Yahya Düzenli
Erken Cumhuriyet döneminin Ankara’sı, 93
yıl önce (27.3.1923) yakın tarihimizin sayfalarında silinemez derinlikte kan
lekesi bırakan bir cinayete şahit oldu. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I.
Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon Mebusu olan; şahsiyet, celâdet, şecaat,
basiret ve feraset adamı Ali Şükrü Bey, Osmanlı’nın
artık ruhu kaybolmuş ve gövdesi parçalanmış son kaidesi üzerine inşa edilmeye
çalışılan Cumhuriyet rejiminin
bânileri tarafından katledildi.
Askerlik hayatını genç yaşta bırakıp,
siyasî ve fikrî mücadeleye atılan Ali Şükrü Bey, 1919’da 36 yaşında Osmanlı
Meclis-i Mebusan’ına Trabzon Milletvekili olarak seçilir. Meclis-i
Mebusan’ın feshedilmesi üzerine 1920 yılı Nisan ayı’nda Ankara’ya gider ve I. Meclis’e gene Trabzon Mebusu olarak
katılır. Bu görevini şehid edilinceye kadar (27 Mart 1923) sürdürür.
O öyle bir şahsiyet idi ki; “neye
muhalefet edeceği”nin ölçüsünü “neye bağlı olduğu”yla gösteren, Müslüman
kimliğinin ve şahsiyetinin gereğini I. Meclisin olağanüstü şartlarında bile
ortaya koyan, hiçbir tehlikeden ve tehditten yılmayan, doğrularını Mustafa
Kemal ve ekibine (I.Grup) karşı yüksek
sesle haykıran izzetli bir dâvâ adamıydı.
O’nun katli, sıradan bir cinayet
değildi. Milletimizi bin yıllık aidiyet dünyasından koparıp kimlik ve
tarihine yabancılaştırma gayeli bir dünya tasarımının önemli bir parçası
olan Cumhuriyet rejiminin ihdas ve yerleşmesi için içi “sır” dolu önemli bir
teşebbüstü. Yakın tarihimizin sayfaları fail-i
meşhur bu cinayeti kaydederken, Ankara sonuçlarını düşünerek tedirgin
olmuş, paniklemiş ve sarsılmıştı. Onun için de cinayetten 3 gün sonra Mustafa
Kemal I. Meclisi lağvetmişti.
Cinayeti tertipleyenler, zamanın küresel
gücü İngiltere’nin dayatmalarıyla uygulatmak istedikleri projelerinin önündeki
en büyük mânialardan birini bertaraf etmiş oldular. Böylece emellerine ulaşan
yeni rejimin tasarımcıları, ellerine bulaşan Ali Şükrü Bey’in mübarek kanını
bugüne kadar vicdanlarında silinmez bir leke olarak taşımışlardır.
Cinayetin işlendiği günlerde Meclis’ten
sadece bir ses (Hüseyin Avni Bey) ve Trabzon’dan bir gazete (İstikbal) hariç
hiç kimse Ali Şükrü Bey’in şehadetine dair ağzını açamadı, konuşamadı, hesap
soramadı. Hesap sormak bir yana, Başta Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşları
başta olmak üzere muhaliflerden (II. Gruptan) hiç kimse Ali Şükrü Bey’in ismini
telaffuz bile edemedi.
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve I. TBMM’de
Trabzon mebusu olan Ali Şükrü Bey, bütün sistemli unutturma çabalarına rağmen,
şehadet ayı olan Mart ayında cinayete
kurban gitmiş bir siyasî olarak sessizce hatırlanır. Şehadetinin üzerinden
93 yıl geçmesine rağmen, son yıllara kadar memleketi Trabzon’da bile ademe mahkûm edilmişti. Oysa, Temmuz
aylarında da Ali Şükrü Bey’i bilhassa hatırlamak gerekiyor.
Niçin?
İlginçtir ki; Meclis’te Lozan
Müzakereleri ile ilgili görüşmelerin en şiddetli şekilde devam ettiği sırada
Ali Şükrü Bey katledilmişti. Meclisin 5 Mart 1923 günkü oturumunda Ali Şükrü
Bey ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir “Tek
Adam”da bu oturumla ilgili şunları söyler: “…Gazi
de hiddetliydi… Diğer taraftan ellerini cebine sokarak birden sert, şiddetli
adımlarla Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü. Birinci ve İkinci grup mebusları
Meclis’in ortasında artık karşı karşıya gelmişlerdi. Bir döğüşme havası
başlamıştı. Ali Şükrü Bey: -Kimseyi
itham etmeye hakkınız yoktur’ diye bağırıyordu…”
Ali Şükrü Bey’in katledilişinden üç gün
sonra I. Meclis lağvedilmiş (1.4.1923), 4 ay sonra Lozan Anlaşması imzalanmış
(24.7.1923), bir yıl sonra da Hilâfet kaldırılmıştır (3 Mart 1924).
“Acaba Ali Şükrü Bey şehid edilmeseydi
Lozan Anlaşması meclisten geçer miydi?” sorusu, Lozan’ın üzerinden 93 yıl geçmesine rağmen bugün bile hala
sorulan temel sorudur.
Ali Şükrü Beyin o yıllardaki Lozan’la
ilgili meclis konuşmaları ve yazılarını okuduğumuzda, bu sorunun doğru sorulmuş
bir soru olduğunu anlıyoruz. Lozan’ın Ali Şükrü Bey’e rağmen Meclis’ten “geçmeyeceği” anlaşılınca Ali Şükrü
Bey’in yok edilmesi tasarlanmış ve katledilmişti. Tabii, sadece Lozan değil,
başta Hilâfetin ilgası, diğer tarihî meselelerdeki tavizsiz tutumu ve en
önemlisi yeni cumhuriyetin kıblesinin
batıya çevrilmesine hayatı pahasına olan itirazları.
Ali Şükrü Bey, şehid edilmeden 68 gün
önce (19.1.1923) Ankara’da çıkarmaya başladığı ve 68 sayı yayınlanabilen Tan Gazetesi’ndeki derin ve ihatalı
fikrî yazılarıyla zamanın iktidarını ürkütmüştür.
Kazım Karabekir hatıralarında bu konuda
şunları söyler:
“Gazi pek asabi idi. (Muhaliflerden Ali
Şükrü Bey, Ankara’ya matbaa makinası getirmiş. Tan adında bir gazete
çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi
veriştirdi. Ve (yakın, yıkın) diye çıkıştı.
Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim.
Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aksedebileceğini ve pek de doğru olmadığını
anlattım…”
Ali Şükrü Bey cinayetinin fail-i
meşhur tertipçileri bir adım ötesini de düşünerek tetikçisini de itlâf ettirmişlerdi.
Şehid edilmesiyle birlikte geçen yıllar
boyunca hiç kimse O’nun adını bile anmaya cesaret edemezken vefatından 27 yıl
sonra, 10 Kasım 1950 tarihli Büyük Doğu’da
Üstad
Necip Fazıl şu kıymet hükmünü
veriyordu:
“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve
niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve
mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve
gizli mânâları sezdiği ve bu yüzden
muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler!
Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir???” diyerek zamanın ve
geleceğin tarihçilerini bir tarihî
hesaplaşmaya çağrıyordu.
Bugün bile ne
TBMM ne de Trabzon O’nun hayat ve hâtırâsını yaşatacak, taşıyacak bir şuura
sahip değil.
Askerlik
döneminde deniz subayı olan Ali Şükrü Bey, Barbaros Hayreddin’e olan
hayranlığından dolayı oğlunun ismini de Hayreddin
koymuştur. Kendisinin yöneticiliğini
yaptığı Donanma Mecmuası’ndaki
yazıları da tarih şuurunu ortaya koyan derinliktedir.
1920 yılında Donanma Mecmuası’nda “Gazi Barbaros Hayreddin’in Türbesi ve
Evkâfı” başlığıyla yazdığı bir yazıda “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan
istikbâlde yolunu şaşırır!” der. Tıpkı bugün O’nun şahsiyet ve
mücadelesinden haberdar olunmadığı gibi, o zaman da Barbaros Hayreddin’den
habersizliğe vurgu yapan şu satırları bir ibret vesikasıdır:
“Evet,
kütüphanelerimiz bizim; Barbaros’un emsâlî e’azımın terâcim-i ahvâlini zabt
etmemek veya edememek suretiyle vazife-i vataniyye ve milliyemizi hakkıyla îfa
edemediğimizi âleme ilân ediyor!...
Ma’ahaza;
bundan sonra belki bu hatamızı, hatay-ı fâhişimizi mümkün mertebe tamir
edebiliriz. Fakat; âlimin câhilin, büyüğün, küçüğün ve’l hasıl herkesin
tabi’iyete mecbur olduğu îcâbat-ı
diniyemizden tegâfülü ne ile te’vil ne ile ta’mir edebileceğiz?
Meselâ;
bundan iki üç yüz sene evvel bir “Hızır Reis” meydana çıkıyor. Zamanın padişahı
bu reise i’lây-ı kelimetullah uğrunda ettiği hidemât-ı mübecceleyi takdiren
‘Hayreddin’ ismini veriyor!...
Hayreddin;
ömrünün son dakikasına kadar mücâhedât-ı Peygamber-pesendane (Peygamberin takdir edeceği savaşlara) ve
hidemât-ı vatanperverânesine devam ediyor!... Neticede, esmâr-ı mücahedatını
iktitâf eden ya’ni mirasına konan bizlerden ise; yalnız dem-i ihtizârındaki
vesâyasına ri’ayetimizi istiyor ki her nokta-i nazardan varislerin bu yönünün
borcu olan bir şeyi talep ediyor demektir.
Efsûs
ki; şu ufacık hidmeti bile koca Barbaros’dan diriğ etdiğimizi ya türbesini
ziyaret veyahut tafsilât-ı âtîyeyi okumak suretiyle anlayabilirsiniz!”
Günümüzün Milli Eğitim Bakanlığı ve
Kültür Bakanlığı ile diğer ilgili Bakanlık ve kurumların başında bulunanlar,
Ali Şükrü Bey’in 106 yıl önce içi sızlayarak yazdığı yazıda Barbaros’un
muhteşem hâtırasına olan alakasızlıktan yakınmasının kendilerine nasıl bir
vebal yüklediğinin farkında mıdırlar?
Doğrusu, neyin farkında oldular ki bu
meselenin farkında olsunlar! Unutmamalı ki; nesillerin yolunu aydınlatan
kandiller tarihî şahsiyetlerdir.
Onları unutturmamak, arkeolojik/müzelik bir malzeme olarak değil, davası ve mesajıyla günümüze taşımak
herkesin üzerine bir borç ve vebaldir!
O; müstakim bir hayat ve mücadelesinin
semeresi olarak Allah’ın ona bahşettiği
şehîdlikle âlem-i bekâya yolcu oldu.
Bugünün tarihçilerine düşen (Üstad Necip
Fazı’ın cümleleriyle) “… ve azametli hesap ânı, bir gün, şafak vakti ufukların açılması gibi açılacaktır. Allah şehidi Ali Şükrü vakası, o zaman, belki de bu hesapların en
ehemmiyetsizlerinden birini teşkil edecektir.” hükmünü anlayıp,
gereğini yapabilmektir!
Yakın tarihimizin feryâd eden vicdanı
olan Ali Şükrü Bey’e rahmet diliyor, katillerini lânetliyoruz!
O’nun Trabzon/Boztepe’deki kabrinden
yükselen mesajını tekrar hatırlayalım: “Mâzî, âyine-i iberdir. Mâziyi unutan
istikbâlde yolunu şaşırır!”
Her fâniye nasip olmayacak 39 yıllık kısa fakat manâ
ve muhteva dolu bir hayatın sahibi bu izzetli şahsiyetin bir sözüyle bitirelim:
“Dâvamız kat’i, azmimiz lâyezaldir!”
http://www.tyb.org.tr/yahya-duzenli-yakin-tarihin-vicdani-ali-sukru-bey-26139h.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder