4 Mayıs 2016 Çarşamba

“ULÛFE”, “ARPALIKLAR” VE “HAZİNE YEMLİĞİ”NİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ VEYA “DANIŞMANLARA NE DANIŞILIR?”

 Yahya Düzenli

Eskilerin “mâsivâ” olarak nitelendirdikleri zamanın ritimleri öylesine hızlandı ki insanı “aynı yerde kalmak için bile çok hızlı koşmalı” hikmetine eş bir mecburiyete itiyor! Bu hikmetten pay alarak baktığımızda; insanoğlunun yeryüzü macerasında, bir şuuraltı sendromu olarak müptelâsı olduğu ihtiraslar, onu öyle mecralara sürüklüyor ki, artık dönüşü olmayan bir yolda hızla koşmak zorunda kalıyor. Tıpkı bir mahkûmun kendisini hücresinde ‘hür’ hissetmesi gibi… Modern zamanlarda ihtirasların tatmin şekli değişse de muhtevası değişmiyor. Meselâ tarihî devlet koridorumuzda kapıkullarına ‘bahşiş’ olarak tahsis edilen ulûfe ve arpalıkların dayanılmaz cazibesi bu türden bir ihtirasla insanoğluna “var olmak için yok et” şehvetiyle meydan muharebesi verdiriyor
Ulûfe ve arpalıkların tevcihinde esas olan sistemde Kapıkulu; Devlet-i Âliyye’de doğrudan padişaha bağlı, yaya, atlı ve teknik sınıfı oluşturan askerlerden oluşan ocaklara verilen isim olup, vazifeleri katı ve tavizsiz kaidelere bağlanmıştı. Zamanın ihtiyacı olarak “Devşirme” usulüyle Kapıkulu olarak nasbedildikleri için aileleri ve dinleriyle bağlarını koparması, hükümdardan başka kimseye maddî veya hissî bir bağ duymaması gerekiyordu.
“Ulûfe”;  Arapça “alef”in Türkçe karşılığı olan “yulaf”tan halk ağzında türetilmiş olup Osmanlıca’da “yem parası” demektir. Ulûfe’nin ne zaman, ne kadar olduğuna, ulufe verilenlerin kimler olacağına Pâdişah ve Sadâret karar verirdi.
Netaic-ül Vukuat’ta şöyle yazar: “Bu misillû etba’ güruhunun uhdelerinde bulunan ulûfeye ‘kapılı ulufesi’ ve iratçıların ulûfelerine de ‘Otak ulûfesi’ ıtlak olunagelmiştir.” Ulûfe’nin usûl ve erkânı oldukça uzun. Sadece şunu söyleyelim ki; Pâdişah veya Vezir-i Azâm’ın huzurunda “fevkalâde merasim”le ulufe tevzi törenleri icra edilir, “el etek öpülür, el kavuşturulur.” Sonraki devirlerde Kapıkulu ocaklarından “Ulufeciyân” olarak isimlendirilen bu bölüğün “cür’etleri küstahlık mertebesi”ne ulaşmıştı. Ulûfenin teâmül haline geldiği dönemlerde zaman zaman ulûfe dağıtımında yolsuzluklar da yapılmıştır.
“Arpalık”; “belli başlı idare ve saray adamlarına ve bir kısım yüksek rütbeli ilmiye ricaline, vazifelerinde iken maaşlarına ilâveten, vazifelerinden ayrıldıktan sonra ise, tekaüt veya mâzuliyet maaşı kabilinden olarak verilen tahsisat…” olarak tarif edilir.
Bu taifeye “bervech-i arpalık” olarak Rikâb-ı Hümayun ağaları, bölük ağaları, saray erkânı, asâyişi temin edenler, hizmette kusur etmeyenler,  vs. gibi rical dahil olup “cep harçlığı” ve “yem bedeli” olarakarpalık tahsis ve tevcih edilirdi. Gel zaman git zaman arpalık iştahı o hale gelmiş ve iş o kadar ileri gitmişti ki, “oğulları ve kendi mensuplarına da birer kaza tevcih ettirmek için” kıran kırana yarış başlamıştı. Bu yolda yakınlarını kollamak için her türlü tezyif ve tahkir mubah görülür hale gelmişti.   
Öyle ki, hiçbir kapukulu, ulufe ve arpalıkları almamazlık etmez, tam aksine zevk ve şehvetle benimserdi. Tarihî kayıtlara göre sadece Amasya Müftîsi vaktin değerli ulemasından Seyyid İbrahim Efendi “…ben riyazet-keş değilim ki, arpa ekmeği yiyem ve mescidden ayrı yere varmam ki, merkep besliyem, arpa bize lazım olmaz” diyerek Kanunî devri Sadrazamlarından İbrahim Paşa’nın tevcih ettiği arpalığı reddetmiştir.  Sadrazam, “arpalık nâm-ı mücerret bir tabirdir ve illâ murad, huddam ve dervişlerinüz mesarifine sarf için meblâğ tayinidir” dese de Seyyid İbrahim Efendi kabul etmemiştir.
Bugünkü ulûfeciyâna ve arpalık ehline bir ders-i ibret olarak takdim olunur.
Alışkanlıklar değişmiyor… Modern zamanlarda da kapıkullarına ulûfe ve arpalık tevcih olunuyor…
  •  Günümüzde, ulûfeciyan ve arpalık sahiplerinin hiçbir tarihî aidiyet ve mensubiyetleri yoktur! Tâbi olduklarına bağlılıkları ‘yeni bir kapı bulana kadar’dır. Ancak, sürekli akan bir “tarih sebili” gibi kendilerini öylesine pazarlarlar ki, “sahipleri” bile şaşırır kalır!
  •  Han Sofrası”na olan yakınlıklarından dolayıdır ki; kamuya dair bütün muamelelerde “rüçhan hakkı”na sahiptirler!
  •  Günümüzde aydın, sanatçı, edebiyatçı, kültür adamı, bürokrat, vs. Pâdişâh’a “duruşunuz yeter, başka bir şey istemeyüz!” yollu nazireler düzerek ustaca göze girmeyi başarırlar ve verilecek ulûfe ve arpalık için sıraya girerler!
  •  Aslında onlar lejyoner yâni kiralık “paralı savaşçı”lardır! Her halde Hakan, kendisine sâdıkları ancak böyle sıdk ile çalıştırabiliyor ki, ulûfe ve arpalık tayininde cömert davranmaktan kaçınmaz.
  • “İş ortaklığı” ile “suç ortaklığı” sırdaşlıklarının ve ketumiyetlerinin temelini oluşturur.
  • İhtiraslarının nihayeti yoktur. En önemli özellikleri “kifayetsiz muhteris” olmalarıdır. Önce ihlâs ile başladıkları görev-i azîme’ye ihtirasla devam ederler. 

Dânişmend’liğe yâni, “danışmanlık” mesleğine gelince…
Farsça  “dânişmand”dan Türkçeye geçen, bilgi sahibi, âlim anlamına gelen bir kelime. Nasıl ki Arapça müşavir, müşavere edilen demek ise, danışman da danışılan demek.
Hizmet verilene göre mana ve değer ifade eden “danışmanlık” giderek öyle ayağa düşürüldü ki, sokakta “çöp toplama danışmanlığı”ndan “evlilik danışmanlığı”na, “ev temizliği danışmanlığı”ndan “ütü yapma danışmanlığı”na, “uyku danışmanlığı”ndan “ayakkabı ve elbise giyme danışmanlığı”na, “gayrimenkul danışmanlığı”ndan Devletin en üst düzey makamlarına verilen enformasyon hizmetine kadar müptezel hale getirildi.  Artık “danışman” demek neredeyse askerdeki “posta” veya kamu kurumlarındaki “getir-götür” işlerini yürüten “odacı” ile özdeşleştirildi. 
Cumhurbaşkanı danışmanı, Başbakan danışmanı, bakan danışmanı, milletvekili danışmanı, vs. vs. Bu gidişle saçlarındaki teller sayısınca danışmanla yaşamaya mahkûm danışmansız bir ferde rastlayamayacağız galiba. Tıpkı işsiz-mesleksizlerin “ne iş olsa yaparım abi” deyişine eş, danışmanlarımız da on parmağında on marifet “her işte mütebahhir” kahramanlar olarak boy gösteriyorlar! Danışmanların görevleri arasında hizmet verdikleri zât veya makamı ziyarete gelenlere şehri gezdirmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmek, bazen köylüleri park ve hastaneye götürmek, sabah çocukları okula bırakmak ve akşam almak gibi pek ‘mühim’ işleri vardır.
Günümüzün Âl-i Devlet dânişmend’lerinin de en önemli  özelliği,  ulûfe ve arpalık tevcihinde arslan payını almaktır. “Gözde”ler arasına girebilmek için ‘ne gerekiyorsa’ yaparlar hatta, bir akrebin en son kendi kendisini sokması gibi her şeyi göze alırlar.
Bir bu “danışman”ları düşünün, bir de Türklerin Müslüman olduğu erken dönemde yazılan “Kutadgu Bilig”in müellifi Yusuf Has Hacip’e bakın. Tabii görecek göz, farkedecek feraset,  anlayacak idrak varsa… Ve bir de Osmanlı’da IV. Murat’a ve I. İbrahim’e Danışmanlık yapmış Koçi Bey ve “Risalesi”ni..
O Yusuf Has Hacip ki; XI. Yüzyılda Karahanlı Hükümdarı Uluğ Buğra Han’a atfen yazıp takdim ettiği “Kutadgu Bilig” isimli muhteşem eserinde “yiğit altını gördü tabiatı değişti, özü yumuşadı!” diye bir genetik kodlama yaparak bugünü işaret eden engin bir basiret sahibidir…
Der ki Yusuf Has Hacip: “Bilgili hakir oldu, bir tarafa sinip kaldı. Akıllı dilsiz oldu, ağzını açmıyor. Memlekette fena adamlar çoğaldı; halîm insanlar ayak altında kaldı. Fesâd ve fısk yapanlar merd sayıldı! Helâl büsbütün ortadan kalkı, haram çoğaldı. Helalin ancak adı kaldı, onu gören yok. Haram kapışıldı, hâlâ ona doyan yok.  Hani bu harama haram diyen, haramı bırakıp, helal yiyen insan nerede? Hırs ve tamah arttı, kalpler haram ile çok fazla karardı. İyiler kötüye bakarak değiştiler!”
Yusuf Has Hacip, “Öğdülmiş”in diliyle Hakan’a yazdığı her cümlesi muhteşem ve ibretli nasihatlerinde geçmişteki mâruf yöneticilerden bahisle şunu da söyler: “Eğer o vakit bunlar insan idi iseler, bugünkü insanlar nedir?”
Koçi Bey ise…
O Koçi Bey ki; XVII. yüzyılda IV. Murad’ı şöyle ikaz ediyor: “Eğer yeryüzünün düzeltilmesi konusunda tedbir alınmazsa ve bu nazlı memlekete bir düzen verilmezse, ümmet-i Muhammed ‘nefsim nefsim’ diyerek halk büsbütün berbat olur, zira kul taifesi itaatten çıktı. Nasihat ile kul kontrol altına alınmaz ve iltifat ile düzeltilmesi mümkün olmaz. Bu zamanın kulu öyle bir kuldur ki, her ay bütün aylıkları peşin verilse, her birinin bütün ihtiyaçları karşılansa, her biri iltifatlara boğulsa ve bütün âlimler ve şeyhler bir yere toplanıp bunlara öğüt ve nasihat etseler, her birini bin bir öğütle itaat yolu sevk etseler hiç birisinin kulağına girmez, zerre kadar faydası olmaz.”
Devam ediyor Koçi Bey: “Kimini arpalık, kimini ise  mülk olarak verdirip, kendilerinin hiçbir ihtiyaçları kalmadığında her biri kendi adamlarına nice tımar ve zeametler verdirip, kılıç sahibi gazilerin dirliklerini kestirdiler. Hazineyi gereksiz yere harcayıp dünyayı bu şekle koydular. Yine kanaat etmeyip rüşvet kapısını açtılar…  Bir alay ehliyetsiz ve hak etmemiş kişinin leş ile denk görülen rüşvetlerine aldanarak kimine beylik, kimine beylerbeyilik alıverip, gerçek hak sahibi olan bir yığın iş görmüş, emekdar, işe yarar ve cesaretli kullar düşkünlük köşesinde namsız, nişansız kalıp fakirlik ve yokluk içinde ezildiler… Ulûfeli kul çoğalarak dünyayı tuttu… Bunların ünlüleri, vezirlere tabi olup her ne kadar fitne ve bozgunculuk ortaya çıktıysa hepsi bu gibi kimseler yüzünden oldu. “
Şüphe yok ki bugünün danışmanları o günün danışmanları değil… Ne dünün Koçi Bey’i var bugün ne de Pâdişahı…
Tarih, bize bunların var olduğunu, izzet ve itibar gördüklerini bu iki örnekle bildiriyor. Hakan’lara ve sair yöneticilere böyle dânişmendler gerek! Yoksa zihinleri yorgun ve yıpranmış, o nispette de iştah ve ihtirasları kabarmış olanlar değil… Dileriz geleceğin nesilleri bugünün tarihini okurken yollarını şaşırmasın ve beddua etmesin!
Söze burada üç asır ara vererek, XVII. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına gelelim ve bir de erken cumhuriyetin devlet erkânından Kılıç Ali’yi dinleyelim.  Yakın tarihimizin İstiklâl Mahkemeleri’yle meşhur üç Ali’sinden en şedidi olan Kılıç Ali, “Atatürk’ün Hususiyetleri” isimli hâtıralarında yaşadığı ve şahit olduğu olayları anlatır. Bu hatırâtında dönemin mahfillerinde yaşanan ama bir anlamda günümüzün devlet aygıtının işleyişi ve yöneticilerinin nasıl “mutlak metbû” hale getirildiğine dair önemli ipuçları veriyor.
Söz konusu bir hadiseyi Kılıç Ali’den okuyoruz:
“Bir gün toplanmış olan ve benim de dâhil bulunduğum bir fırka divanında, İmalât-ı Harbiye fabrikasında yapılan kadro tanzimi dolayısiyle açıkta bırakılan amelelerin vaziyeti müzakere mevzuu olurken İsmet Paşa’nın, ameleyi himaye eden Recep Peker merhuma kızarak:
“Hakimiyet-i milliye, efkâr-ı umumiye sözleri bir lâfz-ı muraddan ve bir takım süslü kelimelerden ibarettir. Böyle bir şey yoktur. Bütün dünyada cârî ve mukadder olduğu gibi mesele, okur-yazar denilen ekalliyetin, okuması-yazması olmayan ekseriyeti idare etmesidir. Ekalliyet denilen okur-yazarların da başlarına MENFAAT YULARINI GEÇİRİP HAZİNE YEMLİĞİNE BAĞLADIN MI, BÜTÜN İDARE YOLUNA GİRER VE MUNTAZAM İŞLER!”
Herhalde erken Cumhuriyet döneminde bütün idare bu şekilde yoluna girmiş ve muntazam işlemiştir. Peki ya şimdi?
Ulûfe, Arpalık ve "Hazine Yemliği"nin dayanılmaz çekiciliği karşısında Şeyh Sadi-i Şirazî’nin şu hikmetli ikazı kime ne söyler:
“Kendi ekmeğini yiyerek yaşamak, altın kemer takıp el pençe divan durmaktan yeğdir.”
Yazımızı Üstad Necip Fazıl’ın Şekspir’in “Hamlet”inden aktardığı şu ibretli diyalogla bitirelim:
“Prens eliyle bulutları gösterip şöyle der:

-Polonyüs, şu bulut neye benziyor?
-Deveye benziyor efendimiz!
-Bana kalırsa kıpkırmızı bir gelincik çiçeğine benziyor!
-Evet, evet efendimiz, tıpkı bir gelincik!

Bu cevaplar üzerine Prens Polonyüs’e döner ve şöyle haykırır:
 
- Ey şahsiyet sen nerdesin? “

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder