Yahya Düzenli
Öyle müthiş
bir illüzyon altındayız ki, adeta çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir
insanın serap görmesi gibi, çölün ortasında bir göl ve etrafında ağaçlıklardan
müteşekkil bir vaha görmesi gibi bir illüzyon patlaması altındayız. Gördüğü
serabın etkisi geçince umutsuzluğu, halsizliği ve sendelemesiyle baş başa kalan
insanın, kendine gelmesiyle yaşadığı
gerçekliğin bir illüzyon olduğunu anlamasına benzer bir hal yaşıyoruz.
Üstad
Necip Fazıl 1964 yılında kaleme aldığı “Devrilecek Hükümet” başlıklı yazısında “Çent zamandan beri hükümetler
içinde bir gizli hükümet vardır” der ve
Milli Eğitim Bakanlığı’na dair “Milli Eğitim: Fikri öldürme, düşünceyi
boğma, kültür yollarını kesme, milli hançereyi bozma ve Türk dilini kurbağacaya
çevirme Bakanlığı” tarifini yapar. 52 yıl sonra bu tespitin zıddını
düşündüğümüzde Milli Eğitim Bakanlığının nasıl bir mes’uliyet ve mükellefiyet
idraki gerektirdiğini düşünün!
Milli
Eğitimden sorumlu yeni bakanın ilk icraat (!) olarak “Maarif Vakfı” adıyla bir vakıf kurması gündeme geldi. Üstad Necip Fazıl’ın “kanser hastasının altın dişe
özenmesi” teşbihine benzeyen bu teşebbüsle, müthiş kurmay dehası(!)yla cihan harbi kazanmış edâsında milli
eğitimin bütün meselelerini halletmeye soyunması bize milli eğitim sistemimizin
serap etkisiyle bir süre daha aynı raylar üzerinde devam
edeceğini düşündürttü.
Siyasetçilerimiz
ve bürokratlarımız bir şeyde gayet maharetli ve ustalar: Yeni bir kurum ihdas
edip anında yüzlerce sayfa tutan kanunu, tüzüğü, yönetmeliği, vs. hazırlamak.
Maarif Vakfı da ânında Türkiye’nin bütün maarif
sistemi ve problemlerini sihirli bir el gibi çözecek, bünyesini saran illetlere
şifa olacak beklentisiyle kanunlaştı ve Cumhurbaşkanlığı’nca anında
imzalanarak yürürlüğe girdi.
Dünyada kanun, tüzük, yönetmelik yapmada daha
doğrusu kopyalamada bizim kadar
kabiliyetli, hünerli bir ülke var mıdır bilmiyorum. Bildiklerimiz ve
yaşadıklarımız gösteriyor ki; elimizi uzattığımız, adımımızı attığımız her ne
varsa mutlaka oraya dair bir kanun veya
yönetmelik vardır. Böylece bir
meseleyi fiilen halletmeden kağıt üzerinde kökünden halletmiş oluyoruz (!)
Tıpkı daha inşaatına başlanmamış, kağıt üzerindeki bir mimarî projenin, o
yapının kendisi olarak vehmedilmesi gibi…
Siyasi ve
bürokratik hegemonyanın millet cebinden hovardalığının bir neticesi olarak her
gün bir yenisi kurularak “kurum çöplüğü”
haline getirilen devletimizde “imtiyazlı
istihdam”ı artırmaktan başka hiçbir işe yaramayan kurum ihdas etme cinnetine Maarif
Vakfımızla bir yenisi daha ekleniyor.
Kanuna göre
Türkiye Maarif Vakfı ihtiyaç halinde
şirketler kurabilecek, yurt içi ve dışında iktisadi işletme ve şirketler kurup,
devralabilecek ve ortak olabilecek; burs verip, eğitim kurumları ve tesisler
açacak. Ayrıca Vakıf, “bu kurumlarda görev alabilecek eğitmenleri
yetiştirecek”. Araştırma-geliştirme çalışmaları yapıp, yayınlar ve metotlar
geliştirecek… vs. vs.
“Mütevelli heyeti, yönetim kurulu ve denetim kurulundan oluşacak Maarif
Vakfı’nda, 12 üyeli mütevelli heyeti karar organı olacak. Mütevelli heyeti 4’ü
Cumhurbaşkanı ve 3’ü Bakanlar Kurulu tarafından atanan 7 daimi üye ile 2’si
Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisi olmak üzere, Dışişleri ve Maliye bakanlıkları
ile YÖK temsilcilerinden oluşacak. Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygun gördüğü,
yurt dışındaki kamuya ait varlıklar Bakanlar Kurulu kararıyla, bedelsiz olarak
vakfa devredilebilecek. Maarif Vakfı için Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden 1
milyon lira aktarılacak.”
Bilinen ve sadece kelimelerin yerleri
değiştirilerek hazırlanmış, bayatlamış türden bir vakıf senedi neyi ihtiva
ediyorsa, resmî prosedür yerine gelsin diye hazırlanmış Türkiye Maarif
Vakfı’nın senedindeki kuruluşu, amaçları, vs. de onu ihtiva ediyor.
Bizim
bildiğimiz zaten yarım yüzyıldır varlığını sürdüren bir Milli Eğitim Vakfı var. Bakanlık ve bu vakıf eğitime dair neyi
ıslah veya ihdas etti ki yeni kurulan Maarif
Vakfı neyi ıslah edecek?
14 yıllık tek parti iktidarının felçli
ana organları olan EĞİTİM, KÜLTÜR, ŞEHİRCİLİK’te bir zihniyet hamlesi, değişimi
ortaya koyamayan, aksine ifsat kapasitesi büyüyen, alabildiğine çoğalttığı
kurumlar ve kadrolarla problemleri daha da içinden çıkılmaz, çözülemez karmaşık
bir hale sokan iktidar politikaları buna rağmen “acaba?”ya yer
vermiyor ve “güç zehirlenmesi”nin verdiği güvenle yoluna devam
ediyor.
Hangi irfan adamıyla hangi maarif şekillenecek ve
hangi irfan sahibi nesiller yetiştirilecek?
1940’lı yılların, birkaç nesli mahveden tek parti CHP iktidarının şablon ve muhtevasından ibaret olan mevcut iktidarın eğitim müfredatında Türkiye Maarif Vakfı hangi ârif kadrolarla radikal bir değişiklik yapabilecektir?
Bu ham hayallerin gerçeğin gölgesine bile
yaklaşabileceğini hiç zannetmiyoruz.
Şimdiden bu lezzetli vakfın mütevelli
heyeti başta olmak üzere tüm alt birimlerinde muvazzaf olmak için vatan
savunması yapacak rical, Sayın Bakanların önünde “biz hizmet için varız.
Görev verilirse kabul etmemezlik yapmayız!” misyonuyla kuyruğa girmişlerdir
bile.
Tablo
gösteriyor ki; aslında sıdk ve teslimiyetini ispat etmiş siyasîler
ve bürokratlar için tahsis edilmiş olan arpalıklarına okkalı bir yemlik daha ilâve
edilmiş oldu.
Nereden mi biliyoruz?
Her şeyden önce Maarif’in irfânla
alâkasından bile haberi olduğunu zannetmediğimiz siyasîlerimize ve bürokratlara
irfan davasının nasıl bir ideolojik temel istediğine dair Üstad Necip
Fazıl’ın “İşte Maarif
Meselemiz” başlıklı yazısından hatırlatmalar yapalım:
“Bir
idarenin ideolocya zaafı, maarif cihazında olduğu kadar hiçbir şubede kesafet
bağlayamaz. Bu bakımdan zavallı maarif cihazımız, kütleye şamil mes’uliyetlerin
tortu halinde üstüne çöktüğü şişe dibi olmaktan kurtulamamıştır …”
Üstad Maarif’in temel meselesi olan “yetiştiricilerin
yetiştirilmesi”ndeki sefaletimize dair devam ediyor: “Nerede muallime aşılayacağımız kafanın mimarisi? En lâzım, en çetin
iş!... Terbiye ve öğretme ilimleri bakımından, ahlâk ve mefkûre rüşdü noktasından
her hangi orta malı bir (metod)a bile malik değiliz”
Bu mübarek Ramazan Bayramı arifesinde daha fazla
sinirlerimizi yormadan ve Maarif Vakfı ironisiyle meşgul olmadan, belki
yeni Milli Eğitim Bakanı okur diye Üstad Necip Fazıl’ın “Köy Enstitüleri”ne dair günümüzden
54 yıl önce yazdığı bir yazısındaki tespit ve tekliflerini buraya aktaralım:
“Köy Enstitüleri, Anadolu çocuğunun ruh
topografyasını silerek, dümdüz ederek, üzerinden silindir gibi geçerek boşalan
yere, Allahsızlık, Milliyetsizlik,
Maddecilik ve Komünizma çatısının kurulması için girişilen hesaplı ve
tesviyeli bir arsa teşebbüsüdür; Anadolu çocuğunun ruh mezbahasıdır; ve dış
ifadesiyle değil, iç gayesiyle, Türk’e ait bütün kıymetler bakımından en ağır
küfür merkezidir.
Bir devrin veba veya kolerası gibi gelip geçmiş, fakat ruhlardaki ukdesini olduğu gibi muhafaza etmiş olan bu faciayı, bugün, bugünün fevkalade nazik şartları içinde, dibine ve köküne kadar gözden geçirmek, millî vazifelerin en büyüğüdür.”
Bir devrin veba veya kolerası gibi gelip geçmiş, fakat ruhlardaki ukdesini olduğu gibi muhafaza etmiş olan bu faciayı, bugün, bugünün fevkalade nazik şartları içinde, dibine ve köküne kadar gözden geçirmek, millî vazifelerin en büyüğüdür.”
Üstad’ın Köy Enstitüleri için söylediği bu
sözleri bugünün milli eğitim sisteminin tamamına hasredebiliriz.
“Mahut manevi kıtal tezgahı” dediği Köy
Ensitülerine dair müthiş bir hadiseyle devam ediyor Üstad:
“İşte bu sıralarda, Köy Enstitülerinin bütün içyüzünü meydana vuran bir hâdise patlak veriyor:
Sağlık Bakanlığı, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, Profesör Kadri Olcak isminde, Amerikada tahsil görmüş, Komünizma düşmanı bir zatı tâyin ediyor. Bu zat Enstitüye giderken, yolda bir öğretmen genç kıza rastlıyor. Kız, Kadri Olcak'a bir münasebetle diyor ki:
"- Bana şu bu vız gelir; ben ancak Stalin için ölebilirim!"
Hâdise duyuluyor; ve kız öğretmen, güya ceza olarak -o zamanki Maarif cihazını kaplayıcı gizli şebeke sayesinde-İzmir’de bir orta okula naklediliyor.
Bu ses, Köy Enstitüleri teknesinde maya tutturulmaya bakılan ilerici ruhtan ilk nâradır:
"- Ben ancak Stalin için ölebilirim!"
Artık naralar ve hamleler üstüste yığılan bir ip kangalı gibi boşanır ve Köy Enstitülerinin bütün içyüzünü ifşa etmeye memurdur.”
“İşte bu sıralarda, Köy Enstitülerinin bütün içyüzünü meydana vuran bir hâdise patlak veriyor:
Sağlık Bakanlığı, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, Profesör Kadri Olcak isminde, Amerikada tahsil görmüş, Komünizma düşmanı bir zatı tâyin ediyor. Bu zat Enstitüye giderken, yolda bir öğretmen genç kıza rastlıyor. Kız, Kadri Olcak'a bir münasebetle diyor ki:
"- Bana şu bu vız gelir; ben ancak Stalin için ölebilirim!"
Hâdise duyuluyor; ve kız öğretmen, güya ceza olarak -o zamanki Maarif cihazını kaplayıcı gizli şebeke sayesinde-İzmir’de bir orta okula naklediliyor.
Bu ses, Köy Enstitüleri teknesinde maya tutturulmaya bakılan ilerici ruhtan ilk nâradır:
"- Ben ancak Stalin için ölebilirim!"
Artık naralar ve hamleler üstüste yığılan bir ip kangalı gibi boşanır ve Köy Enstitülerinin bütün içyüzünü ifşa etmeye memurdur.”
Köy Enstitüleri’ne dair bu sadece bir örnek..
Daha sayısız şenaatler…
Cumhuriyetin önemli bir kesitinde katliam
müessesesi gibi işlev görmüş olan Köy Enstitüleri’nin izleri eğitim
sistemimizde varlığını sürdürmektedir. Misal isterseniz, halen yürürlükte olan
mevcut ilk, orta ve lise edebiyat ve tarih kitaplarına göz atmanız yeter.
“Zehiri şifaya tahvil edici” bir
idrakle, Köy Enstitüleri çapında bir fikir ve hamleyi 14 yıldır
gerçekleştiremeyen iktidarın eğitim politikalarındaki dağınıklık ve şaşkınlığın
mazur görülebilecek bir tarafı yoktur! Tabii böyle bir dertleri var/mıdır
şuuruyla söylüyoruz.
Üstad’ın tabiriyle “Anadolu çocuklarının ruh mezbahaları”na dönüştürülmüş o zamanın
eğitim sisteminin ıslah ve yeniden ihdasına dair bugün ne yazık ki hiçbir şey
yapılmıyor!
Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok önemli bir birimi
olan Talim ve Terbiye Kurulu hâlâ o
katliam yıllarının müfredatlarının nasıl bir zehir saçtığının farkında değil.
Onları onaylayıp zavallı körpe zihinlere virüs yaydığını ne zaman anlayacak?
Nesiller kavruluyor!
Yangın nesilleri öylesine sardı ki “zuhurunun şiddetinden”
yangını hissedemiyoruz!
Üstad’ın Büyük Doğu’nun 4 Ekim 1946 tarihli
nüshasındaki “Mektepler” yazısını
bugünün Milli Eğitim Bakanı’nın dikkat nazarlarına tekrar sunuyoruz:
“…Bir maarif başı bekliyoruz ki, Bakanlar Kurulu
çalışmaları dışında her gece işini 11’de bırakır, yatağına girer, 8’de yine
işini boylar, fakat boş yere yorulmaz ve bu kemmiyet köpürtmeleri içine bir de
sistem ve dünya görüşü akıtmasını bilir; ve rütbe-i vezaret veya bâlâ sahibi
bir Tanzimat Maarif Nazırından tutunuz, Rütbe-i Râna sahibi Hasan Âli Yücel’e
kadar gelen büyük kangreni görür ve neşterini ona göre kullanmaya başlar… Bunu
bekliyoruz!”
Ümitsisiz, göremeyeceğiz gibi!
Niçin?
Çünkü “yapılanlar
yapılacakların göstergesidir” de ondan!
Maarif davamızın hallinde yazımıza aldığımız Üstad
Necip Fazıl’ın o canhıraş feryâtları ve teklifleri bugün bir yol haritası gibi önümüzde duruyor. Fakat hangi Milli Eğitim Bakan ve
ilgilileri bakar, okur ve anlar???
“…bir şey beklemediğimizi tekrar kaydederken, maarif
davalarında selâhiyet sahibi her kudreti bu işde nüfuzunu kullanmaya ve
çocukları kurtarmaya davet ederiz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder