 'Ben size nice bir şehir bıraktım, ne hale dönüştürdünüz' diye yakamıza yapışmasını istemiyorsak hepimiz İstanbul'da taş üstüne taş koyarken bin kere düşünüp bir kere koyacağız."

Davutoğlu, iş işten geçse de Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “vakit o kadar geç ki erken sayabiliriz!” hikmetiyle mi dersiniz (???) bir şehir ve mimari seferberliğinden bahsediyor. Kiminle, nasıl, hangi idrakle, hangi kadroyla, hangi iradeyle???... Bilinmez!!!. Başbakan bu konuşmayı yaparken bile o küstah dökdikenleri ‘peygamber müjdeli şehir’i kirletmeye devam ediyor.

Başbakan Davutoğlu “Şimdi seferberlik vaktidir” diyor ama, sefer hazırlıklarına dair ortada hiçbir emare yok!  Sanırsınız ki, İstanbul’da ikinci bir fethin yâni “şehir ve mimarîde bir çağın kapanıp bir çağın açılması”nın talimatını veriyor… Ama gene de inanmak istiyoruz. İnanmak istiyoruz çünkü, herşeyden önce talimatlarını uygulayacak olan kadrolarının “Davutoğlu dili”ni anlayacak, kavramlarını özümseyecek bir tedrisattan geçmeleri gerekiyor. Korkarız ki, Başbakan’ın bu konuşması İstanbul’un önemli bir müzesinde “şehir kitabesi” olarak kalacak ve yazık olacak!

Başbakanı dinlemeye devam ediyoruz:

"Bir tek Tarihi Yarımada'ya geldiğimde içimi bir surur, bir huzur kaplıyor ve ayrılamıyorsunuz, , 'işte bu' diyorsunuz, bu. Şimdi seferberlik vaktidir,  Mimar Sinan'ın hakkını vermenin vaktidir. Hepimiz Mimar Sinan'ı tekrar tekrar her gün tefekkür ederek, düşünerek, gerektiğinde tabi inşallah Mimar Sinan'ın geleneği üzerinden yeni formlarla, illa Mimar Sinan'ı taklit etmeden de çok güzel mimari eserler ortaya koyarak, bu şehrin, bu tarihin, bu medeniyetin, bu idrakin hakkını vermek durumundayız. Benim sadece Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak değil, İstanbul aşığı, İstanbul'u hocası olarak gören bir kardeşiniz olarak en büyük çabam, bundan sonra bu şehre herhangi bir zarar vermeden özellikle Suriçi'nin, yeniden en iyi şekilde korunarak imar edilmesi olacak."

Davutoğlu İstanbul’dan yola çıkarak bir ‘şehir tayfı’ yapıyor:

"Birisi, mimari eserin çevreyle, doğayla, tabiatla olan ilişkisi. İstanbul'u diğer mekanlardan ayıran en önemli hususiyeti, dünyanın en güzel topoğrafyasına sahip olmasıdır. Bir vesileyle zikretmiştim; Medine ve Mekke vahyin ruhunu, Kudüs tarihin ruhunu, İstanbul ise doğanın ruhunu temsil eder. Anasır-ı erbaa en iyi şekilde İstanbul'da buluşur. Boğaziçi'ne baktığınızda suyun bir dans edercesine toprakla nasıl buluştuğunu hissedersiniz. Tarihi Yarımada'ya baktığınızda yedi tepede, toprakla havanın buluşmasına şahit olursunuz ve bir şafak ya da grup vaktinde, İstanbul'a baktığınızda ateşin, yani güneşin bu hava, su, toprak ile buluşmasına şahitlik edersiniz. Mimar Sinan, bütün bu cemali, güzelliği, bütün yönleriyle görüp, eserleriyle bu tabiata öyle bir mühür vurdu ki hiçbir aykırılık, hiçbir çelişki böyle bir mührün izini bozamadı."

Ne yazık ki, erken cumhuriyet döneminde vahşice, 60’lı ve devam eden yıllarda gafilce, günümüzde engellenemez hale gelen şehir katliamları başta İstanbul olmak üzere tarihî şehirlerimizde cemâlden, kemâlden eser bırakmadı.

Başbakanın konuşmasından daha fazla kesitler almaya gerek yok. Çünkü aynı mealde devam ediyor.

Konuşmasını bütünüyle tasdik ettiğimizi ifade ederek… Ama, ancak, lâkin, mamafih… diyerek devam edelim isterseniz…

Konuşmayı dinlerken, karşınızda bir Başbakan mı var, yoksa her cümlesi “mısra-ı berceste” olan ehl-i hikmet’ten bir hakîm mi var ayırt edemezsiniz (!) Bu, Davutoğlu’nun “Hoca” sıfatından bir türlü sıyrılamayışından kaynaklanıyor herhalde. Ülkemiz bugüne kadar, derinliklerden haber taşıyan “nâtıka-i muhtevî” ile meşhur böyle bir Başbakan görmedi desek yeridir. 

 Şehircilik konusunda bir hoca olarak nutuk irâdına âmenna! Her cümlesi ‘yüklem’ dolu ama muhatap öznesi var mı? Bu konuda endişeliyiz. Mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, Belediyeler ve diğer ilgili bakanlıklar, kuruluşlar… “Eski usûl talimleri” ile âtıl…  Ve en önemlisi rant avcısı müteahhitler pusuda beklerken, hangi seferberlikten  bahsedilebilir bilemiyorum.

Başbakan Davutoğlu, “Bâde Harabül Basra” desek de, eğer her tarafı sarmış “şehir eşkıyaları”na karşı müştekî olmak yerine irade gösterip, rahmetli muhakkik mimar Turgut CANSEVER’in izlerini takip edebilirse, bahsettiği seferberliği başlatabilir.

Aksi halde nâtıkası sadece “kendi sesinin yankısında mest olan bir Hoca” olarak kubbemizde bir hoş sadâ olarak kalacaktır!

Ortalıkta “kentsel dönüşüm” adıyla meydan muharebesi artığı halinde sergilenen şehir harabelerine rağmen gene de Başbakan Davutoğlu’nun sözkonusu konuşmasındaki şu cümlelerini şehir ve mimarî’de son bir nedâmet ve muhasebe olabilir mi? diye ümit edelim:

“Hepimizin en aslî görevi, emanet olarak devraldığımız bu şehri gelecek nesillere devretmektir. Mimar Sinan’dan ders almış olsaydık, o çok zikrettiğimiz Mimar Sinan’ın aşkını, sevdasını gerçekten yürekten hissetmiş olsaydık, bu aziz şehre, bu aziz şehrin doğasına, dokusuna uymayan eserler yapıp şirk koşmazdık. Açık bir muhasebe ile söylüyorum; hepimiz sorumluyuz ve hep beraber, Mimar Sinan’ın huzurunda, mimarlar gününde, başta mimarlar olmak üzere bütün mimar erbabına ve başta belediyeler olmak üzere bütün yerel yönetimler ve başta Çevre ve Şehircilik Bakanı olmak üzere bütün bakanlarımıza en açık ve net talimatımız; bundan sonra bu şehre hançer gibi saplanan hiç bir eser yapılmayacak.”

 “İnşaallah” diyerek, Başbakan’ın sözlerinin söylendiği yerde kalmaması için, bu iradî, kararlı ve keskin tavrının bir gereği olarak, şehirlerimize bir hançer gibi saplanan gökdikenlerinden bir tanesini irade beyanı olarak kule şehvetlilerine ibret-I âlem olması için yıktırmasını bekliyoruz! Aksi halde Başbakan’ın bütün bir müktesebâtı ve nâtıkası “.. gökte kasırga bulutları ve kuledeki gözcünün feryâdı: S.O.S! S.O.S!”dan ibaret kalacak gibi görünüyor!

 Kimbilir belki istikbalde bir nesil, tesadüfen Başbakan’ın “şehir konuşmaları”na rastlar da “bu bilge kime konuşmuş, niçin kelimeleri israf olmuş(!)” diye hayret eder!

Üstad Necip Fazıl’ın Hasret, vuslatın yarısıdır, iste ki olsun!” sözüyle bitirelim.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder