Yahya Düzenli
Deryanın derin sularında sakince
seyreden bir denizaltının birden bire su yüzüne çıkışı gibi Osmanlı
yabancılaşmasının Tanzimatla birlikte müthiş bir kırılma ile ortaya çıkışı,
devam eden süreçte meşrutiyet ve nihayet cumhuriyetle “işgal ordularının yapamayacağı
bir cinayetle” nesillerin aidiyet
damarlarını koparıp atan yeni rejim,
“genç yaratma” operasyonlarına öncelikle
maariften eğitime çevirdiği Milli
Eğitim Bakanlığı ile başlamıştı. Sonraki iktidarlar da aynı eğitim
politikalarını, nesillerin idraklerini dumura uğratma operasyonlarını
sürdürmüşlerdir. Ne yazık ki, bugüne
kadar hiçbir iktidar, nesillerin irfânı ve kimlik inşası konusunda yapılan
ikazları dinlememiş, feryâdları duymamış, yeni
rejimin Tanzimat’tan tevarüs ettiği talim
terbiye usûl ve müfredatını şiddetlendirerek
devam ettirmiştir.
Bugün,14 yıllık iktidarda bulunmasına ve
siyasî istikrar konusunda bir endişesi olmamasına rağmen, ne acıdır ki İktidarın
eğitim politikaları ve müfredatına
dair “Tanzimat mantığı”nın artçılığından başka bir şey ortada göremiyoruz. Yapılan
okul sayısı, onarılan, boyanan derslikler, akıllı tahtalar, tabletler, masa-sandalye
kalitesi, atanan öğretmen sayılarıyla övünen iktidarlarımız, ne yazık ki facianın hâlâ farkında değil! Tanzimattan
beri su alan eğitim gemisinin kaptan ve mürettebatının, su sızdıran delikleri
bile görme basireti yok. Kaptanlar habire değiştiriliyor. Kaptanlık “rüşdü”
olmayanlarla yola devam ediliyor. Geminin mâsum sakinleri ise hiçbir şeyden
habersiz emniyette olduklarını zannediyor. Gemi batıyor ancak tehlike onlara
hissettirilmemeye çalışılıyor.
2002 yılında 7 yaş eşiğinde okula
başlayan körpe zihinler bugün 21 yaşında. Yâni, onların saf zihinleri kariyer ihtirası, var olmak için yok et cinneti,
bol kazançlı iş hırsı, sosyal medyada sörf yapma gösterisi, kahkahalı bir yaşam
hedefi ile işgal edildi! 14 yıldır hızla batmakta olan eğitim gemisi için feryâd eden hiçbir ilgili de yok!
Hayata ve ötesine ilişkin muhasebe ve
murakabe şuuru, varoluş idrakine dair tefekkür ne acıdır ki milli eğitim galaksimizi terketti! Üstad
Necip Fazıl’ın mısralarıyla; “Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?”
diye soracak bir nesil ortada yok!
En son, özellikle yurtdışı için ihdas ve
icad ettikleri Maarif Vakfı ile ve
de akıllarına yeni gelen müfredat
değişikliğiyle hiçbir şey yapabileceklerini de zannetmiyoruz! Çünkü “Bâd-el
harab-ül Basra” yani, “Basra harab olduktan sonra!” ancak
enkazın üzerinde taht kurarsınız! Berbat edilen nesillerin telâfisi yok. Nitekim
gelmiş geçmiş bütün Milli Eğitim Bakanlarının, bürokratların beşuş çehrelerinden
ne kadar “mutlu” oldukları okunuyor!
“Maarif”i katleden, “irfan”ı terkeden, nesillerin
irfan havzalarını yok eden Tanzimat geleneği bütün hızıyla devam ediyor. 14
yıllık tek parti iktidarıyla ne değişti? Özel
okulların “ticarethane”ye, devlet okullarının da “hangar”lara dönüştüğü eğitim
sistemimizin hangi meselesi halledildi? Talim terbiyede “yetiştiricileri yetiştirmek” gibi bir cehd, bir öncelik, bir dava
kaygısı taşındı mı? Taşınıyor mu? Hayır!
Eskilerin o muhteşem duası: Allah dertsiz bırakmasın! Ne yazık ki, derdiniz yok, dersiniz yok!
Sözü Üstad Necip Fazıl’ın 1965 Temmuz’unda
yazdığı ve bugünün maarif/eğitim sistemine yol gösteren yazısını, belki mevcut
Milli Eğitim Bakanı, bürokratları, TBMM’nin ilgili komisyonları, eğitim’le
ilgili STÖ’ler okurlarlar, fehm ederler, sorulan soruları cevaplarlar ve
gereğini yaparlar diye iktibas ediyoruz. İşte Üstad’ın “Maarif” başlıklı yazısı:
“Evvelâ
tâbirden başlayalım işe: Eğitim, pek buruk bir kelime… Maarif tâbiri gibi,
güneşi, toprağı, bağı ve bahçesi, arkları ve kanallarıyle bütün bir mâna iklimi
arzeden bir mefhum yerinde “eğitim” kelimesi, bilmem, ne dereceye kadar
meselenin sesini verebilir?
Bu
tâbir bana “er eğitimi” gibi, basit bir kadroya ait, basit bir iş hissini
veriyor. Onda “maarif” gibi, zengin kafaları donatabilecek bir kültür ifadesi
bulamıyoruz. Onun içindir ki, ele maarif
dâvasını alınca evvelâ dil bahsini öne sürmekten başka bir giriş yolu
göremiyorum.
Bu
münasebetle hatırladığımız eski meseleyi, maarif dâvasını, hemen her koldan
kuşatıcı bir hulâsa yapmak isterim:
1-Dünya
ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz nedir? Bu hususta bir ölçümüz
yok mudur? Elbette ki, millî politikası
olmayan bir idare cihazının, aynı bakımdan şahsiyetli bir maarif ölçüsü de
bulunamaz.
Sualimizi
şöyle yöneltelim:
Bu
günkü dünyanın, içinde yüzdüğü ihtilâçlardan ve insanlığın olmaya talip
bulunduğu şeylerden haberimiz var mı? Kısacası, dünyayı tanıyor ve bir mihenge
vurabiliyor muyuz?
Bu
olmadan maarif olmaz.
2-Ruhumuz
iktibasçı mı, telifçi mi olacak? Tanzimattan bugüne, devre devre, yalnız çap ve
mikyas değiştiren iktibasçılığımız, açıkçası maymunvârî kopyacılığımız, yerini
ne gün ibdâ ve telif çilesine bırakacak ve bu dâvanın maarifi ne gün kurulacak?
3-Ahlâk
ölçümüz nerede ve nasıl? Batıya sorarsanız derhal Hristiyanlık ahlâkı diye
göstereceği, hiç değilse maddecilik vesaire olarak kaynaklandıracağı ahlâk
(kriter)ine karşılık, biz başıboşluk ahlâkı diye bir şey icat edebilir miyiz?
Batı ahlâk telâkkisinde, ahlâk sistemi her neyse onu karamamış filozofa, filozof
gözüyle dahi bakılmadığını bilenlerimiz kaç kişidir; ve bu azametli meseleden,
tam 125 yıldır Maarif Cihazımızın haberi olmuş mudur?
4-
Hangi ruh vasıflarında bir gençlik
istiyoruz? O her neyse, kâğıt üzerinde tespit edebilir miyiz? Bu gençliği hangi vasıflarda muallimler
yetiştirir ve makineyi yapan makine gibi, bu yetiştiriciler nasıl yetişir?
5-
Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu beşerî vasfına rağmen, millî bir
damgayla mühürlü değil midir? Hendesenin Yunanlı, Cebirin Arap olmasındaki
hikmet ne ifade eder? Müsbet ilimler dediğimiz kanunlarını sâf ilimlerden alan
ve kuru kalıplar halinde donan teknik sahası müstesna, sâf ilimde millî tefekkür zaruretine karşı yüklenebileceğimiz bir şey
var mıdır? Bu pay yüklenilmedikçe, mahkûm ve tâbi milletten ileriye geçmek
imkânı bulunabilir mi?
6-
İnsanı, ezelî ve ebedî en büyük oluşa dâvet eden Allah’ın indirdiği dinler
müstesna, geçmişi ile bütün alâkasını
koparmış bir gelecek görülmüş müdür? Hilkatte, kurbağa ve tırtıl
istihalelerinden, bir zamanlar her şeyi altüst etmek ve tarihi kendisinden
başlatmak gayretindeki Komünizma tecrübesine kadar böyle değil midir? Olmak ve
oldurmakla, kopmak ve koparmak; tekâmülle altüst olmak arasındaki fark nedir?
7-Bilgi
ve ruh dağıtımı işinde, onu en yukarıdan serpen üst elden, en aşağıda toplayan
en küçük avuca kadar hâkim esas ve usuller nelerdir? Esasını bilmediğimiz bir işin usulüne ait olsun, bir müdîr fikir
sahibi miyiz?
Görülüyor
ki, bu ayrı vâhitler hep aynı “bir”de düğümleniyor, birbirinde tamamlanıyor. Kök telâkkiyi ve bu telâkkiden doğma
ana plânı, bütün çizgilerin merkezden topladığı bir mimarî motifi hâlinde
örgüleştirmedikçe, maarif cihazımız, kanser
hastasının burnundaki sivilceyi pudralamaya mahsus ve ilerisini görmemeye mahkûm,
köhne bir lâburatuardan ibaret kalacaktır.”
Üstad’ın yazısı bu. Bir manifesto
niteliğinde, ontolojik sorularla Eğitim sistemimizi kökünden sorgulayan bu
metin üzerinde Milli Eğitim Bakanını, bürokratlarını, siyasîleri, ilgili
kuruluşları düşünmeye davet ediyoruz.
http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-milli-egitim-bakanina-maarif-manifestosu-26063h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder