13 Temmuz 2016 Çarşamba

MİLLİ EĞİTİM BAKANI’NA “MAARİF” MANİFESTOSU…

Yahya Düzenli

Deryanın derin sularında sakince seyreden bir denizaltının birden bire su yüzüne çıkışı gibi Osmanlı yabancılaşmasının Tanzimatla birlikte müthiş bir kırılma ile ortaya çıkışı, devam eden süreçte meşrutiyet ve nihayet cumhuriyetle “işgal ordularının yapamayacağı bir cinayetle” nesillerin aidiyet damarlarını koparıp atan yeni rejim, “genç yaratma” operasyonlarına öncelikle maariften eğitime çevirdiği Milli Eğitim Bakanlığı ile başlamıştı. Sonraki iktidarlar da aynı eğitim politikalarını, nesillerin idraklerini dumura uğratma operasyonlarını sürdürmüşlerdir.  Ne yazık ki, bugüne kadar hiçbir iktidar, nesillerin irfânı ve kimlik inşası konusunda yapılan ikazları dinlememiş, feryâdları duymamış, yeni rejimin Tanzimat’tan tevarüs ettiği talim terbiye usûl ve müfredatını şiddetlendirerek devam ettirmiştir.

Bugün,14 yıllık iktidarda bulunmasına ve siyasî istikrar konusunda bir endişesi olmamasına rağmen, ne acıdır ki İktidarın eğitim politikaları ve müfredatına dair “Tanzimat mantığı”nın artçılığından başka bir şey ortada göremiyoruz. Yapılan okul sayısı, onarılan, boyanan derslikler, akıllı tahtalar, tabletler, masa-sandalye kalitesi, atanan öğretmen sayılarıyla övünen iktidarlarımız, ne yazık ki facianın hâlâ farkında değil! Tanzimattan beri su alan eğitim gemisinin kaptan ve mürettebatının, su sızdıran delikleri bile görme basireti yok. Kaptanlar habire değiştiriliyor. Kaptanlık “rüşdü” olmayanlarla yola devam ediliyor. Geminin mâsum sakinleri ise hiçbir şeyden habersiz emniyette olduklarını zannediyor. Gemi batıyor ancak tehlike onlara hissettirilmemeye çalışılıyor.

2002 yılında 7 yaş eşiğinde okula başlayan körpe zihinler bugün 21 yaşında. Yâni, onların saf zihinleri kariyer ihtirası, var olmak için yok et cinneti, bol kazançlı iş hırsı, sosyal medyada sörf yapma gösterisi, kahkahalı bir yaşam hedefi ile işgal edildi! 14 yıldır hızla batmakta olan eğitim gemisi için feryâd eden hiçbir ilgili de yok!

Hayata ve ötesine ilişkin muhasebe ve murakabe şuuru, varoluş idrakine dair tefekkür ne acıdır ki milli eğitim galaksimizi terketti! Üstad Necip Fazıl’ın mısralarıyla; “Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?” diye soracak bir nesil ortada yok!

En son, özellikle yurtdışı için ihdas ve icad ettikleri Maarif Vakfı ile ve de akıllarına yeni gelen müfredat değişikliğiyle hiçbir şey yapabileceklerini de zannetmiyoruz! Çünkü “Bâd-el harab-ül Basra” yani, “Basra harab olduktan sonra!” ancak enkazın üzerinde taht kurarsınız! Berbat edilen nesillerin telâfisi yok. Nitekim gelmiş geçmiş bütün Milli Eğitim Bakanlarının, bürokratların beşuş çehrelerinden ne kadar “mutlu” oldukları okunuyor!

“Maarif”i katleden, “irfan”ı terkeden, nesillerin irfan havzalarını yok eden Tanzimat geleneği bütün hızıyla devam ediyor. 14 yıllık tek parti iktidarıyla ne değişti? Özel okulların “ticarethane”ye, devlet okullarının da “hangar”lara dönüştüğü eğitim sistemimizin hangi meselesi halledildi? Talim terbiyede “yetiştiricileri yetiştirmek” gibi bir cehd, bir öncelik, bir dava kaygısı taşındı mı? Taşınıyor mu? Hayır!

Eskilerin o muhteşem duası: Allah dertsiz bırakmasın!  Ne yazık ki, derdiniz yok, dersiniz yok!

Sözü Üstad Necip Fazıl’ın 1965 Temmuz’unda yazdığı ve bugünün maarif/eğitim sistemine yol gösteren yazısını, belki mevcut Milli Eğitim Bakanı, bürokratları, TBMM’nin ilgili komisyonları, eğitim’le ilgili STÖ’ler okurlarlar, fehm ederler, sorulan soruları cevaplarlar ve gereğini yaparlar diye iktibas ediyoruz. İşte Üstad’ın “Maarif” başlıklı yazısı:

“Evvelâ tâbirden başlayalım işe: Eğitim, pek buruk bir kelime… Maarif tâbiri gibi, güneşi, toprağı, bağı ve bahçesi, arkları ve kanallarıyle bütün bir mâna iklimi arzeden bir mefhum yerinde “eğitim” kelimesi, bilmem, ne dereceye kadar meselenin sesini verebilir?

Bu tâbir bana “er eğitimi” gibi, basit bir kadroya ait, basit bir iş hissini veriyor. Onda “maarif” gibi, zengin kafaları donatabilecek bir kültür ifadesi bulamıyoruz.  Onun içindir ki, ele maarif dâvasını alınca evvelâ dil bahsini öne sürmekten başka bir giriş yolu göremiyorum.

Bu münasebetle hatırladığımız eski meseleyi, maarif dâvasını, hemen her koldan kuşatıcı bir hulâsa yapmak isterim:

1-Dünya ilim ve fikir cereyanları karşısında durumumuz nedir? Bu hususta bir ölçümüz yok mudur? Elbette ki, millî politikası olmayan bir idare cihazının, aynı bakımdan şahsiyetli bir maarif ölçüsü de bulunamaz.

Sualimizi şöyle yöneltelim:

Bu günkü dünyanın, içinde yüzdüğü ihtilâçlardan ve insanlığın olmaya talip bulunduğu şeylerden haberimiz var mı? Kısacası, dünyayı tanıyor ve bir mihenge vurabiliyor muyuz?

Bu olmadan maarif olmaz.

2-Ruhumuz iktibasçı mı, telifçi mi olacak? Tanzimattan bugüne, devre devre, yalnız çap ve mikyas değiştiren iktibasçılığımız, açıkçası maymunvârî kopyacılığımız, yerini ne gün ibdâ ve telif çilesine bırakacak ve bu dâvanın maarifi ne gün kurulacak?

3-Ahlâk ölçümüz nerede ve nasıl? Batıya sorarsanız derhal Hristiyanlık ahlâkı diye göstereceği, hiç değilse maddecilik vesaire olarak kaynaklandıracağı ahlâk (kriter)ine karşılık, biz başıboşluk ahlâkı diye bir şey icat edebilir miyiz? Batı ahlâk telâkkisinde, ahlâk sistemi her neyse onu karamamış filozofa, filozof gözüyle dahi bakılmadığını bilenlerimiz kaç kişidir; ve bu azametli meseleden, tam 125 yıldır Maarif Cihazımızın haberi olmuş mudur?

4- Hangi ruh vasıflarında bir gençlik istiyoruz? O her neyse, kâğıt üzerinde tespit edebilir miyiz? Bu gençliği hangi vasıflarda muallimler yetiştirir ve makineyi yapan makine gibi, bu yetiştiriciler nasıl yetişir?

5- Milletlerarası bir müessese olan ilim, bu beşerî vasfına rağmen, millî bir damgayla mühürlü değil midir? Hendesenin Yunanlı, Cebirin Arap olmasındaki hikmet ne ifade eder? Müsbet ilimler dediğimiz kanunlarını sâf ilimlerden alan ve kuru kalıplar halinde donan teknik sahası müstesna, sâf ilimde millî tefekkür zaruretine karşı yüklenebileceğimiz bir şey var mıdır? Bu pay yüklenilmedikçe, mahkûm ve tâbi milletten ileriye geçmek imkânı bulunabilir mi?

6- İnsanı, ezelî ve ebedî en büyük oluşa dâvet eden Allah’ın indirdiği dinler müstesna, geçmişi ile bütün alâkasını koparmış bir gelecek görülmüş müdür? Hilkatte, kurbağa ve tırtıl istihalelerinden, bir zamanlar her şeyi altüst etmek ve tarihi kendisinden başlatmak gayretindeki Komünizma tecrübesine kadar böyle değil midir? Olmak ve oldurmakla, kopmak ve koparmak; tekâmülle altüst olmak arasındaki fark nedir?

7-Bilgi ve ruh dağıtımı işinde, onu en yukarıdan serpen üst elden, en aşağıda toplayan en küçük avuca kadar hâkim esas ve usuller nelerdir? Esasını bilmediğimiz bir işin usulüne ait olsun, bir müdîr fikir sahibi miyiz?

Görülüyor ki, bu ayrı vâhitler hep aynı “bir”de düğümleniyor, birbirinde tamamlanıyor. Kök telâkkiyi ve bu telâkkiden doğma ana plânı, bütün çizgilerin merkezden topladığı bir mimarî motifi hâlinde örgüleştirmedikçe, maarif cihazımız, kanser hastasının burnundaki sivilceyi pudralamaya mahsus ve ilerisini görmemeye mahkûm, köhne bir lâburatuardan ibaret kalacaktır.”

Üstad’ın yazısı bu. Bir manifesto niteliğinde, ontolojik sorularla Eğitim sistemimizi kökünden sorgulayan bu metin üzerinde Milli Eğitim Bakanını, bürokratlarını, siyasîleri, ilgili kuruluşları düşünmeye davet ediyoruz.

 http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-milli-egitim-bakanina-maarif-manifestosu-26063h.htm


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder