29 Eylül 2009 Salı

MODERNİTE'NİN "METROPOL"LERİ ile ANTİKİTE'NİN "NEKROPOL"LERİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Modern zamanlar, şehirlerimizi ruhunu kaybetmiş, organları çürümüş, sadece iskeletten ibaret bir hale getirdiği gibi, şehirlerin yarışırcasına birbirine benzemek istediği, birbirini klonlamaya çalıştığı “yapıştırma şehir” haline de getirdi/getiriyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “çıkartma kâğıdı şehri”…

İ.Calvino, “Görünmez Kentler”i anlattığı kitabında, Marco Polo ile Kubilay Hanın diyaloglarına yer verirken, elinde atlası kapatan Kubilay Han, Marco Polo’ya:

“Bakıyorum kentleri bizzat gidip gördüğünden daha iyi tanıyorsun atlas üzerinde” der. Marco Polo da; “Yolculuk yapa yapa farklılıkların kaybolduğunu fark ediyor insan: her kent bütün öteki kentlere benziyor sonuçta, biçim, düzen ve uzaklıkları değiş tokuş ediyor aralarında yerler, ‘biçim’siz, ince bir toz bulutu kaplıyor kıtaları. Oysa senin atlasın olduğu gibi koruyor bu farklılıkları: bir adın harflerindekine benzeyen o uyumlu nitelik çeşitliliğini.” Şeklinde cevap verir.

Biz de Trabzon’a dair gözlemlerimizi “uzaktan” gurbet duygusuyla yazıyor, bu manâda “seyr”ediyoruz. Şehrimiz Trabzon’u “atlas üzerinde tanıma”nın biraz ötesinde kadîm kimliğiyle tanımak ve söylediklerimizi bu “tanıma” üzerine bina etmek gibi bir yol izliyoruz.

Gerçekten de (modern zamanların yok ediciliğini de hesaba katarak) diğer şehirleri tanıdığımızda “fark”lılıkların kaybolduğunu bile fark edemiyoruz. Dikkat ettiğimizde: renksiz, tekdüze, gürültü ve yüksekliğin hakim olduğu ve “kent kimliği”nin bunlarla ifade edilir olduğu bir “patolojik şehir” haline düşmekte olduğunu görebiliyoruz.

Coğrafyaların bile tahrip edile edile, neredeyse “değiş tokuş” edilir hale geldiği bir “kıyamet zamanları”nı yaşıyor şehirlerimiz… Kıyamet zamanları yâni olağanüstü/olağandışı kaos zamanlarını… Bu gidişle şehirlerimizi kurtarmak için “Mesih”e ihtiyacımız olacak gibi.. Çünkü reel gerçeklik bizi hiç de şehirlerimizde “yaşanılabilir” bir geleceğe doğru götürmüyor…

Oysa medeniyet şehirleri, kadîm tarihlerinde “fark”ettirdiği, hissettirdiği, hazmettirdiği “kendine özgü” karakterini modern zamanlara taşıyabilmeli, sürdürebilmeli ve fark ettirebilmeli değil mi?

İçinde yaşarken kaotik, kompleks, hıza ayarlı günlük hayatta doğrudan fark edemediğiniz şehir bütününün bu halini, şehrin dışına çıkıp silüetini seyrettiğinizde görebiliyorsunuz. Ağustos ayında Trabzon’a gelirken Akçaabat yakınlarında uzaktan seyrettiğim Trabzon’un silüeti, ürpertici bir şekilde modern şehirlerin mermer yığınlarından ibaret “toplu mezarlık”larını andırıyordu. Toplu şehir değil toplu mezarlık… Tekrar tekrar baktım, hep aynı manzara… Yanımdakilere şehre dikkatlice bakmalarını söylediğimde, 14 yaşındaki oğlum ve eşim de “sanki mezarlığa benziyor” dediler. Zihnimi zorlayıp, görüntüden başka bir şehir silüeti çıkarayım dedim olmadı.

Toplu mezarlık.. Yâni nekropol… Ölüler kenti… Antik nekropolleri gezip görenler bir de Trabzon’a (veya başka bir modern kentimize) bu gözle baktıklarında aynı tabloyla karşılaşacaklardır sanıyorum. Abartmadan söylüyorum: Ankara’daki Karşıyaka mezarlığının uzaktan görüntüsü ile Trabzon’un uzaktan şehir görüntüsü aynı…

Bir şehrin varlığını “sürdürülebilir” kılabilmesi için en önemli iki unsur: Coğrafya ve Tarih… Bunların beslediği şehir kültürü… Trabzon her ikisine de yoğun olarak sahip bir şehir. Trabzon coğrafyası, bir şehir için önemli bir avantaj. Onun için kadîm zamanlardan beri “şehir” olarak varlığını sürdürmüş. Coğrafyası, şehrin bozulmasına müsaade etmeyici bir karaktere sahip. Modern zamanlara kadar şehrini korumayı sürdüren coğrafya, modern zamanlarla birlikte çözülmeye başlıyor ve bugünkü “kaotik şehir” manzarası meydana çıkıyor.

Niçin gayr-i insanî mermer yapılar, gökdelenler, plazalar öne çıkıyor da insanî yaşama mekanları görüntüye çıkamıyor?

Modern zamanların “metropol”leri ile antik zamanların “nekropol”leri buluşmuş, özdeşleşmiş. Her ikisi de aynı muhtevayı, aynı kütleyi taşıyor sanki. Bir turist merakıyla antikite’nin nekropollerini hayranlıkla gezmeye gerek yok artık. Yaşadığımız şehirlerde modernitenin insana özgü yaşama mekanlarına bakmak, tecessüs duygumuzu tatmin edebilir.

Suçlu kim?

Bu modern zamanların suçu değil, modern zamanlarda varolan ve şehirleri inşa, iğfal ve imha eden “kafa”ların ürünü… Suçluya suç işletecek fırsat vermemek ve ona zemin hazırlamamak. Bir şehrin mahvedilmemesi için ilk şart bu… Yerel yönetimlerin şehrin terminatörü haline geldiği, halkın ve eşrafın da sadece seyrettiği bir zamanda "Şehir Mesihleri” beklemekten başka ne yapılabilir?

Tarihî miras, coğrafya imtiyazı, insan potansiyeline tüm zamanlar boyunca sahip olan Trabzon’un bunlardan habersizliği affedilebilir bir durum mudur?

Yerel yöneticiler ve Trabzon’un “yetiştirdiği (!)” büyük (!)lerin, siyasîlerin, aydınların, vs. vs.lerin “kimlik” dendiğinde “futbol stadyumu”nu gösterdikleri bir şehir ıslah ve iflâhda ne zaman karar kılacak?

Şehrimizin görüntüsünü “nekropol”den çıkarmanın çetinliğini bilmekle birlikte, bir “ilk adım”a ihtiyaç yok mu?

Şehirlerimiz için “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” demekte geç mi kalındı?

Halâ da yapılacak şey var.

(Günebakış, 30 Eylül 2009)

23 Eylül 2009 Çarşamba

ŞEHİR VE MAHKÛMİYET BİLİNCİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Tarihî aidiyet zorlayıcıdır” gerçeğinden yola çıkarak şehrimize dair bazı gözlemler yapmaya çalışalım…

Bir medeniyetin yeniden idrak, inşa ve ihyası için medeniyet bilincini kaybetmemiş kuşaklara o medeniyetin yüklediği görev; mecburiyetin de ötesinde bir “mahkûmiyet bilinci”ne dönüşebilmelidir.

“Buna mecburum !”un ötesinde “buna mahkûmum !” diyebilmek…

“Mahkûmiyet bilinci”… Yeniden idrak, inşa ve ihyanın gerektirdiği bir “kabul”… Yüklenilen görevin bilincini kemâliyle taşıma hali… “Farkında olunan” bir mahkûmiyet… Niçin ve neye mahkûm olunduğunun idraki… Taşımaya mahkûm olduğumuz yükün “azad kabul etmez” bir bilinç düzeyine kavuşması…

Bu mahkûmiyet bilincini; yaşadığımız, ait olduğumuz şehre indirgeyebiliyorsak, işte orada farklı bir “şehirlilik bilinci”ne de kavuşuruz. Bu bilinç; Hacı Bayram Veli’nin “Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm; Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.” dediği bir “hal”dir.

Şehirlilik bilinci, mahkûmiyet bilincine dönüşebiliyorsa anlamlıdır ! Yoksa “kentlilik bilinci” nakaratlarının kol gezdiği, kent söylemlerinin uçuştuğu, yapay ilişkilerin ‘gerçek’ yerine konulduğu sıradan, tekdüze bir hayatı yaşadığımızın bile farkında olamayız.

“Mahkumiyet bilinci”ni ancak “geçmişi olan şehirler” insana idrak ettirir. Şehrin hakikatlerinin hayallerinizi, hayallerinizin de şehrin hakikatini beslediği bir şehir, “tarihî aidiyet”in zorladığı bir mahkûmiyet bilincine kapı aralar…

Bu bilinçtir ki “geçmişi olan şehri” yeniden idrak edebilir, yeniden kurabilir.

Turgut Cansever, “İstanbul’u Anlamak”ta şunları söyler:

“İster Platon’un şehri olsun, ister İstanbul, New York ya da Tokyo, prensip olarak şehir kurmak en büyük erdem olma geçerliliğini sürdürüyor. Niçin? Çünkü insan hayatının, varlığının en karmaşık meselelerinin, en büyük çelişkilerinin yoğun bir şekilde çıktığı yerde, bunların ahenginin kabul edilebilir, saygıdeğer amaçlara yönelik olarak bir araya getirilmesini mümkün kılan erdemdir şehir kurmak…”

Cansever’in “en büyük erdem” kabul ettiği “şehir kurmak”, mahkûmiyet bilincinin şehre adapte olmuş halidir. Şehir kurmak, ‘geçmişi olan şehri’ yeniden hafızalarda harekete geçirmek ve ‘güncellemek’tir.

Hangi şehri?

“İnsana bulanık bir akvaryumdaymış izlenimi veren” şehri değil.

Hayâl ettiren,
Mecbur ettiren,
Mahkûm ettiren şehri !

Bu şehirler vardır ve yeniden “idrak”i bekliyor !
“Var olan” bu şehirlere “varabilmek”, “mahkumiyet bilinci”ne “erişmek”le kaimdir deriz !

Mahkûmiyet bilinci “hayliyce idrak isteyen” bir iradî çabanın sonucudur.

Mahkûmiyet bilinci’ne kavuşabilmek için “nelere sahip olduğumuz”la birlikte “neleri yitirdiğimiz”i de bilmek gerekiyor. Bu anlamda Berger, eserlerinden birisinde önemli şeyler söyler:

“İnsanlar her yerde –çok farklı koşullarda-kendilerine “neredeyiz?” sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?”

Bu soruları “mahkumiyet bilinci”ne sahip insan, “varoluşunun anlamı”nı kavrayarak verebilir.

Biz şehrimizi, bizi tüm eşya ve varlıklar gibi, “asılları idrak ettirecek gölge”lerin sergilendiği, tezyin ve tanzim yeri olduğu için kıymetli biliyoruz, önem veriyoruz. Bu anlamda “mahkumiyet bilinci” aslında “varoluş bilinci”yle örtüşüyor.

Yazımı fazla derinleştirmeden ve sadece iki kelimeden ibaret “mahkumiyet bilinci”ni hatırlatmak bile yeter diyor, ve Turgut Cansever’in anlattığı bir Uzakdoğu hikayesiyle bitiriyorum:

“Konfüçyüs bir gün dere kenarında oturuyor, dere çok hızlı akıyor ve çok derin. Karşıya bir ihtiyar geliyor. İhtiyarın dereyi geçmek istediğini anlayan Konfüçyüs, öğrencilerine “Dereyi geçemez, gidin, ihtiyara söyleyin” diyor. Öğrenciler gidip ihtiyara söylüyorlar. İhtiyar hiç oralı olmuyor. Dereye giriyor ve karşıya geçiyor. Bunun üzerine Konfüçyüs öğrencilerini alıp ihtiyarın yanına gidiyor. “Ya ben hiçbir şey bilmiyorum, ya sen çok şey biliyorsun ihtiyar, dereyi nasıl geçtin?” diye soruyor. İhtiyar “Önce dereyi geçmeye karar verdim, sonra kendimi beni karşıya geçirecek akıntılara teslim ettim” diyor. Konfüçyüs talebelerine dönüyor ve diyor ki: “İhtiyarı iyi dinleyin. O akıntılara güvendi ve karşıya geçti. İnsana neden güvenilmesin?”

Bu hikâye çok şey anlatmalı..

Şehrimizi yüklenecek, her biri “mahkumiyet bilinci”ne sahip insanımızı hayal etmek de boş bir hayal olmasa gerek…

Mahkûmiyet bilincini kuşananlar, şehrine koşanlardır, şehriyle kucaklaşanlardır !

(Günebakış, 23 Eylül 2009)

15 Eylül 2009 Salı

ŞEHRİN "AİDİYET KODLARI"NA DÖNMESİ...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Bazı şehirleri ait oldukları medeniyet bütününden koparmaya, onu kültürel-toplumsal birikimini terkettirmeye, tarihsel derinliğini unutturmaya sarfedilen enerji çoğu zaman tersine dönüşür. Unutturulmaya çalışılan hatırlanmaya, yok edilmeye çalışılan varolmaya, vazgeçirilmeye çalışılan da sahiplenilmeye başlar. Büyük toplumsal kırılmaların/dönüşümlerin yaşandığı bir ülkede, dünya görüşü endeksli hafıza kaybı operasyonları birkaç nesilde başarılı olsa da, medeniyet şehirleri kendilerini yeniden idrak edecek bünyeyi, ‘küllerinden yeniden doğan’ efsanevi varlık gibi oluşturmaya başlarlar.

Onun içindir ki, barbarların/istilâcıların ilk yaptıkları şey işgal ettikleri şehrin tarihsel kimliğini yansıtan “alamet”leri, simgeleri yok etmek olmuştur. Bunlar kimi zaman mabedler, kimi zaman tarihî mezarlıklar, kimi zaman toplumsal yaşama mekânlarıdır. Tarihte yaşanan büyük Moğol istilâları ve günümüzde yaşanan Irak istilâsını bu anlamda düşünebiliriz. Bütün bunlar “tarihsel kodları silme”ye yöneliktir. Saldırılan, istilâ edilen, yok edilmek istenen bu “kod”lardır.

Bu istilalar bazen önce kültürel yok edişle başlayıp fiili yok edişe dönüşür. Bazen de her iki yok ediş biçimi eşzamanlı olarak uygulanır.

Demek istediğimiz odur ki; bir medeniyet şehri ne kadar tahrip ve yok edilirse edilsin “kendi kodları”nı muhafaza ettiği DNA’yı, kök hücreyi ortaya çıkarabilme kabiliyetine sahiptir. Yâni şehir, suyun yatağı ne kadar engebeli olursa olsun o yatakta akması gibi “kendi aidiyet kodları”nı arar.

Şehrin “kendi kodları”ndan kastımız; ait olduğu tarihsel eksen ve dünya görüşünün “yaşanmaya değer mekân” haline getirdiği “aidiyet kodları”dır. Medeniyet kodlarıdır. Bu kodlar, yüzyılların süzgecinden geçerek damıtılmış kodlardır.

Şehrimizin, binlerce yıllık birikiminden sonra “medeniyet şehri” olma iradesinin depreştiği ve bunun gerçekleştiği zamanlardan bugüne kadar yaşadığı kaoslara, tahribatlara rağmen “kendi kodları”nı ona hatırlatacak “alamet”lerin halâ varolması, onun modern zamanlarda da “kendi kodları”ndan çıkaracağı bir “şehir tasarımı” olduğuna da işaret ediyor. Bu tasarımın şifreleri şehrin “aidiyet kodları”nda gizlidir. Eski deyimle “mündemiç”tir.

Bu anlamda Trabzon; “kendi kodları”nı saklayan, onları tanıyan, onların farkına varan ve o kodlarından yeni değerler üretme potansiyeli taşıyan bir şehirdir.

Tanpınar “Beş Şehir”de bir medeniyet şehri için önemli bir cümle kullanır. O cümle: “Bir başkent daima başkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur.” Bu muhteşem cümle her şeyi anlatıyor. Şehrimize bu manâda baktığımızda, şehrimiz varlığını üzerinde yaşayanlarda ve muhataplarında “özenilecek” bir çekiciliğe büründürdüğü oranda kendisine karşılık bulabilecektir.

“Daima konuşan” şehir, susturulamayan şehirdir.
Kendi kodlarını güncelleyebilen şehirdir.
Aidiyet kodlarından yeni tasarımlar çıkarabilen şehirdir.
Kendin kopmayan, korkmayan ve kaçmayan şehirdir.

Şehrin “kendi kodları” onun tarih bilincini taşır. Tarih bilincini unutan şehrin gelecek tasavvurundan bahsedemeyiz. Bu anlamda Turgut Cansever, “şehir, bugünü ve yarını ifade etmek zorunluluğunu yerine getirebilecek güçtedir; onun, bu zaruretten sıyrılmış olduğunu tasavvur edemeyiz.” der. Şüphesiz ki bütün bunlar, kendisini şehrinden sorumlu görenleri ilgilendiriyor. Bu sorumluluk, ihale edilemeyen, ertelenemeyen bir sorumluluktur.

Bulunduğu, daha doğrusu kendisini “ait hissettiği” şehri için “buralıyım !” diyebilmek ne büyük bir iddiadır ! Ve bu iddianın nasıl bir sorumluluk ve mükellefiyeti yüklenmeyi ihtar ettiğinin farkında mıyız acaba?

“Trabzon’luyum!” derken, nasıl bir tarih bilinci, medeniyet idraki, şehir kültürü ve sorumluluk taşımamız gerektiğinin şuurunda mıyız? Yoksa hayatımızın, “yaşadığımız şehir”i sadece kemirilecek nesne gören bir parazit hayatından farksız olduğunun farkına bile varamayız ! Hatta bu parazit hayatı sadistçe “sürdürülmesi gereken bir zevk” bile verebilir !

Böylesine “çetin bir iştir” Trabzon’luyum diyebilmek, diye düşünürüz.

“Aidiyet kodları” diye bir meselesi ve derdi olan “basiret ehli” ne şehrin yeniden idrak ve inşası, imar ve ihyası için çok iş düşüyor !

Şehrin ne olduğu, orada “yaşanmaya değer bir hayat” sürme iradeniz yoksa, Hz. Mevlâna’nın “Sarayda gece, sultanlar uykuda! Zindanda gece, mahkûmlar uykuda!” sözlerinde olduğu gibi “gaflet”in kahredici duyarsızlığıyla yaşamaya/sürünmeye devam ederiz.

Kendilerini “şehrin sahibi” görenler, şehrin enerjisini “kendi kodları”ndan uzaklaşma yolunda tüketmeye çalışsalar da, bu çabalar medeniyet şehirlerinin “kendi aidiyet kodlarına dönme”lerini hızlandıracaktır.

Medeniyet şehirlerinin “susturulamayan konuşma”ları, “medeniyet kodları”nı göremeyenlerin anlayacakları türden bir konuşma değildir.

Şehir, kendi kodlarına dönmeye çabaladıkça, onun yürüyüşünü engelleyecek görünen ve görünmeyen maniaları yollarına döşeyecekleri de tanıyabilmesi gerekiyor. Tanpınar’ın “daima” dediği kentler, tarihsel sürekliliğini kaybetmeyecek şehirlerdir. Ve onlar bu maniaları aşacak donanıma sahiptirler.

Şehrimiz Trabzon’un da, yaşadığı altüst oluşlar, dönüşümler, işgaller ve ‘kendine yabancılaştırma’ operasyonlarına rağmen halâ “kodlarını muhafaza” edebildiğine inanıyoruz. Her ne kadar enerjisi “zorla” fizikî reflekslerde tüketilmek istenirse istensin kendi kodlarının farkındadır. Bu kodları “doğru okumak” için tercümana ihtiyacı yoktur. Kendi aidiyet kodlarını okuyabilmek iradesine sahiptir.

Şehrimiz Trabzon’u tahayyül ederek gene Tanpınar’la bitirelim: “En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir ‘olmak ve olmamak’ davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir…”

Kendimize, yâni “şehrimize” doğru aramak, aslında “kendi kodlarımıza dönmek”tir.

(Günebakış, 16.09.2009)

9 Eylül 2009 Çarşamba

İDRAK VE İNŞA...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Düşünce ve Kültür hayatımızı sürekli besleyen, mecalsiz kaldığı zamanlarda bile kan pompalayan “eser”lere şahit oldukça, insanın medeniyet ekseninde oluşan düşünce ve kültürün geleceği adına “ümitsiz olmaması” gerektiği gerçeğiyle bir kez daha karşılaşıyoruz. Özellikle de eğildiği konuyu “ontolojik” olarak ele alan, derîn ve kuşatıcı tahlillerle bütünleştiren eserlerin varlığı düşünce hayatımızın kalitesini de yükseltiyor. Tabii bakana, görene, anlayana, hissedene…

Adına uygun eserleri birbiri ardına yayınlayan “Klasik”, 57. yayınıyla bu anlamda bir ay kadar önce önemli bir eserle karşımıza çıktı. : İDRAK VE İNŞA. Alt başlığında “Turgut Cansever mimarlığının iki düzlemi” açıklaması var.

Sadece eserin ismi bile çok şey anlatmaya yetiyor: İDRAK VE İNŞA.. Eserin müellifi bir mimar. KTÜ Araştırma görevlisi Halil İbrahim Düzenli… Kitap; Büyük mimar, “bilge mimar” olarak tesmiye edilen, muhakkik-mimar Turgut Cansever’in eserlerinin derinliğine ve genişliğine tahlilini yapıyor ve onun “inşa”sını idraklere sunuyor.

Turgut CANSEVER’in “bilge”liğine yakışan bir “idrak”le eser “inşa”laştırılmış… Bir mütefekkiri en iyi anlaması gerekenin “mimar” olması gerektiği; aynı zamanda bir mimarı da en iyi anlaması gerekenin “mütefekkir” olduğunu söylemeye gerek var mı? Var ! Niçin ? Çünkü her ikisi de “inşa” ediyor. Her ikisi de idraklerdekini tasarımlar aleminde “inşa”ya döküyor !

Turgut CANSEVER; yaşadığı zaman diliminde etkisinin çok büyük olması gerektiği halde, maalesef ona yönelen idraklerin gerek sığlığı, gerek onu anlayacak kapasitede olmamaları, gerekse de ‘ihtiyaç’ kavramının kendilerini Cansever’e götürmemelerinden kaynaklanan bir “görmezliğe” mahkûm edilmiştir Cansever adeta. Kendisini yaşarken “eser”leştiren “yaptıkları”nı, vefatından sonra derinliğine “inşa”eden H. İbrahim DÜZENLİ’nin “İDRAK VE İNŞA”sını da anlayabilmek oldukça meşakkatli bir iş..

Öncelikle eserin adına ve maddî çapına bakınca insanın aklına Osmanlı Sultanı II. Beyezid’in Adlî mahlâsıyla yazdığı mısralar takılıyor:

‘Değme etrak’ ne bilsün gam-ı aşkı adlî
Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrak gerek!”

Eser tam da bu anlamda bir “Cansever muhabbeti”yle yazılmış. Okumak için de “haylice idrak gerek!”

Düzenli, “Turgut Cansever mimarlığı”na girerken Kınalızâde Ali Çelebi’nin muhteşem bir sözü ve tesbitiyle başlıyor: “Hikmet; eşyâyı lâyık ne ise eyle bilmek ve ef’ali lâyık nice ise eyle kılmaktır!”

Turgut Cansever de “eşyayı lâyıkı”yle bilen bir Hikmet adamı olarak ele alınıyor “İDRAK VE İNŞA”da.

Düzenli, kitabın ismiyle ilgili şunları söylüyor: “Kitabın başlığının idrak ve inşa olmasında çeşitli zaman, mekan ve hallerde yapılmış karmaşık zihin egzersizlerinin rolü büyük. Her şeyden önce “idrak” ve “inşa”nın bu toplumun değer sisteminde yüklü olduğu anlamlardan yola çıkıldı. Bir şeyi idrak etmenin ya da bir şeyin idrakinde olmanın başlangıçta yer aldığı, sonra onun türlü türlü yollarla ve türlü türlü biçimlerde hem zihinde hem de davranışta inşa edildiği bir dünyanın her iki meziyete de sahip varlıklarıyız. İdrak seviyemize göre inşa ederiz. Yazı geleneğimizde idraklerimizin yansıması inşalardan, Menşeü’l-inşalardan bahsederiz…. Turgut Cansever ‘bilinci biçimler dünyasına yansıtmaktır, yapmak istediğim’ dediğinde, söylediklerinin satır aralarındaki sesleri duymanın ve daha duyulur hale getirmenin ahlaki sorumluluğuyla yüklenmiş oluruz bir modern zamanlar araştırmacısı olarak. Hele söyleyen mimar olduğunda ve somut inşalarla, inşaatlarla uğraştığında İdrak ve İnşa başlığını atmak daha da cazip hale gelir. Bu ‘duyulur hale getirme’ yolunda karşılaşılan ve araştırmada merkezi konuma getirilen ‘medeniyet ben-idraki’ kavramının benzer bir lafız (idrak) ile tekrarlanmış oluşu başlık seçimini daha da belirgin hale getirir…”

Böylesine kuşatıcı bir girişle eserin adına “giriş denemesi” yapılması eserin derinliğine işaret ediyor. Turgut Cansever’in “bilinci biçimler dünyasına yansıtmak” olarak ifade ettiği uğraşlarını, İDRAK VE İNŞA insanımızın, muhataplarının dünyasına yansıtıyor. Öyle bir yansıtma ki, artık kopmuş bulunan “medeniyet”imizi bugüne taşıyan “bağlantı”ları adeta yeniden kurarak. Cansever’i ve eserlerini tarihsel derinliğinden aktüel genişliğe sunarak. Düzenli’nin Özellikle ve ısrarla İDRAK VE İNŞA’yı “ben idraki”yle “medeniyet” eksenine oturtması, bugünün ve yarının mimarlarına, inşa edicilerine “imkan” ve “ufuk” veriyor. Kitap adeta bir “kılavuz”!

Muhataplarını Dünya görüşü ve medeniyet bilinci olanların ancak anlayabilecekleri türden bir kavramsal derinliğe davet eden İDRAK VE İNŞA; “aidiyet, medeniyet, ben-idraki, biçim, işlev, yapı, anlam, varlık, tarih, coğrafya, insan, İslam, davranış tercihleri, konum, iklim, topoğrafya gibi çok boyutlu ve geniş içerikli kavramların mimarlık alanında bir araya getirilişiyle ilgili olarak, deyim yerindeyse, bir ‘epistemolojik ağ” oluşturuyor.

Yazar, zaman zaman dünya mimari eserlerine de göndermeler yaparken temel sorular soruyor: “Her dünya görüşü/ideoloji ya da modern kurgu, mimarinin otonom (özerk) yapısına farklı anlamlar yükleyebilir ve onu farklı okuyabilir mi? Örneğin, Kurtuba Ulucamii’neeklenmiş olan Santa Cruz Kilisesi bir taraftan “sevimli, küçük, gotik bir kilise”diye tarif edilirken, diğer taraftan “Kurtuba Ulu Camii’nin yüksek değerine bir tecavüz ve kaba saba bir müdahale” olarak tanımlanabilmektedir. Peki, her bir öznenin tarihe bakışı ve anlamlandırışı tarihi ne derece araçsallaştırır? İslam medeniyeti ile, örneğin, Hint veya Batı medeniyeti ve bu medeniyetlerin fertlerinin yaklaşım biçimleri ve sembolik dünyaları arasında ne gibi farklılıklar vardır?”

Derin ve cevabı kitaplar isteyen sorular bunlar… Okuyucuyu zahmete sokmadan bu soruların cevabını da yazar tam karşılığı olarak veriyor: “Farklı medeniyetler/dünya görüşleri ölçeğinde yapılacak analitik ve sentetik çalışmalar, hem o medeniyete/dünya görüşüne ait temel değerlerin netleştirilmesine hem de bakış farklılıklarından kaynaklanan bir düşünsel çeşitliliğe imkan tanır. Elinizdeki kitap Turgut Cansever ve mimarisi özelinde bu tür bir yaklaşım sergilemek iddiasındadır..”

Başka söze ne hâcet !

Son olarak, Düzenli’nin Turgut Cansever’le bizzat yaptığı bir söyleşide Cansever’den alıntıyla bitirelim:

“… Türkiye kendi kaynaklarını kaybettiği için meydana gelmiş bir olayı Batı’dan nakletmek gerekiyor. 20. asır başında felsefenin geldiği nokta hakim olan düşünceyi tamamen tasfiye etme noktasıydı. Sanat; estetik alanının bir disiplini değil, ahlakın bir disiplinidir. Ahlakın disiplini ise aynı zamanda inancı ve dinin bir disiplinidir. Matüridilik konusunda bir çalışma yapılıyordu, yayınlandı mı yayınlanmadı mı bilmiyorum. İslam düşünürleriyle masalara oturup konuşmak icap ediyor. Farklı ciddi şekilde gözden geçirmek gerekiyor. Elbette ki 14. asırda İspanya’da hakim olan düşünce sisteminin El-hamra’ya imkan vermesi sırasında Anadolu’da cerayan eden düşünce hayatı çok ciddi şekilde farklıydı. Elbette ki temel aynı, ama yorumlarda hep yorumlanacak açık kapılar var. O yorumlarda meydana gelen farklı önemli yansımalardır…”

Turgut Cansever aynı söyleşinin bir yerinde de “dünya karşısında insanın tavrının ve yerinin ne olması lazım geldiğine dair bir bütüncül düşünce, çözümleme ve bütün davranışlarımızı tanzim eden disiplin yatıyor. Bunu kaybettiğimiz zaman insanların her biri kısa akıllarının erdiği istikametlerde, akıllarının erdiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar….” Diyor ve gelecek kuşaklara sesleniyor: “Başını yere koyduğu zaman ‘varlığın en kaba toprağının malzemesinin kurallarına dahi ben secde ediyorum. O kuralları da bilerek davranacağım, çünkü o kuralların hepsi Allah’ın emridir’ inancıyla davranan, yapacağı işi bu bilinçle tanımlayarak yola çıkan bir nesli yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Çok büyük bir tevazu ile… Doğrusu, insanlığın başarısı için, tabi ki, Allah’ın açık bıraktığı sayısız yol vardır. Ama doğrusu, üzerinden geçilmiş ve başarılı olmuş yolları takip etmek de vardır… “

Bir hikmet adamının, bir muhakkik mimarın ‘muhteşem’ mirası da bu sözlerinin sorumluluğunu yüklenmek, üzerine almak olmalı.

Cansever’in bu ‘vasiyet’inin ortaya çıkmasına vesile olan DÜZENLİ’ye ve KLASİK yayınlarına teşekkür ediyoruz.

Turgut Cansever’i zihninizde ve hayatınızda “İDRAK VE İNŞA” etmek istiyorsanız başvuracağınız yegâne kaynak kitap niteliğinde İDRAK VE İNŞA’yı okumalısınız ! Süzerek, derinliğine, genişliğine ve içselleştirerek…

(Günebakış, 9 Eylül 2009)

1 Eylül 2009 Salı

ALİ ŞÜKRÜ BEY'İ MAHİR İZ'DEN DİNLEMEK...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ve Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Trabzon milletvekili olan Şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey, cumhuriyet dönemi “siyasi cinayetler ve suikastler” tarihimizin en önemli şahsiyetidir.

Öyle bir şahsiyet ki !!!

O’nun şahsiyetini bir de Mahir İz’in “Yılların İzi” isimli hatırâtından dinleyelim. “Trabzon Meb’usu Ali Şükrü” başlığıyla, bizzat gördüğü, müşahade ettiği öyle muhteşem bir Ali Şükrü Bey portresi çiziyor ki Mahir İz; biz bu tablodan Trabzon’lu bir siyasî şahsiyetin “nasıl olması” gerektiğini çıkarıyor ve bugünün siyasîlerinin ‘siyasî kimlikleriyle birlikte şahsiyetlerini test edecekleri, örnek alacakları abideleşmiş bir “duruş adamı”nı görüyoruz.

Mahir İz (1895-1974) Bey; Birinci Büyük Millet Meclisi Zabıt Kalemi’nde çalışmış, o günlerin olaylarına bizzat şahit olmuş, gizli celselerde bulunmuş ve yaşadıklarını “hâtırât” haline getirmiş önemli şahsiyetlerden birisidir. Kendisine rahmet dileyerek, hâtıratının Ali Şükrü Beyle ilgili oldukça önemli kısımlarını o akıcı üslubuyla iktibas edelim:

“Ben söylediğim sözü bilirim !”

“Ali Şükrü Bey, İstanbul Meclis-i Meb’usân’ından Birinci Büyük Millet Meclisi’ne iştirak edenlerdendi. Bahriye binbaşılığından emekli olmuştu. İstanbul Donanma Cemiyeti İkinci Reisiydi. İlgiltere’de okumuştu.

Meclisin açıldığı ay içinde, bir gün, meclis’de riyâset makamında Gümüşhane meb’usu Hasan Fehmi Bey bulunuyor ve celseyi idare ediyordu…

Bir kanun müzakeresi sırasında söz isteyenleri riyâset divânı yazmaya başladı. Neticede Reis Hasan Fehmi Bey; “Efendim, ondört kişi söz aldı, isimlerini okuyorum” dedi. Daha liste tamamlanmadan, gözlüklü ve Osmanlı bıyıklı genç bir zât salon kapısının sağ tarafındaki orta köşesinden haykırdı. “Reis Bey! Söz istiyorum. Ben üçüncü olarak söz almıştım, sekizinci sırada okudunuz, lütfen listeyi tashih buyurun” dedi. Reis: “Efendim ! Biz burada divan katipleri beylerle üç kişiyiz, sizden daha iyi görürüz, listede yanlışlık yoktur” deyince; “Reis Bey! Ben söylediğim sözü bilirim. Dikkat etmiştim, üçüncü olarak söz aldım, hakkımı istiyorum” dedi. Reis bunun üzerine: “Ali Şükrü Bey! Müzakereyi ihlâl ediyorsunuz, hakkınızda nizamnâme-i dahiliyi tatbik edeceğim” dedi. Ali Şükrü, hak istemeye devam edince: “Rica ederim Ali Şükrü Bey ! obstrüksiyon (tıkanlıklığa sebep olma) yapıyorsunuz, hakkınızda….” Derken Ali Şükrü Bey salonu terk etmişti.

Ben o zaman sonradan zabıt müdîri olan mümeyyiz Zeki Bey’e: “Bu zâta dikkat edelim, küçük bir hakkını korumak isteyen bu zât ileride çok mesele çıkartacaktır” demiştim. Öyle de oldu. “

Mahir İz Bey, Hilâfetin kaldırılmasına ilişkin teklifin Büyük Millet Meclisi’nde gizli celsede müzakeresiyle ilgili de şunları yazıyor:

“ Hilâfetin lağvı lüzûmuna dâir olan teklifin müzâkeresine gizli celsede başlanmıştı. Çok hararetli müzakereler oldu, gece yarısına kadar devam etti. Teklif eden tarafın sözcüsü Bahriye Vekili İstiklâl Mahkemesi Reisi İhsan Bey’di. Buna muhalif olan karşı tarafın da kendiliğinden meydana çıkan sözcüsü Trabzon Meb’usu Ali Şükrü Bey’di. Muhâlifler, söz sıraları gelince kürsüye çıkıp fikirlerini söylediler, mes’elenin müdafaasını yaptılar. Ancak Ali Şükrü Bey kürsüye belki onbeş kere çıktı.

“Ben bu işin fedâisiyim !”

Artık vakit çok geç olmuş, herkes de yorulmuştu. Fakat Ali Şükrü Bey ayakta hatibi dinliyordu. O sırada yine kürsüye yaklaşarak konuşan hatibe cevap vermek üzere söz istedi ve kürsüye yaklaşmaya başladı. O anda, Mersin meb’usu Selâhaddin Bey’in her zaman oturduğu kürsüye yakın ilk sırada ortada Raûf Bey oturuyordu. Önüne doğru gelen Ali Şükrü Bey’i belinden tutarak: “Şükrü! Yeter, yeter! Şükrü, artık söz alma!” deyince, Ali Şükrü Bey birdenbire Raûf Bey’e dönerek: “Raûf ! Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” dedi ve kürsüye çıktı…”

Mahir İz Bey, hâtıratının burasında bir dipnot düşerek şunları ilâve eder: “Ali Şükrü Bey’in iddiası şuydu. Bütün dünyadaki İslâm âlemi tekmîl rûhuyla, vicdâniyle Makam-ı Hilâfet’e bağlıydı. Bu kuvveti ihmal etmek adeta bir hiyanet-i vataniye idi. Hâfi celsede Ali Şükrü Bey’in Rauf Bey’e dönerek: “Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” demesi, bu büyük kuvvetin alemşumûl tesirine inandığı içindi. İngilizlerin yıpratmak istedikleri bu kuvvet idi. Bu parçalanınca, kavmiyet üzerine kurulan milliyet mefhumu, dinleri müşterek milletler üzerinde yavaş yavaş tesirini gösterecek ve istenen parçalanma hâsıl olacaktı.”

Devam ediyor Mahir İz:

“O sırada ben, zabıt müdîri Zeki Bey’e: “Ali Şükrü Bey bu gece idâm fetvâsını eliyle imzâ etti.” Dedim. Nitekim o sözüm de çıktı.

Ali Şükrü Bey, “Tanyeri” adıyla bir gazete çıkarıyordu. Balıkesir meb’usu Hasan Basri Çantay Bey de yazı işleri müdîri idi. Gazetede şiddetli makaleler çıkıyordu. Hatta ordu müfettişi olup, o sırada meb’us bulunan Mersinli Cemal Paşa da makalelerini oraya veriyordu. Ali Şükrü Bey, Amerika Cumhurreislerinin terceme-i hallerini yazıyor, zaman zaman nasıl riyasetten feragat ettiklerini gösteriyor ve bu suretle adeta ‘demokrasi’ dersleri vermek istiyordu. Bütün hüviyetiyle meydana atılan hararetli bir Halk Partisi muhalifi idi. İşte bu esnada karşısına Topal Osman çıkarıldı…

Topal Osman’ın yüzelli neferi bulan çetesi, Çankaya’da resmi muhafız kıt’asının teşekkülünden evvel, orada Mustafa Kemal Paşa’yı koruma vazifesini görüyordu. Sonra bir muhafız taburu teşekkül etti. Kumandanlığına da İsmail Hakkı (Tekçe) tayin edildi. Onlar da Çankaya’nın diğer tarafında mevzi aldılar. Artık Osman Ağa’nın çetesine lüzum kalmamıştı. Fakat kimse buna ses çıkarmaya cesaret edemiyordu. Meclisin polisi, komiseri bile tabancasını kapıda bırakmak suretiyle meclise girebilirken, bu çete efradı, pürsilah hatta küçük bombalarıyla ‘sellemehüsselam’, yani hiç kimseden izin almak lüzumunu hissetmeden doğrudan doğruya meclise giriyorlar ve toplantı salonunun kapısını açıp içeriye birkaç kişi toplu halde bakabiliyorlardı. Bu çete, şehirde nizam ve intizamı, hem de nizamiye askeri kışlasında askeri disiplini bozacak tavırlar takınmaya başladı. Elbette bu gayr-i tabii hal devam edemezdi. Galiba “bir taşla iki kuş vurulsun” diye Ali Şükrü Bey’in izale-i vücudu Topal Osman’a havale edildi…”

Önceki yazılarımızda yazdığımız üzere, Ali Şükrü Bey, Topal Osman ve çetesi tarafından boğdurularak şehid ediliyor.

Devam ediyor Mahir İz:

“İş Meclis’e aksetti, Meclis büyük bir heyecan içindeydi. Bu atmosferde havayı koklayan çeteden pür-silah boş on kişi Meclis müzakere salonu kapısından eğilip içeri bakıyorlardı. Her zaman haklı gördüğü bütün hadiselerde, o tiz ve keskin sesiyle gürleyen Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey söz istedi. O sırada İcra Vekilleri Reisi olan Rauf Bey, kürsüden izahat veriyordu. Hüseyin Avni Bey: “Rauf Bey! Katilleri biz sizden istiyoruz” deyince Rauf Bey: “Katilleri mutlaka Meclis-i Ali’ye getireceğim” dedi ve bu sözü o kadar samimi ve o kadar candan söyledi ki, sanki katiller hapishanede elinin altındaydı…”

Cinayetin Topal Osman ve çetesi tarafından işlendiği ispatlandıktan sonra Topal Osman çatışmada öldürülüyor ve cesedi meydanda asılıyor. Çetesi de dağıtılıyor.

Cenaze ve iki mizaç hususiyeti…

Mahir İz, duygulu bir şekilde şöyle devam ediyor:

“Ali Şükrü Bey’in, ‘kurb-ı Zü’l-Celâl’e tayerân eden mübarek ruhunun na’şı Hacı Bayram Camii’ne getirildi. Meclis’teki bütün memurlar ve belki diğer devlet dairelerinin memurları arasında yalnız ben, derin bir üzüntü içinde cenâzeye iştirak ettim. Hayatımda ilk taşıdığım tabut da, mübârek şehid merhûm Ali Şükrü Bey’inki idi. Umulmayan büyük bir kalabalıkla cenâze teşyi’ edildi..”

Mahir İz, o akşam evine gider ve kendi deyimiyle “büyük bir teessür (ızdırap) içinde” ‘Şehid-i Millet Ali Şükrü Bey’in Rûh-ı Mübecceline” adını verdiği (4 Nisan 1339 Rûmî, 1923) bir mersiye yazar.

Sonra…. Sonrasını da kendisinden okuyalım:

“Sabahleyin erkenden Tâceddin Dergâhı’na gidip Mersiye’mi Mehmed Âkif Bey’e gösterdim. Merhum faziletkar üstadım Akif Bey şiiri sessizce okudu ve durdu, düşündü. Ben “Tanyeri” gazetesinde neşrini istemiştim; Akif Bey, “şimdilik dursun” dedi. Emrine ittiba ettim. Cenab-ı Hak, Ali Şükrü Bey merhumu Cennât-ı âliyâtında müstağrak-ı gufran buyursun, âmin.”

Biz de Mahir İz Beyin duasına iştirak edelim ve şunu söyleyelim ki:

Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşlarından olan İstiklâl Marşı Şairi Mehmed Âkif’in “mizâc hususiyeti”nden kaynaklanan “teskin edici” tavrı ile, olayla ilgili Meclis kürsüsündeki konuşmalarıyla Meclisi titreten Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey arasındaki “duruş farkı”na işaret edelim. Teessüfle belirtelim ki; Birinci mecliste Ali Şükrü Beyin bir diğer yakın arkadaşı olan Karesi mebusu Hasan Basri Çantay’ın, Sebilürreşad sahibi Eşref Edib’in ve yakınında bulunan bazı “dostları”nın da Ali Şükrü Bey’in katline dair suskunlukları da oldukça mânidardır !

Kader… Böyle olması gerekiyordu ve oldu.

Tüm Trabzon’lular gibi özellikle de Trabzon’un milletvekilleri, şahsiyetli “siyasî duruş”unun bedelini hayatıyla, yâni şehadetle ödeyen Ali Şükrü Bey’i örnek alabilir mi dersiniz ?

(Günebakış, 2 Eylül 2009)