27 Mayıs 2016 Cuma

HERŞEYİ SEN ÖĞRETTİN, SEN! -Doğumunun 112. Vefatının 33. yılında Üstad Necip Fazıl'a-

Yahya DÜZENLİ


“O ki; o yüzden varız” diyerek yakıcı bir aşkla “gaye insan-ufuk peygamber”i bize sen anlattın!

O’na, O’nun sevgilisine bizi sen yönelttin!

O’nun sevgilisinin ashabının ‘kim olduğunu’ senden öğrendik!

Allah Dostlarıyla sen tanıştırdın, onları sen öğrettin bize!

“Yakıcı bağlılığın” nasıl olduğunu sende gördük!

Seninle doğduk, kendimizi seninle “idrak” ettik, seninle yaşıyoruz.

Kim olduğumuzu, kim olmamamız gerektiğini senden öğrendik!

“Nerede olmamız”, “nerede durmamız gerektiği”ni sen gösterdin!

Kime nefret, kime muhabbet duyacağımızı,
Yüzümüzü nereye dönmemiz gerektiğini sen işaret ettin!
Yönümüzü “tek istikamet Kâbe ve tek örnek sahabe” olarak sen gösterdin!
Yolumuzu kırılmaz, sapmaz bir biçimde sen çizdin!
Yerde sürünenlere ‘yaşanmaya değer hayat’ı sen işaret ettin!

“Ya ol! Ya öl!” tavrıyla bizi sen uyardın!
“Ya hep! Ya hiç!” diyerek bize sen şahsiyet verdin!
Dünya görüşümüzü, medeniyetimizi,
Dinimizi, dilimizi, aslımızı,
Hasmımızı, hısmımızı sen bildirdin!
Alışkanlıkları yıktın, ölçüleri diktin karşımıza!

Her şey gerçek yerini, her yanlış doğrusunu sende buldu!

Her şeyi, her şeyi senden öğrendik!
Hayatı, ölümü, öteyi…

BÜYÜK DOĞU’yla “Büyük ve yeni bir dünyanın habercisi!”  oldun!

Büyük Doğu’n Büyük Doğum’undu!
Büyük Doğru’ndu!
Büyük Davan,
Büyük Dünyan,
Büyük Duan,
Büyük Rüyandı!

Bu rüyayla besledin bizi!
Bir ömür rüyanı “çile” ile “ıstırap” ile, “ciğerinden kalemine kan çekerek” kendin tabir ettin!

Teshir etmediğin, tesir etmediğin kimse kaldı mı?

“İdealinin kara sevdalısı ve divanesi olmayanlardan hiçbir şey beklenmez” ölçüsüyle, bir ömür vererek adandığın destanlık mücadele sonucu “üzerine kutupların buz dağlarını devirseler onu söndürebilmenin imkanı yoktur” diyerek, fikrini aksiyona geçirmiş bir nesil yoğurma hamurkârlığını üstlendin!
Tesirin öylesine derin oldu ki, mutlak ve pazarlıksız bağlıların yanında, kimilerini “budalaca coşturdu”, kimilerini ise “kusturdu!”

Bir ömür “huzur” ve “hayret”te yaşadın! Bir an bile “huzur”dan ayrılmadın!
“Edepten ibaret” bir hayatın ne olduğunu sende gördük!
Açılmış olduğun okyanusta hakk-el yakîne kavuştun! 
Sen de “aklın sınırının ötesinde otağ kuranlar”dan oldun!

Bize “ideal çatısı” altında var olmayı öğrettin!
Kimliğimizi derinleştirdin! Şuurumuzu, idrakimizi diri tuttun!
Devamlı tahkik’teydin, her şeyin hakikatindeydin!

Mes’uliyet idrakinin ne olduğunu sende gördük:
“Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, minicik gövdeme yüklü Kaf Dağı
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, dev sancılarımın budur kaynağı!”

Sen! Sen! Sen!

Teslim olmanın, fani olmanın, bağlılığın kemâlini sende gördük!

“El yordamıyla başka iklimlerde aradığımız güneşin kendi cebimizde kaybedildiği”ni bize sen hatırlattın!

“Kök kurutucuların kendilerini gök kurtarıcı gösterdikleri” bir zamanda “kurtarıcılardan kurtulma”yı sen haykırdın!  

Çile”n “İdeolocya”n, “İdeolocya”n “Çile”ndi!
Şiirinde tefekkürün, tefekküründe şiirin vardı!
Ütopyan vardı! Dünya Görüşün vardı! İdeolocyan vardı!
Bunları “Medeniyet tasavvuru” olarak ilk defa sen hatırlattın ve “örgüleştirdin!”

“Benim olmadığım yerde kimse yoktur!”dava ahlakını senden öğrendik! 
“Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için…”

Sen! Sen! Sen!

“Fikre can çekiştiren bir idrak, irfan, dava, mesele yoksunluğu” karşısında bile; “Ben Allah diyenlerin boyunlarında vebal! Ben bugünküne mazi, yarınkine istikbal!” diye haykırdın!

İmanı da, fikri de, aksiyonu da sende gördük, senden öğrendik!
“Nurun aynadaki aksi”ni önümüze sen serdin!

Sen! Sen! Sen!

 “Allah Resul aşkıyla yandım, bittim, kül oldum.
Öyle zayıfladım ki sonunda herkül oldum”  diyen sen!

Sen! Sen! Sen!

“Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem. Yollar ki Allah’a çıkar, bendedir!” diyen sen!

Sen! “Küfürden buzdağını titreyen nefesinle erittin!”
Biz ise şimdi “çamurdan geçemiyoruz!”

Sen! Sen! Sen!

Fikrin ‘yatağını değiştirdin’! Yeni bir yatak açtın!

Senin önemsediklerini önemsemeyen seni anlayamaz! 

Vasiyetinde bize emanetini hatırlıyoruz:

“Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! “ 

Sen mi kimsin?

Öyle bir divane ki; “beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!” diyen sen!

Biz mi?

“Nasıl muazzam bir enerji karşısında olduğumuzu” bile anlayamayan, “balı kavanozdan yalamaya çalışan” zavallılar!

“Lâfının dostu, çilenin yabancısı” olanlar seni anlayabilir mi?

Seni anlamak “her şeyi anlamak” olacaktır!

Fena âlemine geldiğin gün bekâya yürüdün!

Doğduğun günde, vefat ettiğin günde sana selâm olsun!

Sen! Sen! Sen!

Güzel yaşayan, ölümü de güzelleştiren sen:

“Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!”

Allah’ım! Bize O’nu ve O’nun sevdiklerini anlamayı nasip et!

O’nu idrak edebilme idrakini bize nasip et!

Rahmet, mağfiret sana!

Bize de şefaat et!


17 Mayıs 2016 Salı

“DERİN TARİH” DERGİSİNİN “TARİH MARANGOZLUĞU” VE NECİP FAZIL HAZIMSIZLIĞI…

Yahya Düzenli

Bağırsaklardaki bakterilerin mevsimi geldiğinde virüse dönüşmesi veya kurtçukların ağaç gövdesine musallat olup kemirmesi gibi, Mayıs ayı geldiğinde (bazı istisnaları olmakla birlikte) kimi kurumlar, kuruluşlar, dergiler, gazeteler Üstad Necip Fazıl’ı “anma” adına şuuraltlarında birikmiş (gizli husumetlerinden kaynaklanan) ifrâzâtı saçmaya başlıyorlar. Adeta Mayıs ayı bir yıl boyunca biriktirdikleri safrayı atma, bir nevi kusma ayları oluyor. 

Fikrî tasarrufu vefatından sonra da devam eden Üstad Necip Fazıl’ın, “Bizim zamanımızda küfürden bir buzdağı vardı. Titreyen nefeslerimizle bu küfürden buzdağını erittik. Şimdi ise geç geçebilirsen çamurdan!”  diyerek erittiği buzdağının çamurunda üreyen kimi mikrobik canlılar, Üstad’ın vefatından sonra hiçbir fikir, ahlâk, dâva, hürmet, haşyet, terbiye hissi taşımadan, müthiş bir hazımsızlık, edep ve haya sınırlarını aşan bir saygısızlıkla Üstad’ı ‘anma’ kisvesiyle O’na saldırmada şahsiyet bulmaya çalışıyor!

Böylece Üstad Necip Fazıl’ın “bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor!” hikmeti, vefatından sonra da tecelli zemini buluyor! Üstad’ın “Cehil taarruzu” dediği, suyun ‘bu yaka’sında pusuya yatmış güruha gene Üstad’ın “en ulvî tecrit ve manâlandırmalara en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır!” hikmetini hatırlatmak acaba beyin zarlarını biraz inceltir mi? Ortada henüz böyle bir emare yok!

1940’lı yıllardan günümüze kadar bütün nesillerin iman, tarih, dil ve ahlâk şuurlarının oluşmasında,  fikir genlerinde emeği bulunan Üstad’ı anlatma veya onun başta tarih olmak üzere hayatın her alanına dair ortaya koyduğu fikirleri konuşmalarında mizah malzemesi yapanlar, kendi seviyesine indirgeyenler, TV dizilerinde bayağılaştıranlar, siyasî nutuklarında garnitür yapanlardan tutun da parklara adının verenlere kadar birçok galiz garabetlerle güya Üstad yâdediliyor! Bremen mızıkacılarını andıran bu ortak koronun müşterekliği; her yana bulaşma istidadı gösteren ifrazatı…

Bu nasıl bir ahlâk/sızlık, nasıl bir vicdan/sızlık veya nasıl bir cinnet halidir?

Her şeyden önce kendi dünya görüşünün, medeniyet dünyasının fikir ve sanat adamlarına karşı derin bir edep ve terbiye hissi ve tavrı kuşanması gereken “suyun bu yakası”nda ne yazık ki bu yönde en küçük bir terbiye alâmeti yok! Terbiye olmayınca da Üstad’ın fikir namusu dediği fazilet hissi yok!

Üstad Necip Fazıl 77 yıl önce (1 Mayıs 1939) “Ben Buyum” başlıklı yazısında “… Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.” der. 1952 yılında “matbuat ağacımızın röntgeni”ne dair (16.5.1952) kaleme aldığı “Biz Neyiz?”  başlıklı yazısında da“millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük ‘entelektüel’ler yerine çeyrek münevverler, günübirlik açıkgözler, basit heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyamgüderlikte şehinşah rütbesindedirler.” der.

Üstad’ın bu iki temel tespit ve teşhisinden yola çıkarak söyleyelim ki; kerameti kendinden menkul olarak kendisini tarihçi nasbeden kimi tarih marangozlarının röntgenini ele veren ve bugün de tedavülde olan bir fikir bayağılığı, ucuzculuğu, ikiyüzlülüğü halen bütün şiddetiyle devam etmektedir.

Gelelim başlığımızda söz konusu ettiğimiz “Derin Tarih” dergisinin Mayıs 2016 sayısına..

Ortada hangi moda rüzgârı esiyorsa o rüzgârın etkisiyle derin-sığ demeden her gördükleri suya yelken açanların en son açtıkları “tarih yelkeni” böyle bir tezat ve kaosunu kendi kalemleriyle ortaya koyuyor..

Üstad Necip Fazıl’ın vefatının 33. yılı vesilesiyle O’nun tarih idrakine dair derin bir istihzâ ve istiskal tavrını hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan ortaya koyan DERİN TARİH dergisi, mayıs sayısında böyle bir müptezelliğe imza attı: Dergide iyi niyetli birkaç görüş ile Suat Ak’ın “Anadolu’yu kürsüden fethetti” başlıklı yazısı hariç, Derin Tarih’in bu sayısı sanki Üstad’ı tahkir için yayınlanmış.

İsmail Kara’nın (oldum olası Üstad’a o “şaşı bakışı”nı yansıtan) “Tarihi değiştirmek niçin asıl dava olsun” yazısında “tarihi değiştirme ve dönüştürme ve bütünlükten yoksun, parçalı, katılaşmış tarih anlayışı” olarak gören, Üstad’ın Osmanlı tarihini dönemlere ayırarak değerlendirmesini de muhtevasına bakmadan “resmi tarih teziyle ciddi ölçüde yakınlaşan” diye yaftalayan, vs.vs. Üstad’a ilişkin kasıtlı bir yanlış yönlendirme ve saptırmaları… Ayrıca Irak’lı Prof. Muhsin Abdulhamit’in “İbn-i Teymiyye hakkında yanlış fikirlere sahipti” gibi hükümleri ve Üstad’dan yanlış hatırladığı tespitleriyle malûl bir dergi..

Reytingini artırmak için Üstad’ın “Er recül-üs sanem:Put Adam:” isimli Arapça yayınlanan kitabı ve Ruhi Su’nun Üstad’a yazdığı mektup da dergiye serpiştirilmiş.

Tarihi, ölçüsüzce at koşturacakları bir serüven, bir avantür olarak ele alırsanız ortaya ancak Derin Tarih Dergisindeki Mustafa Armağan’ın yazısı türünden değerlendirmeler çıkar. Tesadüfen rastladığı sıradan, herhangi bir eski yazı metni “mal bulmuş mağribi” edası ve hazzıyla,  ‘yeni bir gezegen keşfetmiş’ mucid tavrıyla dergi ve ekranlarda “bakın tarihte ne sahtekârlıklar yapılmış” açıkgözlülüğüyle pazarlayan, yetmedi şehir şehir dolaşan bu nevzuhur tarih marangozlarının tarihin her şeyden önce tarihin fikir namusu taşıması gereken bir disiplin  olduğundan haberleri de yok gibidir!

Osmanlı ile çıktığı tarih serüveninde epey yol alıp “Çanakkale”yi tüketip âni bir keşifle bulduğu “Kûtu’l Amâre” kıtasına doğru hızla dümen kıran new tarihçi Armağan’a bol maceralı, sansasyonel bir yolculuk diliyoruz!

“Öteki tarih” veya “gayr-i resmi tarih” adı altında, eseri oldukları ve şuur altından bir türlü  silemedikleri resmî kodlar ve statükocu kalıpların dışından seslendiği ve zihinlerini sarstığı, gözlerini şaşılaştırdığı ve idraklerini dondurduğu  bu güruhun  Üstad’ı oryantalistlerin bilinen metoduyla takdir etme görüntüsü altında tahkir etmelerine biz âşinayız!

Bu yöntem yüzyıl öncesinde kaldı! Yeni usûl talime çıkmanızı tavsiye ederiz!

Bu tarih avantürcülerinin sağlam binanın temelleri etrafında dolaşan mikroozganizmalar gibi Üstad’ın asla anlamadıkları ve anlayamayacakları tarih idrakini ve resmi tarihle hesaplaşmalarını “Necip Fazıl tarihçi değildi ama tarih hep ana ilgi sahalarından biri oldu. Okuruna “Nereden geliyoruz?’ sorusunun cevabını en keskin hatlarıyla verdi. Derdi tarihçilik yapmak değil, Büyük Doğu davasına yaşanmış örneklerden bir fikir manzumesi çıkarmaktı.” şablonuyla kendince güyâ mahkûm eden Mustafa Armağan’a Üstad’la ilgili yazdığı bütün yazılarını okuduktan sonra şifâ dilemekten başka yapacak bir şey yok.

Kendi “sorunlu” ve eklektik zihin yapısının verdiği şaşı bakışla Üstad’ı eleştirmeye kalkışmak, onuncu sınıf bir oryantalist artığının marifeti olabilir.

“Necip Fazıl’ın tarihle hesaplaşması”  başlıklı yazısına “Semavi öğretiler hariç hiçbir kitabın veya yazarının ebediyen geleceğe intikali diye bir hadise beşerî sınırlar içinde mümkün değildir…” gibi ortaçağ kilise aforizmasını andıran bir girişle başlayan Armağan, su-i niyyetini baştan açık ediyor. 

Kapağına “Tarihle hesaplaşan adam” başlığıyla Üstad’ın portresini koyan ancak bu müraice girizgâhın arkasından “Necip Fazıl ve Tarih” başlığıyla yazdığı sunuş yazısında önce Üstad’dan çocukluğunda nasıl etkilendiğiyle başlayıp;

“16 yaşındaydım ve çalışıp kazandığım parayla kitap aldığım en mesut devrindeydim ömrümün. Cinnet Mustatili’ni bir solukta okuduğumu hatırlıyorum ve ardından bir dizi kitabını hafızamın kuyusuna sarkıtıyorum. Sahte Kahramanlar adlı konferansını tam bu sırada okumuştum. Zihnimin menteşeleri perçinlenmişti. Hele 600 sayfalık Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı okuyunca kafamın netleştiğini hatırlıyorum” nostaljisiyle devam eden ve dil altındaki ifrazatını “sorunları olan ama……” diye ortaya döken Mustafa Armağan Üstad’la ilgili henüz tam olarak atamadığı kompleksli ifrazatıDerin Tarih dergisinde bir kez daha ortaya koymuş oluyor.

Bir yıl önce bir sempozyumda yaptığı konuşma metnini redakte ederek “Necip Fazıl’ın tarihle hesaplaşması” başlığıyla yayınladığı yazısında Üstad’ın tarihe dair hükümlerini adeta “fantezi ve zihin konforu” olarak imâ ve itham eden, bazı eserlerinin ise “miadını doldurmuş” ve hükümsüz kalmış olduğunu yazma cür’eti gösteren Armağan’ın yazısını Üstad’la ilgili mürekkep bir ifrazât olarak almak, yâni “ademe mahkûm” edip dikkate almamak gerekiyor. Ancak Üstad’la ilgili yapılan tahrif, tezyif ve tahkirâta sessiz kalmamanın ahlâkî bir vecibe olduğunu da ifade edelim.

16 yaşında Üstad’ı okuyarak kafasının netleştiğini söyleyen Armağan’ın herhalde haricî okumalarının etkisiyle 50’den sonra kafası karışıyor(!)

Üstad’ı “Tarihle hesaplaşan adam” başlığıyla dergiye kapak yapan ancak iç sayfalarda bu başlığı yalanlamaya kalkışmak nasıl bir tezat ve patolojik haldir? Böylesine bir ikiyüzlülüğü yapabilmek için tarih hafiyeciliği bile çok hafif kalır!

Üstad’ın “Ulu Hakan II. Abdülhamîd Han” kitabının önsözündeki “ben sanat ve tefekkür adamı olmak dâvasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil.”  cümlesini Üstad’a saldırılarının “rahatlatıcı” delili bilerek sırıtanlar, hemen sonraki tespitlerini ya görmekden ya da anlayacak idrak ve irfandan yoksunluğun verdiği şehevî hazla O’na saldırmada “haklı bir dayanak” buldukları vehmiyle korolarına devam ediyorlar.

İşte Üstad’ın tarihe dair söz konusu tespitlerinden iki paragraf:

“İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşit çeşit yazılabilir.

Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yuğuran, vâkıaları sağlam bir (sentez) halinde kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.”

Üstad’ın sadece “Ulu Hakan Abdulhamit Han” kitabının önsözünü okuyup anlayabilselerdi, tarihin ciddiyetini ve tarihî hesaplaşmanın gerekliliğini kavrayabilirlerdi. Ve böylece kaba-saba bir tarih marangozluğuna girişmezlerdi! Mâdem marangozluk yapmaya kalkıyorsunuz acemiliğinizi bâri gizleyin ve rafine yontmalar yapın!

Demek ki 1940’lardan bugüne “Büyük Doğu”da yazı yazan-yazmayan (başta Prof. Osman Turan olmak üzere) hiçbir tarihçi Üstad’ın tarihî hükümlerindeki yanlışı(!) göremedi! Ve bu büyük buluş sırasını bekleyen akl-ı evvel tarih-i mâder zât’a armağan edildi!

Şecaatleri sirkatlerinden okunuyor!

Üstad’ın “belgede tahrifatı yakalayışı”ndaki zekâsına,  Spengler’in dogmatizmine benzer özgüvenine, Ulu Hakan II. Abdulhamit Han eserinin tarihe ‘doğmatik bakışı’ndaki çarpıcı örnek olduğuna, tarihle ilgili yazı, konuşma ve kitaplarında sorunlar olduğuna, hatta o kadar ileri giderek “… ölmesi gerekenler ölecek gerçi ama bu tür lekeli bilgiler yüzünden yaşaması gereken damarların da hayatiyetten mahrum olmasına gönlümüz razı olmamalıdır.” diyerek terbiye dışı bir tarih münekkitliğine soyunan Armağan’ın geldiği bu aşamada, geçirdiği evrimlerin yeni bir evresinde olduğuna işaret edelim. Zira ustaca bir kurnazlıkla terk ettiği/çarkettiği Cemaat karasularından sonra yelken açtığı Albayrak Medyası’nda bakalım ne kadar evrilecek?  

Üstad’ın şu cümleleri de sanki kendinden sonra ortaya çıkacak bu tür kalpazanlıklara işaret ediyordu:

 “Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdülhamîd’i konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve bir (sentez) verebilmektedir. Bu dâvayı uydurma (sansasyon) mevzuu haline getirenlere karşılığımız da, kendilerini, her şeyi sahte bir dünyanın kalpazanları olarak tespit etmekten ibarettir.”

Herkesin sindirildiği, kuytularda bile ses çıkaramadığı bir zamanda ilk defa Üstad’ın ortaya koyduğu Dersim Fâciası’na dair “bazı şeylerin üzerine sünger çektiği”ni yazarken Armağan’ın hiç mi yüzü kızarmamıştır? Kızarmamıştır çünkü Üstad’a dair cehliyle böylesine iftihar eden bir tarih marangozluğunun hâlâ müşterisi var demek ki!

Üstad’la ilgili genç nesillerin zihinlerini tağşiş etmeye, karıştırmaya, bulanıklaştırmaya davet eden Mustafa Armağan’ın söz konusu yazısını bir yıl sonra tekrar servis etmesine ve yazısını “Necip Fazıl’ın şanlı süvarisi bu yollardan hangisine bizi götürecektir? Burası meçhulümüzdür” cümlesiyle bitiren Armağan’a sadece şuuraltının kirli ifrâzâtlardan henüz temizlenmediği hükmünü vermekle yetinmek gerekiyor.

Tarihi, özellikle de Osmanlı tarihini geç yaşlarında keşfeden ve bu keşifle çantasına doldurduklarıyla mevsim turuna çıkan bu “müverrih-i mâder zât”a içinde bulunduğu derin tarih kliniğinde, derin vehimlerinden ve hazımsızlığından kurtulması için şifa diliyoruz. Üstad’a karşı bu hasmane tavrın ve maskeli saldırının derinlerdeki sebebi acaba nedir ?

Üstad’ın yıllar önce ortaya koyduğu tarihi tezlerinin doğrulandığı bir zamanda, bu nevzuhur tarihçilerin yaptıkları; denizi bulandıracağım diye bir maşraba lâğım suyu dökmeye yeltenme veya ayağına taş bağlayıp denize atlamaya benziyor.

Son söz: Tarihi ve Üstad’ı oryantalist bir mantıkla ve kaba bir marangoz malzemesi gibi elinize alıp istediğiniz biçimde yontma denemelerini bırakın ve terbiyeli olun!

Rahmetli Münevver Ayaşlı’nın söylediği gibi;

“Evet, Necip Fazıl aşkı ve muhabbeti.. Diğer taraftan nedir bu Necip Fazıl nefreti? Hiç kimse tarafsız kalamıyor. Bu ne kuvvetli bir şahsiyet…”
Hâlâ O’nun tesir sahasında değil miyiz?

Armağan’a bir de eskilerin diliyle seslenelim: İllâ edep, illâ edep, illâ edep!
 
ve-necip-fazil-hazimsizligi-25314h.htm)