Yahya Düzenli
Bağırsaklardaki bakterilerin mevsimi geldiğinde virüse
dönüşmesi veya kurtçukların ağaç gövdesine musallat olup kemirmesi gibi, Mayıs
ayı geldiğinde (bazı istisnaları olmakla birlikte) kimi kurumlar, kuruluşlar,
dergiler, gazeteler Üstad Necip Fazıl’ı “anma”
adına şuuraltlarında birikmiş (gizli husumetlerinden kaynaklanan) ifrâzâtı
saçmaya başlıyorlar. Adeta Mayıs ayı bir yıl boyunca biriktirdikleri safrayı
atma, bir nevi kusma ayları
oluyor.
Böylece Üstad Necip
Fazıl’ın “bir tesirim varsa eğer, ya budalaca coşturuyor ya da kusturuyor!”
hikmeti, vefatından sonra da tecelli zemini buluyor! Üstad’ın “Cehil taarruzu” dediği, suyun ‘bu
yaka’sında pusuya yatmış güruha gene Üstad’ın “en ulvî tecrit ve
manâlandırmalara en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır!” hikmetini
hatırlatmak acaba beyin zarlarını biraz inceltir mi? Ortada henüz böyle bir
emare yok!
1940’lı yıllardan
günümüze kadar bütün nesillerin iman, tarih, dil ve ahlâk şuurlarının
oluşmasında, fikir genlerinde emeği
bulunan Üstad’ı anlatma veya onun başta tarih olmak üzere hayatın her alanına
dair ortaya koyduğu fikirleri konuşmalarında mizah malzemesi yapanlar, kendi
seviyesine indirgeyenler, TV dizilerinde bayağılaştıranlar, siyasî nutuklarında
garnitür yapanlardan tutun da parklara adının verenlere kadar birçok galiz
garabetlerle güya Üstad yâdediliyor! Bremen
mızıkacılarını andıran bu ortak koronun
müşterekliği; her yana bulaşma istidadı gösteren ifrazatı…
Bu nasıl bir ahlâk/sızlık,
nasıl bir vicdan/sızlık veya nasıl bir cinnet halidir?
Her şeyden önce
kendi dünya görüşünün, medeniyet dünyasının fikir ve sanat adamlarına karşı derin bir edep ve terbiye hissi ve tavrı kuşanması gereken “suyun bu
yakası”nda ne yazık ki bu yönde en küçük bir terbiye alâmeti yok! Terbiye
olmayınca da Üstad’ın fikir namusu dediği
fazilet hissi yok!
Üstad Necip Fazıl 77
yıl önce (1 Mayıs 1939) “Ben Buyum” başlıklı
yazısında “… Bu devirde eline kalem almak cesaretini gösteren her insan, yapacağı
en beylik teşbih ve kullanacağı en ucuz nükteyi bile, herkesçe malûm bir dünya
görüşünün ölçülerine dayamak zorundadır.” der. 1952 yılında “matbuat
ağacımızın röntgeni”ne dair (16.5.1952) kaleme aldığı “Biz Neyiz?” başlıklı
yazısında da“millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük
‘entelektüel’ler yerine çeyrek münevverler, günübirlik açıkgözler, basit heves
ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse,
züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta,
eyyamgüderlikte şehinşah rütbesindedirler.” der.
Üstad’ın bu
iki temel tespit ve teşhisinden yola çıkarak söyleyelim ki; kerameti
kendinden menkul olarak kendisini tarihçi nasbeden kimi tarih
marangozlarının röntgenini ele veren ve bugün de tedavülde olan bir
fikir bayağılığı, ucuzculuğu, ikiyüzlülüğü halen bütün şiddetiyle devam
etmektedir.
Gelelim başlığımızda
söz konusu ettiğimiz “Derin Tarih” dergisinin
Mayıs 2016 sayısına..
Ortada hangi moda rüzgârı esiyorsa o rüzgârın
etkisiyle derin-sığ demeden her gördükleri suya yelken açanların en son
açtıkları “tarih yelkeni” böyle bir
tezat ve kaosunu kendi kalemleriyle ortaya koyuyor..
Üstad Necip
Fazıl’ın vefatının 33. yılı vesilesiyle O’nun tarih idrakine dair derin bir istihzâ ve istiskal
tavrını hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan ortaya koyan DERİN TARİH dergisi, mayıs sayısında böyle bir müptezelliğe imza
attı: Dergide iyi niyetli birkaç görüş ile Suat Ak’ın “Anadolu’yu kürsüden fethetti”
başlıklı yazısı hariç, Derin Tarih’in bu sayısı sanki Üstad’ı tahkir için yayınlanmış.
İsmail
Kara’nın (oldum olası Üstad’a o “şaşı bakışı”nı yansıtan) “Tarihi değiştirmek niçin asıl dava olsun” yazısında “tarihi değiştirme ve dönüştürme ve
bütünlükten yoksun, parçalı, katılaşmış tarih anlayışı” olarak gören,
Üstad’ın Osmanlı tarihini dönemlere ayırarak değerlendirmesini de muhtevasına
bakmadan “resmi tarih teziyle ciddi ölçüde yakınlaşan” diye yaftalayan, vs.vs. Üstad’a
ilişkin kasıtlı bir yanlış yönlendirme ve saptırmaları… Ayrıca Irak’lı Prof.
Muhsin Abdulhamit’in “İbn-i Teymiyye
hakkında yanlış fikirlere sahipti” gibi hükümleri ve Üstad’dan yanlış hatırladığı tespitleriyle malûl
bir dergi..
Reytingini artırmak
için Üstad’ın “Er recül-üs sanem:Put
Adam:” isimli Arapça yayınlanan kitabı ve Ruhi Su’nun Üstad’a yazdığı
mektup da dergiye serpiştirilmiş.
Tarihi, ölçüsüzce at
koşturacakları bir serüven, bir avantür olarak ele alırsanız ortaya ancak Derin Tarih Dergisindeki Mustafa
Armağan’ın yazısı türünden değerlendirmeler çıkar. Tesadüfen rastladığı
sıradan, herhangi bir eski yazı metni “mal bulmuş mağribi” edası ve hazzıyla, ‘yeni bir gezegen keşfetmiş’ mucid tavrıyla
dergi ve ekranlarda “bakın tarihte ne
sahtekârlıklar yapılmış” açıkgözlülüğüyle pazarlayan, yetmedi şehir şehir
dolaşan bu nevzuhur tarih marangozlarının tarihin her şeyden önce tarihin fikir namusu taşıması gereken bir
disiplin olduğundan haberleri de yok
gibidir!
Osmanlı ile
çıktığı tarih serüveninde epey yol
alıp “Çanakkale”yi tüketip âni bir keşifle bulduğu “Kûtu’l Amâre” kıtasına doğru hızla
dümen kıran new tarihçi Armağan’a bol
maceralı, sansasyonel bir yolculuk diliyoruz!
“Öteki tarih”
veya “gayr-i resmi tarih” adı altında, eseri oldukları ve şuur altından bir
türlü silemedikleri resmî kodlar ve
statükocu kalıpların dışından seslendiği ve zihinlerini sarstığı, gözlerini
şaşılaştırdığı ve idraklerini dondurduğu bu güruhun
Üstad’ı oryantalistlerin bilinen metoduyla
takdir etme görüntüsü altında tahkir etmelerine biz âşinayız!
Bu yöntem
yüzyıl öncesinde kaldı! Yeni usûl talime çıkmanızı tavsiye ederiz!
Bu tarih
avantürcülerinin
sağlam binanın temelleri etrafında dolaşan mikroozganizmalar gibi Üstad’ın asla
anlamadıkları ve anlayamayacakları tarih
idrakini ve resmi tarihle hesaplaşmalarını
“Necip
Fazıl tarihçi değildi ama tarih hep ana ilgi sahalarından biri oldu. Okuruna
“Nereden geliyoruz?’ sorusunun cevabını en keskin hatlarıyla verdi. Derdi
tarihçilik yapmak değil, Büyük Doğu davasına yaşanmış örneklerden bir fikir
manzumesi çıkarmaktı.” şablonuyla kendince güyâ mahkûm eden Mustafa Armağan’a Üstad’la ilgili yazdığı bütün yazılarını okuduktan sonra
şifâ dilemekten başka yapacak bir şey yok.
Kendi
“sorunlu” ve eklektik zihin yapısının verdiği şaşı bakışla Üstad’ı eleştirmeye
kalkışmak, onuncu sınıf bir oryantalist artığının
marifeti olabilir.
“Necip Fazıl’ın tarihle hesaplaşması” başlıklı
yazısına “Semavi öğretiler hariç hiçbir
kitabın veya yazarının ebediyen geleceğe intikali diye bir hadise beşerî
sınırlar içinde mümkün değildir…” gibi ortaçağ kilise aforizmasını andıran
bir girişle başlayan Armağan, su-i niyyetini baştan açık ediyor.
Kapağına “Tarihle
hesaplaşan adam” başlığıyla Üstad’ın portresini koyan ancak bu müraice girizgâhın
arkasından “Necip Fazıl ve Tarih” başlığıyla
yazdığı sunuş yazısında önce Üstad’dan çocukluğunda nasıl etkilendiğiyle
başlayıp;
“16 yaşındaydım ve çalışıp kazandığım
parayla kitap aldığım en mesut devrindeydim ömrümün. Cinnet
Mustatili’ni bir solukta okuduğumu hatırlıyorum ve ardından bir dizi
kitabını hafızamın kuyusuna sarkıtıyorum. Sahte
Kahramanlar adlı konferansını tam bu sırada okumuştum.
Zihnimin menteşeleri perçinlenmişti. Hele 600 sayfalık Ulu Hakan
Abdülhamid Han’ı okuyunca kafamın netleştiğini hatırlıyorum” nostaljisiyle devam eden ve dil altındaki ifrazatını “sorunları
olan ama……” diye ortaya döken Mustafa
Armağan Üstad’la ilgili henüz tam olarak atamadığı kompleksli ifrazatını Derin
Tarih dergisinde bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
Bir yıl önce bir
sempozyumda yaptığı konuşma metnini redakte ederek “Necip Fazıl’ın tarihle hesaplaşması” başlığıyla yayınladığı yazısında
Üstad’ın tarihe dair hükümlerini adeta “fantezi ve zihin konforu” olarak imâ ve
itham eden, bazı eserlerinin ise “miadını doldurmuş” ve hükümsüz kalmış
olduğunu yazma cür’eti gösteren Armağan’ın
yazısını Üstad’la ilgili mürekkep bir
ifrazât olarak almak, yâni “ademe mahkûm” edip dikkate almamak gerekiyor. Ancak
Üstad’la ilgili yapılan tahrif, tezyif ve tahkirâta sessiz kalmamanın ahlâkî
bir vecibe olduğunu da ifade edelim.
16 yaşında Üstad’ı okuyarak
kafasının netleştiğini söyleyen Armağan’ın herhalde haricî okumalarının
etkisiyle 50’den sonra kafası karışıyor(!)
Üstad’ı “Tarihle
hesaplaşan adam” başlığıyla dergiye
kapak yapan ancak iç sayfalarda bu başlığı yalanlamaya kalkışmak nasıl bir tezat
ve patolojik haldir? Böylesine bir ikiyüzlülüğü yapabilmek için tarih
hafiyeciliği bile çok hafif kalır!
Üstad’ın “Ulu Hakan
II. Abdülhamîd Han” kitabının önsözündeki “ben sanat ve tefekkür adamı olmak
dâvasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil.” cümlesini Üstad’a saldırılarının
“rahatlatıcı” delili bilerek sırıtanlar, hemen sonraki tespitlerini ya görmekden
ya da anlayacak idrak ve irfandan yoksunluğun verdiği şehevî hazla O’na saldırmada “haklı bir dayanak” buldukları vehmiyle
korolarına devam ediyorlar.
İşte Üstad’ın tarihe
dair söz konusu tespitlerinden iki paragraf:
“İrfan
sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise
bu üç görüş şekline göre çeşit çeşit yazılabilir.
Tarihi hikmet
yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya
görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yuğuran, vâkıaları sağlam bir (sentez)
halinde kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece
malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.”
Üstad’ın sadece “Ulu
Hakan Abdulhamit Han” kitabının önsözünü okuyup anlayabilselerdi, tarihin
ciddiyetini ve tarihî hesaplaşmanın gerekliliğini kavrayabilirlerdi. Ve böylece
kaba-saba bir tarih marangozluğuna
girişmezlerdi! Mâdem marangozluk yapmaya kalkıyorsunuz acemiliğinizi bâri
gizleyin ve rafine yontmalar yapın!
Demek ki 1940’lardan
bugüne “Büyük Doğu”da yazı yazan-yazmayan (başta Prof. Osman Turan olmak üzere)
hiçbir tarihçi Üstad’ın tarihî hükümlerindeki yanlışı(!) göremedi! Ve bu büyük
buluş sırasını bekleyen akl-ı evvel tarih-i
mâder zât’a armağan edildi!
Şecaatleri
sirkatlerinden okunuyor!
Üstad’ın “belgede
tahrifatı yakalayışı”ndaki zekâsına,
Spengler’in dogmatizmine benzer özgüvenine, Ulu Hakan II. Abdulhamit Han
eserinin tarihe ‘doğmatik bakışı’ndaki çarpıcı örnek olduğuna, tarihle ilgili
yazı, konuşma ve kitaplarında sorunlar olduğuna, hatta o kadar ileri giderek “… ölmesi gerekenler ölecek gerçi ama bu tür
lekeli bilgiler yüzünden yaşaması
gereken damarların da hayatiyetten mahrum olmasına gönlümüz razı olmamalıdır.”
diyerek terbiye dışı bir tarih
münekkitliğine soyunan Armağan’ın geldiği bu aşamada, geçirdiği evrimlerin
yeni bir evresinde olduğuna işaret edelim. Zira ustaca bir kurnazlıkla terk ettiği/çarkettiği
Cemaat karasularından sonra yelken açtığı Albayrak Medyası’nda bakalım ne kadar
evrilecek?
Üstad’ın şu
cümleleri de sanki kendinden sonra ortaya çıkacak bu tür kalpazanlıklara işaret
ediyordu:
“Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma
uydurmalarla Abdülhamîd’i konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve
bir (sentez) verebilmektedir. Bu dâvayı uydurma (sansasyon) mevzuu haline
getirenlere karşılığımız da, kendilerini, her şeyi sahte bir dünyanın
kalpazanları olarak tespit etmekten ibarettir.”
Herkesin
sindirildiği, kuytularda bile ses çıkaramadığı bir zamanda ilk defa Üstad’ın
ortaya koyduğu Dersim Fâciası’na
dair “bazı şeylerin üzerine sünger
çektiği”ni yazarken Armağan’ın hiç mi yüzü kızarmamıştır? Kızarmamıştır
çünkü Üstad’a dair cehliyle böylesine
iftihar eden bir tarih marangozluğunun hâlâ müşterisi var demek ki!
Üstad’la ilgili genç
nesillerin zihinlerini tağşiş etmeye, karıştırmaya, bulanıklaştırmaya davet
eden Mustafa Armağan’ın söz konusu
yazısını bir yıl sonra tekrar servis
etmesine ve yazısını “Necip Fazıl’ın şanlı süvarisi bu yollardan
hangisine bizi götürecektir? Burası meçhulümüzdür” cümlesiyle bitiren
Armağan’a sadece şuuraltının kirli ifrâzâtlardan
henüz temizlenmediği hükmünü vermekle yetinmek gerekiyor.
Tarihi, özellikle de
Osmanlı tarihini geç yaşlarında keşfeden
ve bu keşifle çantasına
doldurduklarıyla mevsim turuna çıkan bu “müverrih-i
mâder zât”a içinde bulunduğu derin tarih kliniğinde, derin
vehimlerinden ve hazımsızlığından kurtulması için şifa diliyoruz. Üstad’a karşı
bu hasmane tavrın ve maskeli saldırının derinlerdeki sebebi acaba nedir ?
Üstad’ın yıllar önce
ortaya koyduğu tarihi tezlerinin doğrulandığı bir zamanda, bu nevzuhur tarihçilerin yaptıkları; denizi
bulandıracağım diye bir maşraba lâğım suyu dökmeye yeltenme veya ayağına taş
bağlayıp denize atlamaya benziyor.
Son söz: Tarihi ve
Üstad’ı oryantalist bir mantıkla ve
kaba bir marangoz malzemesi gibi
elinize alıp istediğiniz biçimde yontma
denemelerini bırakın ve
terbiyeli olun!
Rahmetli Münevver
Ayaşlı’nın söylediği gibi;
“Evet, Necip Fazıl aşkı ve muhabbeti.. Diğer taraftan
nedir bu Necip Fazıl nefreti? Hiç kimse tarafsız kalamıyor. Bu ne kuvvetli bir
şahsiyet…”
Hâlâ O’nun tesir sahasında değil miyiz?
Armağan’a bir de eskilerin diliyle seslenelim: İllâ edep, illâ edep, illâ edep!
ve-necip-fazil-hazimsizligi- 25314h.htm)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder