Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
“Tarihî aidiyet zorlayıcıdır” gerçeğinden yola çıkarak şehrimize dair bazı gözlemler yapmaya çalışalım…
Bir medeniyetin yeniden idrak, inşa ve ihyası için medeniyet bilincini kaybetmemiş kuşaklara o medeniyetin yüklediği görev; mecburiyetin de ötesinde bir “mahkûmiyet bilinci”ne dönüşebilmelidir.
“Buna mecburum !”un ötesinde “buna mahkûmum !” diyebilmek…
“Mahkûmiyet bilinci”… Yeniden idrak, inşa ve ihyanın gerektirdiği bir “kabul”… Yüklenilen görevin bilincini kemâliyle taşıma hali… “Farkında olunan” bir mahkûmiyet… Niçin ve neye mahkûm olunduğunun idraki… Taşımaya mahkûm olduğumuz yükün “azad kabul etmez” bir bilinç düzeyine kavuşması…
Bu mahkûmiyet bilincini; yaşadığımız, ait olduğumuz şehre indirgeyebiliyorsak, işte orada farklı bir “şehirlilik bilinci”ne de kavuşuruz. Bu bilinç; Hacı Bayram Veli’nin “Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm; Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.” dediği bir “hal”dir.
Şehirlilik bilinci, mahkûmiyet bilincine dönüşebiliyorsa anlamlıdır ! Yoksa “kentlilik bilinci” nakaratlarının kol gezdiği, kent söylemlerinin uçuştuğu, yapay ilişkilerin ‘gerçek’ yerine konulduğu sıradan, tekdüze bir hayatı yaşadığımızın bile farkında olamayız.
“Mahkumiyet bilinci”ni ancak “geçmişi olan şehirler” insana idrak ettirir. Şehrin hakikatlerinin hayallerinizi, hayallerinizin de şehrin hakikatini beslediği bir şehir, “tarihî aidiyet”in zorladığı bir mahkûmiyet bilincine kapı aralar…
Bu bilinçtir ki “geçmişi olan şehri” yeniden idrak edebilir, yeniden kurabilir.
Turgut Cansever, “İstanbul’u Anlamak”ta şunları söyler:
“İster Platon’un şehri olsun, ister İstanbul, New York ya da Tokyo, prensip olarak şehir kurmak en büyük erdem olma geçerliliğini sürdürüyor. Niçin? Çünkü insan hayatının, varlığının en karmaşık meselelerinin, en büyük çelişkilerinin yoğun bir şekilde çıktığı yerde, bunların ahenginin kabul edilebilir, saygıdeğer amaçlara yönelik olarak bir araya getirilmesini mümkün kılan erdemdir şehir kurmak…”
Cansever’in “en büyük erdem” kabul ettiği “şehir kurmak”, mahkûmiyet bilincinin şehre adapte olmuş halidir. Şehir kurmak, ‘geçmişi olan şehri’ yeniden hafızalarda harekete geçirmek ve ‘güncellemek’tir.
Hangi şehri?
“İnsana bulanık bir akvaryumdaymış izlenimi veren” şehri değil.
Hayâl ettiren,
Mecbur ettiren,
Mahkûm ettiren şehri !
Bu şehirler vardır ve yeniden “idrak”i bekliyor !
“Var olan” bu şehirlere “varabilmek”, “mahkumiyet bilinci”ne “erişmek”le kaimdir deriz !
Mahkûmiyet bilinci “hayliyce idrak isteyen” bir iradî çabanın sonucudur.
Mahkûmiyet bilinci’ne kavuşabilmek için “nelere sahip olduğumuz”la birlikte “neleri yitirdiğimiz”i de bilmek gerekiyor. Bu anlamda Berger, eserlerinden birisinde önemli şeyler söyler:
“İnsanlar her yerde –çok farklı koşullarda-kendilerine “neredeyiz?” sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?”
Bu soruları “mahkumiyet bilinci”ne sahip insan, “varoluşunun anlamı”nı kavrayarak verebilir.
Biz şehrimizi, bizi tüm eşya ve varlıklar gibi, “asılları idrak ettirecek gölge”lerin sergilendiği, tezyin ve tanzim yeri olduğu için kıymetli biliyoruz, önem veriyoruz. Bu anlamda “mahkumiyet bilinci” aslında “varoluş bilinci”yle örtüşüyor.
Yazımı fazla derinleştirmeden ve sadece iki kelimeden ibaret “mahkumiyet bilinci”ni hatırlatmak bile yeter diyor, ve Turgut Cansever’in anlattığı bir Uzakdoğu hikayesiyle bitiriyorum:
“Konfüçyüs bir gün dere kenarında oturuyor, dere çok hızlı akıyor ve çok derin. Karşıya bir ihtiyar geliyor. İhtiyarın dereyi geçmek istediğini anlayan Konfüçyüs, öğrencilerine “Dereyi geçemez, gidin, ihtiyara söyleyin” diyor. Öğrenciler gidip ihtiyara söylüyorlar. İhtiyar hiç oralı olmuyor. Dereye giriyor ve karşıya geçiyor. Bunun üzerine Konfüçyüs öğrencilerini alıp ihtiyarın yanına gidiyor. “Ya ben hiçbir şey bilmiyorum, ya sen çok şey biliyorsun ihtiyar, dereyi nasıl geçtin?” diye soruyor. İhtiyar “Önce dereyi geçmeye karar verdim, sonra kendimi beni karşıya geçirecek akıntılara teslim ettim” diyor. Konfüçyüs talebelerine dönüyor ve diyor ki: “İhtiyarı iyi dinleyin. O akıntılara güvendi ve karşıya geçti. İnsana neden güvenilmesin?”
Bu hikâye çok şey anlatmalı..
Şehrimizi yüklenecek, her biri “mahkumiyet bilinci”ne sahip insanımızı hayal etmek de boş bir hayal olmasa gerek…
Mahkûmiyet bilincini kuşananlar, şehrine koşanlardır, şehriyle kucaklaşanlardır !
(Günebakış, 23 Eylül 2009)
duzenliyahya@gmail.com
“Tarihî aidiyet zorlayıcıdır” gerçeğinden yola çıkarak şehrimize dair bazı gözlemler yapmaya çalışalım…
Bir medeniyetin yeniden idrak, inşa ve ihyası için medeniyet bilincini kaybetmemiş kuşaklara o medeniyetin yüklediği görev; mecburiyetin de ötesinde bir “mahkûmiyet bilinci”ne dönüşebilmelidir.
“Buna mecburum !”un ötesinde “buna mahkûmum !” diyebilmek…
“Mahkûmiyet bilinci”… Yeniden idrak, inşa ve ihyanın gerektirdiği bir “kabul”… Yüklenilen görevin bilincini kemâliyle taşıma hali… “Farkında olunan” bir mahkûmiyet… Niçin ve neye mahkûm olunduğunun idraki… Taşımaya mahkûm olduğumuz yükün “azad kabul etmez” bir bilinç düzeyine kavuşması…
Bu mahkûmiyet bilincini; yaşadığımız, ait olduğumuz şehre indirgeyebiliyorsak, işte orada farklı bir “şehirlilik bilinci”ne de kavuşuruz. Bu bilinç; Hacı Bayram Veli’nin “Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm; Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.” dediği bir “hal”dir.
Şehirlilik bilinci, mahkûmiyet bilincine dönüşebiliyorsa anlamlıdır ! Yoksa “kentlilik bilinci” nakaratlarının kol gezdiği, kent söylemlerinin uçuştuğu, yapay ilişkilerin ‘gerçek’ yerine konulduğu sıradan, tekdüze bir hayatı yaşadığımızın bile farkında olamayız.
“Mahkumiyet bilinci”ni ancak “geçmişi olan şehirler” insana idrak ettirir. Şehrin hakikatlerinin hayallerinizi, hayallerinizin de şehrin hakikatini beslediği bir şehir, “tarihî aidiyet”in zorladığı bir mahkûmiyet bilincine kapı aralar…
Bu bilinçtir ki “geçmişi olan şehri” yeniden idrak edebilir, yeniden kurabilir.
Turgut Cansever, “İstanbul’u Anlamak”ta şunları söyler:
“İster Platon’un şehri olsun, ister İstanbul, New York ya da Tokyo, prensip olarak şehir kurmak en büyük erdem olma geçerliliğini sürdürüyor. Niçin? Çünkü insan hayatının, varlığının en karmaşık meselelerinin, en büyük çelişkilerinin yoğun bir şekilde çıktığı yerde, bunların ahenginin kabul edilebilir, saygıdeğer amaçlara yönelik olarak bir araya getirilmesini mümkün kılan erdemdir şehir kurmak…”
Cansever’in “en büyük erdem” kabul ettiği “şehir kurmak”, mahkûmiyet bilincinin şehre adapte olmuş halidir. Şehir kurmak, ‘geçmişi olan şehri’ yeniden hafızalarda harekete geçirmek ve ‘güncellemek’tir.
Hangi şehri?
“İnsana bulanık bir akvaryumdaymış izlenimi veren” şehri değil.
Hayâl ettiren,
Mecbur ettiren,
Mahkûm ettiren şehri !
Bu şehirler vardır ve yeniden “idrak”i bekliyor !
“Var olan” bu şehirlere “varabilmek”, “mahkumiyet bilinci”ne “erişmek”le kaimdir deriz !
Mahkûmiyet bilinci “hayliyce idrak isteyen” bir iradî çabanın sonucudur.
Mahkûmiyet bilinci’ne kavuşabilmek için “nelere sahip olduğumuz”la birlikte “neleri yitirdiğimiz”i de bilmek gerekiyor. Bu anlamda Berger, eserlerinden birisinde önemli şeyler söyler:
“İnsanlar her yerde –çok farklı koşullarda-kendilerine “neredeyiz?” sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan bir tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?”
Bu soruları “mahkumiyet bilinci”ne sahip insan, “varoluşunun anlamı”nı kavrayarak verebilir.
Biz şehrimizi, bizi tüm eşya ve varlıklar gibi, “asılları idrak ettirecek gölge”lerin sergilendiği, tezyin ve tanzim yeri olduğu için kıymetli biliyoruz, önem veriyoruz. Bu anlamda “mahkumiyet bilinci” aslında “varoluş bilinci”yle örtüşüyor.
Yazımı fazla derinleştirmeden ve sadece iki kelimeden ibaret “mahkumiyet bilinci”ni hatırlatmak bile yeter diyor, ve Turgut Cansever’in anlattığı bir Uzakdoğu hikayesiyle bitiriyorum:
“Konfüçyüs bir gün dere kenarında oturuyor, dere çok hızlı akıyor ve çok derin. Karşıya bir ihtiyar geliyor. İhtiyarın dereyi geçmek istediğini anlayan Konfüçyüs, öğrencilerine “Dereyi geçemez, gidin, ihtiyara söyleyin” diyor. Öğrenciler gidip ihtiyara söylüyorlar. İhtiyar hiç oralı olmuyor. Dereye giriyor ve karşıya geçiyor. Bunun üzerine Konfüçyüs öğrencilerini alıp ihtiyarın yanına gidiyor. “Ya ben hiçbir şey bilmiyorum, ya sen çok şey biliyorsun ihtiyar, dereyi nasıl geçtin?” diye soruyor. İhtiyar “Önce dereyi geçmeye karar verdim, sonra kendimi beni karşıya geçirecek akıntılara teslim ettim” diyor. Konfüçyüs talebelerine dönüyor ve diyor ki: “İhtiyarı iyi dinleyin. O akıntılara güvendi ve karşıya geçti. İnsana neden güvenilmesin?”
Bu hikâye çok şey anlatmalı..
Şehrimizi yüklenecek, her biri “mahkumiyet bilinci”ne sahip insanımızı hayal etmek de boş bir hayal olmasa gerek…
Mahkûmiyet bilincini kuşananlar, şehrine koşanlardır, şehriyle kucaklaşanlardır !
(Günebakış, 23 Eylül 2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder