Yahya Düzenli
Eskilerin
“mâsivâ” olarak nitelendirdikleri zamanın ritimleri öylesine
hızlandı ki insanı “aynı yerde kalmak için bile çok hızlı koşmalı” hikmetine
eş bir mecburiyete itiyor! Bu hikmetten pay alarak baktığımızda; insanoğlunun
yeryüzü macerasında, bir şuuraltı sendromu olarak müptelâsı olduğu ihtiraslar,
onu öyle mecralara sürüklüyor ki, artık dönüşü olmayan bir yolda hızla koşmak
zorunda kalıyor. Tıpkı bir mahkûmun kendisini hücresinde ‘hür’ hissetmesi gibi…
Modern zamanlarda ihtirasların tatmin şekli değişse de muhtevası değişmiyor.
Meselâ tarihî devlet koridorumuzda kapıkullarına ‘bahşiş’ olarak
tahsis edilen ulûfe ve arpalıkların dayanılmaz
cazibesi bu türden bir ihtirasla insanoğluna “var olmak için yok et” şehvetiyle
meydan muharebesi verdiriyor
Ulûfe ve
arpalıkların tevcihinde esas olan sistemde Kapıkulu; Devlet-i
Âliyye’de doğrudan padişaha bağlı, yaya, atlı ve teknik sınıfı oluşturan
askerlerden oluşan ocaklara verilen isim olup, vazifeleri katı ve tavizsiz
kaidelere bağlanmıştı. Zamanın ihtiyacı olarak “Devşirme” usulüyle Kapıkulu
olarak nasbedildikleri için aileleri ve dinleriyle bağlarını koparması,
hükümdardan başka kimseye maddî veya hissî bir bağ duymaması gerekiyordu.
“Ulûfe”; Arapça “alef”in Türkçe karşılığı olan
“yulaf”tan halk ağzında türetilmiş olup Osmanlıca’da “yem parası” demektir.
Ulûfe’nin ne zaman, ne kadar olduğuna, ulufe verilenlerin kimler olacağına
Pâdişah ve Sadâret karar verirdi.
Netaic-ül
Vukuat’ta şöyle yazar: “Bu misillû etba’ güruhunun uhdelerinde bulunan
ulûfeye ‘kapılı ulufesi’ ve iratçıların ulûfelerine de ‘Otak ulûfesi’ ıtlak
olunagelmiştir.” Ulûfe’nin usûl ve erkânı oldukça uzun. Sadece şunu
söyleyelim ki; Pâdişah veya Vezir-i Azâm’ın huzurunda “fevkalâde merasim”le
ulufe tevzi törenleri icra edilir, “el etek öpülür, el kavuşturulur.” Sonraki
devirlerde Kapıkulu ocaklarından “Ulufeciyân” olarak isimlendirilen bu bölüğün “cür’etleri
küstahlık mertebesi”ne ulaşmıştı. Ulûfenin teâmül haline geldiği dönemlerde
zaman zaman ulûfe dağıtımında yolsuzluklar da yapılmıştır.
“Arpalık”; “belli başlı idare ve saray adamlarına
ve bir kısım yüksek rütbeli ilmiye ricaline, vazifelerinde iken maaşlarına
ilâveten, vazifelerinden ayrıldıktan sonra ise, tekaüt veya mâzuliyet maaşı
kabilinden olarak verilen tahsisat…” olarak tarif edilir.
Bu
taifeye “bervech-i arpalık” olarak Rikâb-ı Hümayun ağaları, bölük
ağaları, saray erkânı, asâyişi temin edenler, hizmette kusur etmeyenler,
vs. gibi rical dahil olup “cep harçlığı” ve “yem
bedeli” olarakarpalık tahsis ve tevcih edilirdi. Gel zaman
git zaman arpalık iştahı o hale gelmiş ve iş o kadar ileri gitmişti ki, “oğulları
ve kendi mensuplarına da birer kaza tevcih ettirmek için” kıran kırana
yarış başlamıştı. Bu yolda yakınlarını kollamak için her türlü tezyif ve tahkir
mubah görülür hale gelmişti.
Öyle ki,
hiçbir kapukulu, ulufe ve arpalıkları almamazlık etmez, tam
aksine zevk ve şehvetle benimserdi. Tarihî kayıtlara göre sadece Amasya Müftîsi
vaktin değerli ulemasından Seyyid İbrahim Efendi “…ben
riyazet-keş değilim ki, arpa ekmeği yiyem ve mescidden ayrı yere varmam ki,
merkep besliyem, arpa bize lazım olmaz” diyerek Kanunî devri
Sadrazamlarından İbrahim Paşa’nın tevcih ettiği arpalığı reddetmiştir.
Sadrazam, “arpalık nâm-ı mücerret bir tabirdir ve illâ murad, huddam ve
dervişlerinüz mesarifine sarf için meblâğ tayinidir” dese de Seyyid
İbrahim Efendi kabul etmemiştir.
Bugünkü
ulûfeciyâna ve arpalık ehline bir ders-i ibret olarak takdim olunur.
Alışkanlıklar
değişmiyor… Modern zamanlarda da kapıkullarına ulûfe ve arpalık tevcih
olunuyor…
- Günümüzde, ulûfeciyan ve arpalık sahiplerinin hiçbir tarihî aidiyet ve mensubiyetleri yoktur! Tâbi olduklarına bağlılıkları ‘yeni bir kapı bulana kadar’dır. Ancak, sürekli akan bir “tarih sebili” gibi kendilerini öylesine pazarlarlar ki, “sahipleri” bile şaşırır kalır!
- Han Sofrası”na olan yakınlıklarından dolayıdır ki; kamuya dair bütün muamelelerde “rüçhan hakkı”na sahiptirler!
- Günümüzde aydın, sanatçı, edebiyatçı, kültür adamı, bürokrat, vs. Pâdişâh’a “duruşunuz yeter, başka bir şey istemeyüz!” yollu nazireler düzerek ustaca göze girmeyi başarırlar ve verilecek ulûfe ve arpalık için sıraya girerler!
- Aslında onlar lejyoner yâni kiralık “paralı savaşçı”lardır! Her halde Hakan, kendisine sâdıkları ancak böyle sıdk ile çalıştırabiliyor ki, ulûfe ve arpalık tayininde cömert davranmaktan kaçınmaz.
- “İş ortaklığı” ile “suç ortaklığı” sırdaşlıklarının ve ketumiyetlerinin temelini oluşturur.
- İhtiraslarının nihayeti yoktur. En önemli özellikleri “kifayetsiz muhteris” olmalarıdır. Önce ihlâs ile başladıkları görev-i azîme’ye ihtirasla devam ederler.
Dânişmend’liğe
yâni, “danışmanlık” mesleğine gelince…
Farsça “dânişmand”dan
Türkçeye geçen, bilgi sahibi, âlim anlamına gelen bir kelime. Nasıl ki Arapça
müşavir, müşavere edilen demek ise, danışman da danışılan demek.
Hizmet
verilene göre mana ve değer ifade eden “danışmanlık” giderek öyle ayağa
düşürüldü ki, sokakta “çöp toplama danışmanlığı”ndan “evlilik danışmanlığı”na,
“ev temizliği danışmanlığı”ndan “ütü yapma danışmanlığı”na, “uyku
danışmanlığı”ndan “ayakkabı ve elbise giyme danışmanlığı”na, “gayrimenkul
danışmanlığı”ndan Devletin en üst düzey makamlarına verilen enformasyon
hizmetine kadar müptezel hale getirildi. Artık “danışman” demek neredeyse
askerdeki “posta” veya kamu kurumlarındaki “getir-götür” işlerini yürüten
“odacı” ile özdeşleştirildi.
Cumhurbaşkanı
danışmanı, Başbakan danışmanı, bakan danışmanı, milletvekili danışmanı, vs. vs.
Bu gidişle saçlarındaki teller sayısınca danışmanla yaşamaya mahkûm danışmansız
bir ferde rastlayamayacağız galiba. Tıpkı işsiz-mesleksizlerin “ne iş
olsa yaparım abi” deyişine eş, danışmanlarımız da on parmağında on
marifet “her işte mütebahhir” kahramanlar olarak boy
gösteriyorlar! Danışmanların görevleri arasında hizmet verdikleri zât veya
makamı ziyarete gelenlere şehri gezdirmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmek,
bazen köylüleri park ve hastaneye götürmek, sabah çocukları okula bırakmak ve
akşam almak gibi pek ‘mühim’ işleri vardır.
Günümüzün
Âl-i Devlet dânişmend’lerinin de en önemli özelliği, ulûfe ve arpalık tevcihinde arslan
payını almaktır. “Gözde”ler arasına girebilmek için ‘ne gerekiyorsa’
yaparlar hatta, bir akrebin en son kendi kendisini sokması gibi her şeyi göze
alırlar.
Bir bu
“danışman”ları düşünün, bir de Türklerin Müslüman olduğu erken dönemde yazılan
“Kutadgu Bilig”in müellifi Yusuf Has
Hacip’e bakın. Tabii görecek göz, farkedecek feraset, anlayacak idrak
varsa… Ve bir de Osmanlı’da IV. Murat’a ve I. İbrahim’e Danışmanlık yapmış Koçi Bey ve “Risalesi”ni..
O Yusuf
Has Hacip ki; XI. Yüzyılda Karahanlı Hükümdarı Uluğ Buğra Han’a atfen yazıp
takdim ettiği “Kutadgu Bilig” isimli muhteşem eserinde “yiğit altını
gördü tabiatı değişti, özü yumuşadı!” diye bir genetik kodlama yaparak
bugünü işaret eden engin bir basiret sahibidir…
Der ki
Yusuf Has Hacip: “Bilgili hakir oldu, bir tarafa sinip kaldı. Akıllı
dilsiz oldu, ağzını açmıyor. Memlekette fena adamlar çoğaldı; halîm insanlar
ayak altında kaldı. Fesâd ve fısk yapanlar merd sayıldı! Helâl
büsbütün ortadan kalkı, haram çoğaldı. Helalin ancak adı kaldı, onu gören yok.
Haram kapışıldı, hâlâ ona doyan yok. Hani bu harama haram diyen, haramı
bırakıp, helal yiyen insan nerede? Hırs
ve tamah arttı, kalpler haram ile çok fazla karardı. İyiler kötüye bakarak
değiştiler!”
Yusuf Has
Hacip, “Öğdülmiş”in diliyle Hakan’a yazdığı her cümlesi muhteşem ve ibretli
nasihatlerinde geçmişteki mâruf yöneticilerden bahisle şunu da söyler: “Eğer
o vakit bunlar insan idi iseler, bugünkü insanlar nedir?”
Koçi Bey
ise…
O Koçi
Bey ki; XVII. yüzyılda IV. Murad’ı şöyle ikaz ediyor: “Eğer yeryüzünün
düzeltilmesi konusunda tedbir alınmazsa ve bu nazlı memlekete bir düzen
verilmezse, ümmet-i Muhammed ‘nefsim nefsim’ diyerek halk büsbütün berbat olur,
zira kul taifesi itaatten çıktı. Nasihat
ile kul kontrol altına alınmaz ve iltifat ile düzeltilmesi mümkün olmaz. Bu
zamanın kulu öyle bir kuldur ki, her ay bütün aylıkları peşin verilse, her
birinin bütün ihtiyaçları karşılansa, her biri iltifatlara boğulsa ve bütün
âlimler ve şeyhler bir yere toplanıp bunlara öğüt ve nasihat etseler, her
birini bin bir öğütle itaat yolu sevk etseler hiç birisinin kulağına girmez,
zerre kadar faydası olmaz.”
Devam
ediyor Koçi Bey: “Kimini arpalık, kimini ise mülk olarak
verdirip, kendilerinin hiçbir ihtiyaçları kalmadığında her biri kendi
adamlarına nice tımar ve zeametler verdirip, kılıç sahibi gazilerin
dirliklerini kestirdiler. Hazineyi gereksiz yere harcayıp dünyayı bu şekle
koydular. Yine kanaat etmeyip rüşvet kapısını açtılar… Bir alay
ehliyetsiz ve hak etmemiş kişinin leş ile denk görülen rüşvetlerine aldanarak
kimine beylik, kimine beylerbeyilik alıverip, gerçek hak sahibi olan bir yığın
iş görmüş, emekdar, işe yarar ve cesaretli kullar düşkünlük köşesinde namsız,
nişansız kalıp fakirlik ve yokluk içinde ezildiler… Ulûfeli kul çoğalarak
dünyayı tuttu… Bunların ünlüleri, vezirlere tabi olup her ne kadar fitne ve
bozgunculuk ortaya çıktıysa hepsi bu gibi kimseler yüzünden oldu. “
Şüphe yok
ki bugünün danışmanları o günün danışmanları değil… Ne dünün Koçi Bey’i var
bugün ne de Pâdişahı…
Tarih,
bize bunların var olduğunu, izzet ve itibar gördüklerini bu iki örnekle
bildiriyor. Hakan’lara ve sair yöneticilere böyle dânişmendler gerek!
Yoksa zihinleri yorgun ve yıpranmış, o nispette de iştah ve ihtirasları
kabarmış olanlar değil… Dileriz geleceğin nesilleri bugünün tarihini okurken yollarını
şaşırmasın ve beddua etmesin!
Söze
burada üç asır ara vererek, XVII. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına gelelim ve
bir de erken cumhuriyetin devlet erkânından Kılıç Ali’yi dinleyelim.
Yakın tarihimizin İstiklâl Mahkemeleri’yle meşhur üç Ali’sinden en şedidi olan
Kılıç Ali, “Atatürk’ün Hususiyetleri” isimli hâtıralarında
yaşadığı ve şahit olduğu olayları anlatır. Bu hatırâtında dönemin mahfillerinde
yaşanan ama bir anlamda günümüzün devlet aygıtının işleyişi ve yöneticilerinin
nasıl “mutlak metbû” hale getirildiğine dair önemli ipuçları veriyor.
Söz
konusu bir hadiseyi Kılıç Ali’den okuyoruz:
“Bir gün
toplanmış olan ve benim de dâhil bulunduğum bir fırka divanında, İmalât-ı
Harbiye fabrikasında yapılan kadro tanzimi dolayısiyle açıkta bırakılan
amelelerin vaziyeti müzakere mevzuu olurken İsmet Paşa’nın, ameleyi himaye eden
Recep Peker merhuma kızarak:
“Hakimiyet-i
milliye, efkâr-ı umumiye sözleri bir lâfz-ı muraddan ve bir takım süslü
kelimelerden ibarettir. Böyle bir şey yoktur. Bütün dünyada cârî ve mukadder
olduğu gibi mesele, okur-yazar denilen ekalliyetin, okuması-yazması olmayan
ekseriyeti idare etmesidir. Ekalliyet denilen okur-yazarların da başlarına
MENFAAT YULARINI GEÇİRİP HAZİNE YEMLİĞİNE BAĞLADIN MI, BÜTÜN İDARE YOLUNA GİRER
VE MUNTAZAM İŞLER!”
Herhalde
erken Cumhuriyet döneminde bütün idare bu şekilde yoluna girmiş ve muntazam
işlemiştir. Peki ya şimdi?
Ulûfe,
Arpalık ve "Hazine Yemliği"nin dayanılmaz çekiciliği karşısında Şeyh
Sadi-i Şirazî’nin şu hikmetli ikazı kime ne söyler:
“Kendi ekmeğini
yiyerek yaşamak, altın kemer takıp el pençe divan durmaktan yeğdir.”
Yazımızı
Üstad Necip Fazıl’ın Şekspir’in “Hamlet”inden aktardığı şu ibretli diyalogla
bitirelim:
“Prens eliyle bulutları
gösterip şöyle der:
-Polonyüs, şu bulut neye benziyor?
-Deveye benziyor efendimiz!
-Bana kalırsa kıpkırmızı bir gelincik çiçeğine benziyor!
-Evet, evet efendimiz, tıpkı bir gelincik!
Bu cevaplar üzerine Prens Polonyüs’e döner ve şöyle haykırır:
-Polonyüs, şu bulut neye benziyor?
-Deveye benziyor efendimiz!
-Bana kalırsa kıpkırmızı bir gelincik çiçeğine benziyor!
-Evet, evet efendimiz, tıpkı bir gelincik!
Bu cevaplar üzerine Prens Polonyüs’e döner ve şöyle haykırır:
- Ey şahsiyet sen nerdesin?
“
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder