duzenliyahya@gmail.com
Eskilerin
“cehl-i mürekkep” dediği türden bir faciayla karşı karşıyayız!
Üstad Necip Fazıl, 76
yıl önce yazdığı “Maarif Vekâleti” başlıklı,
adeta bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı’nın da fotoğrafını içerisine alan
yazısında şunları söyler: “Maarif
Vekâleti, Türkiye Cumhuriyetinin her çevreye korkuluklarını diktiği günden
beri, kargaların üşüşmekten asla çekinmediği biricik korkuluktur. Sanki bu
hedef, kabadayılık zevkini tatmin etmek isteyenlere serbest bırakılmış tek
cephe… Süvarilerin, üstünde kılıç talimi yaptığı samandan insanlar gibi bir
şey!... Vur, kes; vur, kes; ne o ses çıkarır, ne de hükümet!”.
Üstad’ın bu
tespitinden yola çıkarak söyleyelim ki; 14 yıllık tek parti iktidarıyla
“siyasî istikrar”ı sağlayan ancak kültür, eğitim ve şehircilik’te bırakın
istikrarı, mevcudu bile “istihlâk” eden, nesillere istikamet tayin edici hiçbir
fikrî yön gösteremeyen Milli Eğitim Bakanlığı bu 14 yılda her biri farklı
meslek ve meşreplere mensup ve ortalama 3 yıla tekabül eden 5 bakan
değiştirmiş, eğitimde bakan istikrarını bile sağlayamamıştır. Eğitim
Sistemimiz, Tanzimatla yola çıktığı okyanusta Cumhuriyetle birlikte keskin bir
rota değişikliği yapmış ve 93 yılda nesilleri köksüzlük, kimliksizlik
ve şahsiyetsizlik çukuruna sürüklemiş, mahkûm etmiştir.
Bu amaçla oluşturulan Köy
Enstitüleri öncelikli ve önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Özellikle
CHP iktidarının Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in 1940’da rejim militanı öğretmen yetiştirmek ve
köylerden başlayarak nesilleri ifsat etmek üzere ihdas edip programladığı Köy
Enstitüleri, faaliyette olduğu 1954 yılına kadar, yani 14 yıl boyunca öyle
bir misyon icra etmiştir ki, bugün bile izleri hâlâ yok olmamıştır.
Birkaç nesil “eğitim” adı altında kök kurutucu bir misyonla imha
edilmiştir. Öyle ki, o yıllarda bir Lise
Müdürünün Üstad Necip Fazıl’a söylediği “Maarifimizin
başına Kruşçef getirilseydi bundan daha fazla karıştırıp bozamazdı!”
sözü, bu misyonun özetiydi.
O Köy Enstitüleri ki,
Üstad’ın “Bir devrin veba veya kolerası gibi gelip geçmiş, fakat ruhlardaki
ukdesini olduğu gibi muhafaza etmiş olan bu facia” diyerek
haklarında hükmünü vermiştir.
Esefle görüyoruz ki,
bugünün Milli Eğitim Bakanlığı’nın resmî internet sayfasında bu kök kurutucu
Köy Enstitülerine methiye düzülmektedir:
“Nitekim daha
başlangıç noktasında kalan bu eğitim modelinin başarısı, 1946'ya kadar
köylerdeki öğretmen açığını kapatan 16.400 kadın ve erkek öğretmen ile 7300
sağlık memuru ve 8756 eğitmen yetiştirmiş olmasıdır. Mezunlar arasında Mehmet
Başaran (doğ. 1926), Talip Apaydın (doğ. 1926), Fakir Baykurt (doğ. 1929) ve
Mahmut Makal (doğ. 1933) gibi yazarlar da bulunmaktadır. Şiir, hikâye ve
romanlarında köy sorunlarını işleyen bu yazarlar, sosyal, kültürel ve siyasal
etkinlikler de göstererek köy insanının dünyası için bilinç yaratmışlardır.
"Köy Enstitüleri sisteminin eğitimimize en büyük katkısı, o güne kadar
yalnızca eğitim kitaplarında görülen, fakat geleneksel eğitimin etkisiyle,
okula ve sınıflara giremeyen eğitim ilke ve yöntemlerini, doğanın içinde hayata
geçirmek olmuştur. Bunların somut birer örneğini vermiştir. Buralarda binlerce
öğretmen adayı, bunları bizzat yaşayarak öğrenmişler ve gittikleri okullara da
bunları taşımışlardır." Yücel'in başarısı, bu projeyi Büyük Millet
Meclisi'ndeki şiddetli eleştirilere karşın gerçekleştirmiş olmasıdır.
(
http://www.meb.gov.tr/meb/hasanali/egitimekatkilari/koy_enstitu.htm)
Bu paragraflar Milli
Eğitim Bakanına, nâm-ı diğer Nâbi Hoca’ya ithaf olunur!
Eski Bakan Ömer Dinçer’den
görevi devralırken yaptığı konuşmasına “Bize ve bizden önceki nesile doğunun
ve batının prensiplerini, büyüklerini tanıtan Hasan Ali Yücel`e” teşekkürle başlayan Nabi Avcı, bakan olarak ilk
röportajını verdiği gazetecinin “Milli
Eğitim Bakanlığı tarihinde akla ilk gelen isim Hasan Ali Yücel. Sanırım hemen
herkes böyle düşünür ama kamuoyunun önünde, devir teslim töreninde dile getiren
ilk siz oldunuz sanırım… Hasan Ali Yücel’i farklı kılan, sadece öğrencileri
değil tüm topluma katkı sağlayan icraatı doğu-batı klasiklerini Türkçeye
kazandırması idi. Sizin böyle projeleriniz var mı ?” sorusuna da şu cevabı
veriyor:
“Hasan Ali Yücel, doğunun ve batının
klasiklerinin dilimize aktarımı projesinin mimarı. Hakikaten onu çok rahmetle yâd ediyorum.”
Nabi Avcı, birkaç
neslin iman, ahlâk, tarih, dil, vs. şuurunu yok eden Köy Enstitülerinin mucidi
Hasan Ali Yücel’i “rahmetle yâd ediyor!” Bu, rahmetle yâd edişin nasıl
bir itikadî sonuç doğurduğunun, fecaatinin tafsilatına girmiyor, sadece faciaya
işaret ediyoruz.
Şu gerçeğin altını
çizmek gerekiyor: Türk Milli Eğitim tarihinin en köklü, en radikal reformunu
Hasan Âli Yücel gerçekleştirmiştir. Devrimlerin yerleşmesi adına büyük
devrimci/reformcudur. O’nun gerçekleştirdiği reformlar çapında bir reformu
ortaya koyamayan son Milli Eğitim Bakanı’nın şuuraltındaki hayranlığının sebebi
ne olabilir?
Eğitim dünyasına tarih, medeniyet, irfan,
kültür-sanat, dil, vs. olarak hangi eserleri sundunuz?
Bir yandan Hasan Ali
Yücel’e yaptığı yayınlardan ötürü övgüler düzerken, diğer tarafta eserlerini
çürütmekle nasıl bir tezât yaşadığınızı düşündünüz mü?
Bu başarınızla
öğünebilirsiniz Sayın Bakan!
Bütün siyasîler gibi
Milli Eğitim Bakanları da risk alabildiği ölçüde, geleceğe dair doğru
tahminler yapabilip karar verebildiği sürece bir değer ifade
ederler. Aksi halde “ne şiş yansın ne
kebap” veya “böyle gelmiş böyle
gitsin” eyyamcılığıyla gününü gün etmekle kalırlar.
İlginç bir tesadüftür
ki, Köy Enstitüleriyle aynı süreye tekabül eden 14 yıllık Ak Parti iktidarı
döneminde, milli eğitim politika ve uygulamalarında, geleceğin nesillerinin
yetiştirilmesine ilişkin ne bir müfredat değişikliği ne de radikal bir tedbir
görebildik. Göremiyoruz. Sadece 28 Şubat ceberrutluğunun ıslahına dair birkaç
ürkek adım… Sanki ısrarla ve bilinçli bir şekilde nesiller kavrulmak isteniyor…
İmam Hatip’ler ve Osmanlıca gibi icraatlarla da içi doldurulamamış, “suyun bu
tarafı”nın elektriğini topraklamaya mahsus gibi görünüyor… Savaş liyakat ve kabiliyetiyle değil de
kışlalarıyla öğünen bir ordunun hamasetine benzer bir şey..
Ak Parti döneminin
Milli Eğitim Bakanları, özellikle de mevcut bakan, “suyun bu yakası”nın bazı etkinliklerinde yaptığı konuşmalarda
zevahiri kurtarma türünden veya “ben de sizin havzanızdanım” anlamına
gelebilecek söylevler irâd etse de, bu krematik tadın ötesinde üretken bir
mutfak endişesi bulunmuyor.
Gene “Öz şiir”, “Toplumcu Şiir” gibi kategorilerle bir
sürü sol-ateist militan yazar, romancı, hikâyeci, şair, “edebiyatçı
naspedilerek” müfredata demirbaş olarak sokuluyor. Böylece Başta Nazım
Hikmet olmak üzere, Aziz Nesin, Yaşar Nabi, Orhan Kemal, Oktay Rıfat, Haldun
Taner, Enver Gökçe, Mehmet Kemal, Süreyya Berfe, Refik Durbaş, A.Kadir, Yusuf
Atılgan, Füruzan, Ataol Behramoğlu,
Haydar Ergülen, Nihat Behram, Dursun Akçam, Faik Baysal, Turgut Özakman, Abbas Sayar ve daha birçok isimleri
çocuklarımız ezberlemek zorunda kalıyorlar. İşin bir diğer ilginç tarafı bu
yazarların günümüzün sol örgüt
militanlarının muhteva ve heyecanlarını besleyenler olması! Bu korkunç
seyyiât Ak Parti’ye ve O’nun Milli Eğitim Bakanı ve Bakanlığı’na yeter de artar
bile!!!
İşte körpe dimağlara şiirleri örnek gösterilen Ataol
Behramoğlu’ndan bir şiir (!):
“Akşam üstü
bir kahvede. Bira içtim birkaç bardak.
Gazeteden
yoruldukça. Gelip geçene bakarak.…..
Kocakarı
içkisini. Bitirmiş olmalıydı ki.
Çıkıp gitti
torunuyla. Biri bir kahve söyledi.
Yazıklar olsun! Yuh olsun! Türk Dil Kurumu bile
dilimizi ifsatta bu kadar ileri gidememişti!
Bunlar sadece Orta Öğretim 12. Sınıf Türk Edebiyatı
kitabından birkaç kesit. Diğer ders kitaplarında hangi fecaatler var,
bakmadığım için bilemiyorum…
Erdoğan konuşmasına devamla; "Bir
yönüne vurgu yapmak arzusundayım; Çok sayıda eser bıraktı, şiirleri yazıları
var hikâyeleri var, çok sayıda tavsiyesi öğüdü var. Ama o bize her devrin genç
nesillerine o eserlerinden çok daha değerli bir eser bıraktı. Duruşu, tavrı,
edası, özgüveni, davasına olan sadakati, davası uğruna kalemine mürekkep yerine
ciğerinden kan çekerek ortaya koyduğu çilesi, kendi başına en büyük eserdi.
Herkesin sustuğu susturulduğu bir ortamda Necip Fazıl cesaretle
konuşuyordu. Herkesin kalemini kiraladığı bir ortamda, bu dönemde de var ya, Necip Fazıl kalemini
titretiyordu, hatta canını ortaya koyabiliyordu. Herkesin korkutulduğu
sindirildiği bir dönemde o dimdik duruyor ulaşabildiği herkesle gururla ayağa
kalkmaya çalışıyordu."
cümlelerini kullandı.
Şimdi Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’ya soralım:
R. Tayyip Erdoğan’ın bu önemli, doğru ve isabetli cümlelerinin gereğine ilişkin neler
yaptınız? Bu konuşma, sadece “konjonktür
gereği” yapılmış bir konuşma mıdır? Yoksa Milli Eğitim Bakanlığı’nın
üzerine yüklenmesi gereken bu muhteva bir mükellefiyet ifade etmiyor mu? Veya
“beni ilgilendirmiyor” deyip, üzerinize alınmadınız mı?
Hiçbir şey!
Milli Eğitim Bakanı Avcı, eğer bu sözleri “sekerât hali”nde
söylememişse, Üstad Necip Fazıl’a karşı itirafını gerçekliğe dönüştürmesi için
Üstad’ın Maarif Meselemiz, Yeni Türk Maarifi, vs. başlıklı ve konulu
eserlerinin bütününe yayılan eğitimle ilgili köklü esas ve usûl ihtiva eden
fikirlerine müracaat etmiş midir? Böyle bir ihtiyaç hissetmekte midir? Aksi
halde söyledikleri bir “dudak
tiryakiliği” nden öteye geçmeyecektir ve geçmemektedir.
Rahmetli Cevat Ülger’in nasıl bir fikir adamı, ârif ve
münevver olduğunu bilenlerdeniz. Nabi Avcı böylesine mütebahhir bir Hoca’dan
ders aldığını ve bakış açısı kazandığını söylüyor. Ancak kendisine sormak
istiyoruz: Siz başında bulunduğunuz Bakanlık, bu çapta irfan sahibi, “ne
okudun değil, kimden okudun” sorusuna cevap olacak öğretmenlere sahip
midir? Böyle öğretmenler yetiştirme konusunda bir teşebbüsü var mıdır? Korkarız
ki; rahmetli Cevat Ülger, Sayın Bakana bakış açısı kazandırmış ama Nabi Hoca
yanlış yere bakmaya devam ediyor.
Demek ki “âlem
yine ol âlem, devrân yine ol devrân…”
Hayatı kitaplar
içerisinde geçen, Guenon’dan “Modern Dünyanın Bunalımı”nı, Martin Lings’ten
“Antik İnançlar ve Modern Hurafeler”i tercüme eden Milli Eğitim Bakanımız, (tek
parti iktidarının imkan ve kudretine rağmen) ne yazık ki risk alıp başında
bulunduğu bakanlığı bunalımdan ve modern
hurafelerden bugüne kadar kurtaramadı,
temizleyemedi.
Tekrar edelim: O
rahmetle andığı Hasan Âli Yücel’in 1941 yılında yayınlamaya başlanan, birçoğu
muhteşem eser olan Doğu-Batı Klasiklerinin yok
edilmesi Ak Parti’nin Milli Eğitim Bakanlığı’na nasip oldu. “Enformatik Cehalet”iyle meşhur bilge siluetli mevcut Milli Eğitim Bakanı
Nabi Avcı, milli eğitimdeki
birçok facia gibi bu faciayı bir türlü görmedi, göremedi. Ya gafletten veya
taammüden…
Faydası yok ama, Üstad’ın 1939-1940’larda yazdığı
“Maarif Meselemiz” ve “Yeni Türk
Maarifi” başlıklı yazılarından bazı
cümleleri kendisine hatırlatalım:
“Fikir ve nazariyede kemal ifade eden bir
işin, madde ve ameliyede kemal ifade etmemesine imkân yoktur”
“Maarif, mahsulü geç yetişen o tarladır ki,
bağrına serpilen tohumlara bakıp hakkında ilk kıymet hükmünü verebiliriz. Hasat
vaktine kadar beklemek lüzumsuz.”
“Ben
iddia ediyorum ki, kendi zaman ve mekânı içinde fevkalâde bir sistemin
mümessili olan medreseden sonra, Tanzimatla başlayıp Meşrutiyet ve Cumhuriyetle
devam eden maarif idarecileri, hele son 15 sene içinde (emrivaki)ler karşısında
apışmış birer hamarat veya tenbel mankenden başka bir şey olamamıştır.”
“Maarif Vekaleti, ya rejimin yüzünü güldürücü
bir kahramana, yahut da işi oluruna bağlayıcı bir vurdumduymaza muhtaçtı…”
“Eskimo çocukları bile, Türk çocuğunun önüne
serdiğimiz mektep kitaplarından daha olgun, daha verimli, daha hesaplı, daha
metodlu, daha unsurlu, daha maddeli ve daha az yanlışlı talim ve terbiye
vasıtalarına maliktir..”
“Artık büyük çapta nefs muhasebesi yapmaya,
içini ve dışını lif lif yolmaya, dünya mikyasındaki davalarının muazzam
kadrosunu görmeğe, büyük ve hakiki tekevvüne doğru humma içinde şahlanmaya
başlayan yeni bir Türk maarifi karşısındayız.”
Korkarız ki bilge görünümlü Milli Eğitim Bakanımız
Nabi Hoca ”ihtisas alanını imha eden bir süreç”in içerisinde “felix culpa
: mutlu cinayet” türünden tebessüm etmektedir!
Son olarak deriz ki: Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ve başındaki
Bakandan beklenen; Öğrenci hangarları, e-okul, akıllı tahta, tablet, bilgisayar
ve ansiklopedik mâlumat değil ! Nesillere
irfan kazandıracak, fehm-ü idrak’lerini derinleştirecek bir ‘hassa’ sahibi
yapmak, bünye oluşturmaktır.
Maarifin mârifeti bu olmalı!
Aksi halde milyonlarca körpe zihni eğitmek adı altında
“eğme”ye devam edersiniz!Yazımızın başlığını tekrarlayalım: Eskilerin “cehl-i mürekkep” dediği umumî bir faciayı yaşıyoruz!
Üstad’la bitirelim:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder