Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
“Kitaplık dava”, “kitaplık çap”, “kitaplık şahsiyet”, “kitaplık destan”a bir de “kitaplık şehir”i ekleyerek başlayalım…
Derler ki; Osmanlı Sultanı IV. Murat, insanları ikiye ayırırdı: “Kitapları takip eden insanlar ve kitapların takip ettiği insanlar!” Müthiş ! Dünya hakimi bir ülkenin sultanının, insanları “kitap referanslı” değerlendirmesi oldukça önemli. Bu cümlede Osmanlı “fetih”lerinin ruhunu yakalamak da mümkün. Sahip/hakim olduğu topraklara atıf yaparak şöyle de diyebilirdi: “Toprakları takip eden insanlar. Toprakların takip etitği insanlar.” Veya hazinesine gönderme yaparak: “Servetleri takip eden insanlar. Servetlerin takip ettiği insanlar.” Örnekleri çoğaltmak mümkün. “Değer” olarak sadece kitabı referans alarak, insanları tasnif ediyor.
IV. Murad’ın “kitap”ı referans almasının sebebi nedir bilmiyoruz. Bildiğimiz o ki; Osmanlı Sultanları’nın “yaptıkları her işte kitap”tan yola çıkıp gene kitaba vardıklarını yâni, uygulamalarının sonucunu “kitapla test” ettiklerini, milyonlarca arşiv belgesinden, Osmanlı kroniklerinden ve diğer kitaplardan okuyoruz, biliyoruz. Kitabın doğrulamadığı, kitabın ‘cevaz vermediği’ hiçbir şeyin meşruiyeti yok…
Şehrimizi bize ‘açan’ Fatih’in, ülkesinin en geniş coğrafya ve nüfusa sahip olduğu, şehrimizde 23 yıl Valilik yapan Yavuz Sultan Selim ve şehrimizde doğan Kanuni Sultan Süleyman’ın “kitap”ları takip edenlerden olduğu gibi, ‘kitapların takip ettikleri’nden olduğuna vurgu yapmaya gerek yok. “Hayatları kitap, kitapları hayatları” olan bu üç Sultan’ın ruh ve biyolojik genlerinde Trabzon’un önemli izleri bulunduğunu söylemek gerekiyor mu?
Trabzon’un modern zamanlarda tarihî hafızasına yabancılaşma eğilimini düşündüğümüzde böyle bir hatırlatmayı yapmak gerekiyor. Hafızası bütünüyle silinmemiş ancak, tarihî hafızasıyla bugünkü eğilimleri arasında kapanması zor bir açılma olduğu görülüyor. İdrak ve enerjisini sarfettiği alanlara veya bugünkü ‘şehir referansları’na baktığımızda, geçmişine yönelik hatırlatmalara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Kitabı rehber edinen bir dünyanın şehirleri “kitap şehir”lerdir, “kitaplaşmış şehir”lerdir.
Trabzon tarihsel çizgisinde, önemli bir kitabın hissederek-hazmederek satır satır okunması gibi takip ediliyor, okunuyordu. “Kitapların takip ettiği insanlar”ı kendisine doğru çeken bir şehir, içerisinde yaşayanlarla ‘takip edilen’ bir şehirdi.. Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin rüya ve dehasının tecelli ettiği yâni, “kitapların takip ettiği insanlar”a yatak olan bir şehir, bugün “ne olduğu”nu, “nereye gideceği”ni, “ne ile uğraştığı”nı sorgulamaya ihtiyaç hissetmemeli !
Çünkü; bir zamanlar şehir bir kitap gibi okunuyordu. Kitabın cildi de sayfaları da insanı büyülüyordu !
Bir zamanlar “kitapla hayat bulan” şehrin insanlarının bugün kitaptan “bîtap:bitkin“ düşmesi nasıl açıklanabilir? Şehir kitapla bağını kopardığı an, ‘kendisi olmak’tan çıkıp başkalaşmaya başlar.
Bugünün Trabzon’una baktığımızda “kitapları takip eden”lerin yerine “stadları takip eden”lerin kütlesel ifadesi, artık kitapları “terk” ettiğimizi gösteriyor. Kitapların sayfalarının değil de, büyülenmiş gibi futbol karşılaşmasının dakikalarının çevrildiği bir şehirde tarih koridorlarında halâ ayak sesleri duyulan “kitapları takip edenlerle, kitapların takip ettikleri”, bir şey ifade ediyor mu?
Şehir kütüphaneye değil ‘arena’ya dönüşüyorsa, orada kitabın adı ve yeri yoktur ! Günümüzün metropolleri, şehirleri böylesine bir arenalaşmış şehirlere dönüşüyor.
Tarihin Roma arenalarındaki gladyatörleri ile bugünün stadyumlarındaki futbolcuları düşünün. Etimoloji’de “gladyatör; gösteri için savaşan kişi”, “Gladyus; Galyalı’lara özgü kılıç” olarak tanımlanıyor. Bugün de ‘futbol topu’nun ‘gladyus’ haline gelmesi ve “stadyum–arena iştahının şehrin bütününe yayılması, enerjinin nerelerde heba edildiğini gösteriyor…
Şehirde her şeye yer var, kitaba yer yok ! Hem de medeniyet şehirlerinde. Paketlenmiş, ‘bizim de kütüphanelerimiz var’ yolu şehir mobilyası cinsinden kitap ve kütüphaneden bahsetmiyoruz.
Üstad Necip Fazıl 1939’da “Tefessüh Vesikaları” başlıklı yazısında “kıyamet gününde güneşin, battığı yerden doğacağı söylenir. Bu işaret, bir bünyenin, tefessüh ettiği zaman itiyatlarına (alışkanlıklarına) zıd faaliyetlere geçeceğini ihtar içindir.” diyor. Bir şehir de tefessüh (çürüme, bozulma) ettiği zaman; bünyesine aykırı faaliyetleri, ‘bünyesinin gereği’ imişçesine üretmeye, tekrar etmeye başlar.
Şehrimizde futbolla kitap arası bir mukayese yapıyoruz sanılmasın. Futbola yöneltilen, sevkedilen enerjinin “kitap”ı nasıl dışladığına, kitaptan uzaklaşıldığına vurgu yapmak istiyoruz. Kitapların sayfalarını kapatıp stadyumlardan seslerin yükseldiği yeri ağırlık merkezi alan bir şehrin akıbetini düşünün !
Her şehir geleceğe bıraktıklarıyla hatırlanır. Kitabı terk etmiş şehirler, hafızasını terk etmiş, geleceğini heba etmiş şehirlerdir..
Tarihte şehirler sadece coğrafi ve stratejik konumuyla değil, düşüncede açtıkları çığırlarla da hatırlanırlar. “Ekol şehirler” dediğimiz bu şehirler medeniyet merkezleri olmuş şehirlerdir. Bağdat Ekolü, Basra Ekolü, Medine Ekolü, vs.. Çoğaltmak mümkün.. Batı için de böyle… “Kütüphane” dediğimizde hemen hatırladığımız “kütüphane şehirler”: İskenderiye, Kurtuba, İstanbul, Konya, Bağdat, Kazan…
“Kitap ve Şehir” ilişkisinden bir şehrin “kitap deposu” olmasını değil; kitabın ve kütüphanenin ‘talep edilebilir değer’ haline geldiği bir “bünye”leşmeyi kastediyoruz. Bu bünye; resmî törenlerin sembolik kitap dağıtmalarıyla, ya da devlet memurlarına, öğrencilere ‘zorla kitap okutmakla’ oluşmuyor… Okuyucusu olmayan, sadece tabelasından ibaret kütüphane açmakla da olmuyor…
Peki neyle oluşur ? Kitabı “talep edilebilir” hale getirecek bir zihni koridor açmakla, bünye oluşturmakla…
Şehirlerimizde, şehrimizde böyle bir “bünye”ye doğru gidiş var mıdır? Henüz böyle bir alâmet mevcut değil. Gene Üstad’ın deyimiyle; “Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfleyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralarıyla dolu…”
Şehir kitaba dönmeli…
Trabzon, futbolundan çok kitaplarıyla hatırlanabilen, referans şehir olmalıdır !
Kitapları takip edenler, sonuçta kitapların takip ettikleri olurlar !
(Günebakış, 30 Aralık 2009)
28 Aralık 2009 Pazartesi
21 Aralık 2009 Pazartesi
DONMUŞ BİR ŞEHRE İKİ FARKLI BAKIŞ..
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Küba’lı yazar Cabrera Infante, kültür-sanat-mimari çözümlemeleri yaptığı “Şehirler Kitabı”nda, tarihî geçmişi bulunan birçok Batı şehrini dolaşır ve anlatırken yıllardır uzak kaldığı kendi şehri Havana’dan bahsederken “Havana’nın görkemini başka kentlerde aradım” cümlesini kullanır. Bir süre yaşadığı, çok etkilendiği ve hayran olduğu Brüksel’i anlatırken ise “..Her fırsatta Brüksel’e dönüyorum. Yolculuklarda, rüyalarda… Kent hayatımda o kadar önemli bir yer kaplar ki, kenti hiç tanımayan dostlara anlattığımda, Brükseloza tutulduğumu ileri sürerler…” der. Yâni bir “şehir hastalığı”na tutulduğunu söyler…
Küba’lı yazar Cabrera Infante, kültür-sanat-mimari çözümlemeleri yaptığı “Şehirler Kitabı”nda, tarihî geçmişi bulunan birçok Batı şehrini dolaşır ve anlatırken yıllardır uzak kaldığı kendi şehri Havana’dan bahsederken “Havana’nın görkemini başka kentlerde aradım” cümlesini kullanır. Bir süre yaşadığı, çok etkilendiği ve hayran olduğu Brüksel’i anlatırken ise “..Her fırsatta Brüksel’e dönüyorum. Yolculuklarda, rüyalarda… Kent hayatımda o kadar önemli bir yer kaplar ki, kenti hiç tanımayan dostlara anlattığımda, Brükseloza tutulduğumu ileri sürerler…” der. Yâni bir “şehir hastalığı”na tutulduğunu söyler…
Bir şehri sevmenin, ona ait olmanın bağımlılığa, bağımlılığın da hastalığa dönüşmesi… İnsanın şehrine karşı böylesine bir hastalığa tutulması, baktığı her şeyde hastalığını depreştirir.
Acaba, doğmadığı ancak uzun süre dolaştığı sonra terk ettiği bir şehre “hastalık” derecesinde bağımlı olmak, “kendi şehri”nden ayrı kalmanın hasretinden mi kaynaklanmaktadır?
Bir süredir İnfante’nin altının çizilmesi gereken bu sözlerini yazıma taşımayı, değerlendirme yapmayı düşünüyordum. Geçen hafta, “şehir kültürü” ile ilgili ortak duyarlılıklar taşıdığım Brüksel’e bir seyahat gerçekleştiren kadîm bir dostumun Brüksel’le ilgili bir haftalık intibalarını dinlediğimde; bir şehre “hastalık derecesinde” tutkun olmanın onun “bakışı” ile, “dünya görüşü” ile, “medeniyet idraki” ile ilgili olduğunu da tekrar hatırlatmak gerekiyor.
Brüksel’le ilgili gözlemlerini birkaç cümleyle şöyle özetlemişti dostumuz: “Brüksel; tıpkı bir maket gibi kristalize olmuş, ruhsuz, kasvetli bir şehir… Kendinizi ruhsuz binalarla kuşatılmış ıssız bir şehirde hissediyorsunuz. Resmî kurumlar, oteller, parlamento, vs. gibi insana ezercesine yukarıdan bakan dev binalar… Fas’lı, Cezayir’li ve Türkiye’den oraya yerleşenler olmasa neredeyse hayat bütünüyle donmuş…“ Gözlemlerini özetlediğim dostumuz, sözün burasında “Caddelerinde insan, gökyüzünde uçan kuş yok, ağaçlarına konan kuş yok. Caddeleri bomboş, gökyüzü bomboş.. Onun için de kirlenmemiş. Kim kirletecek ki? Şehri kirletmenin de bazen ‘erdem’olduğunu orada hissettim… İstanbul, Bursa gibi kendi şehirlerimiz ise ‘hayat dolu’ şehirler… ”
Dostumuzun tesbitleri şüphesiz kendi “bakışı”yla ilgili… Öyle baktığı için öyle görüyor. Ancak söylediklerinde önemli bir “gen farklılığı”na da işaret ediyor.
Genellemenin bazen yanıltıcı olduğu, görme kaybına sebep olduğu notunu düşerek belirtmek gerekirse, batı şehirlerinde yaşanan fakat pek dile getirilmeyen insanı “tutsak” eden tarafı şu: Teknolojinin şehirleri istilâsı, insanları mekanik yaratıklar olarak kümeler halinde şehre tıkayıp, manyetik alanında ‘kendi istediği gibi’ kumanda ederken, kuşları ve diğer evcil hayvanları da kaçırıyor. Onlara bile şehri terk ettiriyor. Yâni insan, şehirde teknolojik ve mekanik bir anestezi halini yaşıyor ve hiçbir şeyin farkında değil. Kuşlar, hayvanlar daha “insanî !!!”. Hürriyetin ne olduğunun farkındalar ve onun için ‘teknolojik kent’i terkediyorlar adeta !
Aslında dostumuz yukarıdaki sözlerinde haklı. Niçin? Sadece ‘Brüksel’ adının etimolojisine bakmak yeter. C. Infante “Brüksel” adının “bataklıkta yerleşim” anlamına geldiğini söylüyor. Sanki Brüksel, adına uygun bir şekilde kurulmuş, dizayn edilmiş ve bugünlere taşınmış.
İlginçtir ki; ne Infante adını duyan, ne de kitabından haberdar olan dostumuzun yukarıdaki Brüksel intibalarından sonra Infante’nin “Şehirler Kitabı”nın Brüksel’le ilgili gözlemlerini tekrar okuduğumda, dostumun anlattıklarıyla örtüşen ilginç benzerlikler buldum.
Şöyle: Infante üç yıl kaldığı Brüksel’de bir müzedeki tabloyu anlatıyor:
“Bu küçük ama büyük müzede, Felemenk resminin bir başka başyapıtı olan, anonim bir ressamın Kuşlu Kız tablosu görülebilir. Alınan yola ve yorgunluğa değer. Bu dingin üzgün resim bir kız çocuğunun portresidir. Ressam çocuğun bedeninin hemen hemen tümünü resmetmiş, kızın elindeyse bir kuş vardır. İlk algılanan katıksız bir sükûnettir. İzleyici tuvale yaklaştıkça, çocuğun ciddi, fazlasıyle ciddi, gittikçe üzgün yüzünü fark eder; bu yüz artık iç çeken bir çocuğun yüzüdür, son bakışta da çocuk ağlamaktadır: Bir gözyaşı yüzünden aşağıya yuvarlanmaktadır. Ancak kuşa bakınca böylesine yoğun bir acıyı anlayabilir insan: Kuş ölüdür.”
Şehirde bulunmayan “ruh”u tabloda seyretmek ! İnsanı şehirde istifleyip hapseden, kuşları uzaklaştıran, kaçıran şehir için ancak böylesine bir tablo anlamlı olabilirdi !
Infante, belki de farkında olmadan bu müzedeki tabloyu anlatmakla, dostumuzun “donmuş, ölü” dediği Brüksel’in fotoğrafını vermiş.
Batı dünya görüşü böylesine bir şehir öneriyor, üretiyor. Bizim derdimiz Brüksel’in “ruhsuz, donmuş, ölü” bir şehir olduğuna vurgu yapmak değil. Brüksel’in yerine, henüz gökyüzünün boşalmadığı, kuşlarının üzerinden çekilmediği kendi şehrimizi koyalım.
Derdimiz kendimizle. Brüksel fotoğrafında kendi şehrimizin geleceğinden endişe ediyoruz !
Infante Brüksel’i sözkonusu ederek dikkate değer şeyler söylüyor: “Kent evleri yarattığı kadar evler de kenti yaratır. Mimari, insanın aramaya çıkmadığı (bir kitapta, bir müzede, bir sinemada) tek sanattır; o bizi arar, bulur, sık sık da saldırır hatta…”
Infante Brüksel’i sözkonusu ederek dikkate değer şeyler söylüyor: “Kent evleri yarattığı kadar evler de kenti yaratır. Mimari, insanın aramaya çıkmadığı (bir kitapta, bir müzede, bir sinemada) tek sanattır; o bizi arar, bulur, sık sık da saldırır hatta…”
Bu cümlelerin en çok yakıştığı yer de “insanın aramaya çıkmadığı mimarinin bizi bulduğu, hatta saldırdığı” Trabzon’dur desek, acaba biz de mi “Trabzoloza tutulmuş” oluruz. ‘İnsanlarından çok kitapları arasında yaşadığımız’ şehrimiz için keşke tutulabilsek! Şehr için hastalığa tutulmak, ‘şehre tutunmak’tır !
“Bizim şehirlerimiz” mi?
Bizim şehirlerimiz de dünya görüşümüzün, medeniyetimizin tecelli ettiği, giydirildiği şehirler(di). Üzerinde yaşayanlar da “hastalık derecesi”nde bir tutku ile şehirlerine bağımlıydılar.
Dostumuzun anlattığı ‘ruhsuz, donmuş, ölü” Brüksel’ini Batı’da aramaya gerek yok. Aslında tüm şehirlerimiz dostumuzun Brüksel’ine dönüşmüş. İnsanlarımızın da anestezi hali devam ediyor. Anestezi ne zaman sona erecek?
(Günebakış, 23 Aralık 2009)
15 Aralık 2009 Salı
“ŞEHİR TASAVVURU”MUZ VAR MI?
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Batılı bir bilge, bilginin ışığında dünyayı inşa edebilmenin “eskilerin eserleri her seferinde daha canlı bir aşkla yeniden okunursa” mümkün olacağını söyler. Kadîm metinleri bu anlayışla okumak gerekiyor. “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir” gerçeğiyle, okunan her eski metin sürekli yenilenen bir muhtevaya sahiptir. Şüphesiz; “eser” ve “metin”in ne olduğunu bilenler için…
Medeniyetimizi mimariye, mimarimizi de medeniyetimize taşıyan, eskileri özümsemiş, onlardan “zamanın yenisi”ni çıkarabilmiş muhakkik mimar Turgut Cansever der ki; “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytani sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük erdem’in, yaradılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir….
Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın, vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve uslüb özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…”
İşte şehrin “ne olduğu”nun kemâl halinde ifadesi… Cennet tasavvurunun dünyadaki yansıması…
İnsanın “fani” olduğunu ve inşa ettiği her şeyin “ölümlü” ve geçici olduğunun idrakini kaybetmeden dünya tasarımlarını mükemmelleştirme çabası… Ve şehir… Yaratılışın yasalarına kayıtsız şartsız uyarak şehir inşa etmesi…
Cansever,şehrin dünyadaki bu temel işlevini “ihtar” etmeden önce de “gırtlağına kadar pislik içerisinde oturup roman okumayı yahut arya söylemeyi insanlar kültür zannediyorlar. O korkunç çirkin dünyaya karşı hiçbir duyarlılığı, hiçbir karşı çıkışı, çözüm getirme çabası olmadan insanlar küçücük bir kompartımanda kendilerini mesut sanıyorlar…” şeklinde feryad ediyor.
Ne ihtarlarını ne de feryâdını hakikatiyle duyan olmadı. Ama o “müdrik insan” olarak feryad etmeye devam etti. Feryâdı, vefatından sonra da eserlerinde devam ediyor.
Şehir inşa etmeden önce “cennet tasavvuru”nun da “mutlak ölçüler”den süzülebilmesi… Sonra “Şehir Tasavvuru” … Şehir tasavvuru dediğimizde, her şeyin indirgemeci bir sığlığa mahkûm edildiği bir tasarımlar aleminde, hemen akla ilk gelen şeyin cetvel-pergel-gönye ile çizilmiş “şehir planı” olacağına da vurgu yapalım.
Cennet tasavvurunun ‘imkanlar alemi yeryüzü’ndeki ifadesi olan şehir için öyle feryad ediyor ki Cansever: “Şehir planları yaparak bütün ülkeyi düzeltiriz zannetmek, planı bir ilâh gücünde tasavvur etmektir; yanılgıdır. Bu yanılgı Türk şehirlerinin içine düştüğü durumu ortaya çıkarttı… “
İnsanın “bu dünya ötesi” sorumluluğuna, yâni “varlığının niçini”ne dair cevap verme mükellefiyetimizi idrak etmesek, ve de cildlerle şerhi gereken bu ifadeleri okumamış olsak; içinde yaşadığımız şehri, maddî-fizikî ihtiyaçların biraraya getirdiği insanların mekanik ve metalik ilişkilerini tatmin edecekleri “açık mekân”lar olarak kabul edeceğiz. Oysa ki Canseverin bu ifadelerinden şehri “her an idrak” , “her an inşa”nın da ne olduğunu anlayabiliyoruz.
Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı inşa ediniz!” ölçüsünün Cansever’ce ifadesi olan bu cümlelerde “şehrinden sorumlu” olanların nasıl bir yük altında olduklarını söylemeye gerek var mı? Böylesine bir “üstün idrak”i ancak Üstad Necip Fazıl’ın “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı…” mısrasını anlayanlar taşıyabilir…
Tabii anlayana…
Bir şehir kurmak kadar, hatta o şehri kurmaktan daha da zor olan o şehrin “genetik özellikleri”ni bozmadan sürekli inşa edebilmek, yenileyebilmek, sürdürülebilir bir şehir kılabilmektir.
Kültürümüzde “şehir idraki”nin kök ifadesi olan “cennet tasavvuru”, şehrinden sorumlu herkese ödevler yüklüyor. Her şeyden önce; şehir tasavvurunun olabilmesi için “medeniyet tasavvuru”nuzun olması lazım. Tahayyülden tasavvura dökülmüş, dünya görüşüyle dokunmuş bir “şehir idraki” olmalı ki; cennet tasavvuruna nisbet edeceğiniz bir “şehriniz” olsun.
İnsanın faniliğini unutmadan, yeryüzünde inşa ettiği her şeyde faniliğini hatırlayacak ve “tek başına bütün dünyayı cennete çevireceği” zannına da kapılmadan, cennet tasavvurunu şehrine yansıtabilmeli… Ki; tahayyül ettiği “cennet tasavvuru”yla uyumlu olabilsin…
Var mı bu idrakte “şehir inşacıları”?
Şehrimiz böyle bir idrak ve iddiayı karşılayabilecek potansiyel ve imkanlara sahiptir. Ancak ,şehrini “cennet tasavvuru” idrakiyle görebilen ve bu tasavvurla inşa edebilenler nerede ?
Şehirlerimizi “cennet tasavvuru”muzun sürdürülebilir gelenek haline geldiği bir anlayışa büründürebiliyor muyuz?
Meşhur Osmanlı Tarihçisi Lamartine, 1830’da ülkemize gelip, henüz bütünüyle tahrip edilmeyen şehirlerimizi gördüğünde “Cennet burası” demişti.
Şimdilerde, kendi şehrimiz için “cennet burası” diyebilmek, azîm bir cesaret ister.
“Medeniyet şehri” iddiasını sürdürmeyi “göze alan”lar bu idrak ve cesarete sahip olmalıdır.
(Günebakış, 16 Aralık 2009)
duzenliyahya@gmail.com
Batılı bir bilge, bilginin ışığında dünyayı inşa edebilmenin “eskilerin eserleri her seferinde daha canlı bir aşkla yeniden okunursa” mümkün olacağını söyler. Kadîm metinleri bu anlayışla okumak gerekiyor. “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir” gerçeğiyle, okunan her eski metin sürekli yenilenen bir muhtevaya sahiptir. Şüphesiz; “eser” ve “metin”in ne olduğunu bilenler için…
Medeniyetimizi mimariye, mimarimizi de medeniyetimize taşıyan, eskileri özümsemiş, onlardan “zamanın yenisi”ni çıkarabilmiş muhakkik mimar Turgut Cansever der ki; “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytani sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük erdem’in, yaradılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir….
Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın, vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve uslüb özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…”
İşte şehrin “ne olduğu”nun kemâl halinde ifadesi… Cennet tasavvurunun dünyadaki yansıması…
İnsanın “fani” olduğunu ve inşa ettiği her şeyin “ölümlü” ve geçici olduğunun idrakini kaybetmeden dünya tasarımlarını mükemmelleştirme çabası… Ve şehir… Yaratılışın yasalarına kayıtsız şartsız uyarak şehir inşa etmesi…
Cansever,şehrin dünyadaki bu temel işlevini “ihtar” etmeden önce de “gırtlağına kadar pislik içerisinde oturup roman okumayı yahut arya söylemeyi insanlar kültür zannediyorlar. O korkunç çirkin dünyaya karşı hiçbir duyarlılığı, hiçbir karşı çıkışı, çözüm getirme çabası olmadan insanlar küçücük bir kompartımanda kendilerini mesut sanıyorlar…” şeklinde feryad ediyor.
Ne ihtarlarını ne de feryâdını hakikatiyle duyan olmadı. Ama o “müdrik insan” olarak feryad etmeye devam etti. Feryâdı, vefatından sonra da eserlerinde devam ediyor.
Şehir inşa etmeden önce “cennet tasavvuru”nun da “mutlak ölçüler”den süzülebilmesi… Sonra “Şehir Tasavvuru” … Şehir tasavvuru dediğimizde, her şeyin indirgemeci bir sığlığa mahkûm edildiği bir tasarımlar aleminde, hemen akla ilk gelen şeyin cetvel-pergel-gönye ile çizilmiş “şehir planı” olacağına da vurgu yapalım.
Cennet tasavvurunun ‘imkanlar alemi yeryüzü’ndeki ifadesi olan şehir için öyle feryad ediyor ki Cansever: “Şehir planları yaparak bütün ülkeyi düzeltiriz zannetmek, planı bir ilâh gücünde tasavvur etmektir; yanılgıdır. Bu yanılgı Türk şehirlerinin içine düştüğü durumu ortaya çıkarttı… “
İnsanın “bu dünya ötesi” sorumluluğuna, yâni “varlığının niçini”ne dair cevap verme mükellefiyetimizi idrak etmesek, ve de cildlerle şerhi gereken bu ifadeleri okumamış olsak; içinde yaşadığımız şehri, maddî-fizikî ihtiyaçların biraraya getirdiği insanların mekanik ve metalik ilişkilerini tatmin edecekleri “açık mekân”lar olarak kabul edeceğiz. Oysa ki Canseverin bu ifadelerinden şehri “her an idrak” , “her an inşa”nın da ne olduğunu anlayabiliyoruz.
Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı inşa ediniz!” ölçüsünün Cansever’ce ifadesi olan bu cümlelerde “şehrinden sorumlu” olanların nasıl bir yük altında olduklarını söylemeye gerek var mı? Böylesine bir “üstün idrak”i ancak Üstad Necip Fazıl’ın “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı…” mısrasını anlayanlar taşıyabilir…
Tabii anlayana…
Bir şehir kurmak kadar, hatta o şehri kurmaktan daha da zor olan o şehrin “genetik özellikleri”ni bozmadan sürekli inşa edebilmek, yenileyebilmek, sürdürülebilir bir şehir kılabilmektir.
Kültürümüzde “şehir idraki”nin kök ifadesi olan “cennet tasavvuru”, şehrinden sorumlu herkese ödevler yüklüyor. Her şeyden önce; şehir tasavvurunun olabilmesi için “medeniyet tasavvuru”nuzun olması lazım. Tahayyülden tasavvura dökülmüş, dünya görüşüyle dokunmuş bir “şehir idraki” olmalı ki; cennet tasavvuruna nisbet edeceğiniz bir “şehriniz” olsun.
İnsanın faniliğini unutmadan, yeryüzünde inşa ettiği her şeyde faniliğini hatırlayacak ve “tek başına bütün dünyayı cennete çevireceği” zannına da kapılmadan, cennet tasavvurunu şehrine yansıtabilmeli… Ki; tahayyül ettiği “cennet tasavvuru”yla uyumlu olabilsin…
Var mı bu idrakte “şehir inşacıları”?
Şehrimiz böyle bir idrak ve iddiayı karşılayabilecek potansiyel ve imkanlara sahiptir. Ancak ,şehrini “cennet tasavvuru” idrakiyle görebilen ve bu tasavvurla inşa edebilenler nerede ?
Şehirlerimizi “cennet tasavvuru”muzun sürdürülebilir gelenek haline geldiği bir anlayışa büründürebiliyor muyuz?
Meşhur Osmanlı Tarihçisi Lamartine, 1830’da ülkemize gelip, henüz bütünüyle tahrip edilmeyen şehirlerimizi gördüğünde “Cennet burası” demişti.
Şimdilerde, kendi şehrimiz için “cennet burası” diyebilmek, azîm bir cesaret ister.
“Medeniyet şehri” iddiasını sürdürmeyi “göze alan”lar bu idrak ve cesarete sahip olmalıdır.
(Günebakış, 16 Aralık 2009)
8 Aralık 2009 Salı
ŞEHRİMİZİ “SEYR”EDEBİLİYOR MUYUZ?
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Birbiriyle doğrudan ilgisiz görünen ölçü, değer, eşya ve olayların arka plânına baktığımızda, tam aksine irtibatlar kurabilir ve “doğrudan ilgi”lere kapı aralayabiliriz. Yâni elimizdeki aynayı-yansıtıcıyı tanıyabilir ve ‘tutabilme mahareti’ gösterebilirsek, olaylara da ‘farklı’ bir ‘seyr’ içinde yaklaşabiliriz.
İnsan ile şehir ilişkisinin manâlandırılmasının kemâl ifadelerinden birisi (Daha önceki yazılarımızda açıklamalarını verdiğimiz) Hacı Bayram Velî’nin şu meşhur beyitlerindedir:
“Çalabım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”
İnsanı şehre, şehri insana benzeten bu muhteşem “ilâhi”de şehirden kastedilenin kalp olması, “şehrin ruhu” kavramının da kök ifadesine işaret ediyor. “İki cihan”dan kastedilenin ise “süflî cisimler âlemi ile ulvî ruhlar âlemi” olması da önemli teşbih-benzetmelerdir. Ayrıca ehl-i irfânın varlığa ilişkin tasniflerinde “vücud şehri” kavramını da kullanmaları insan-şehir idrakinin derinliğine vurgu yapar.
Gene bu manâda büyükler derler ki; “Boşuna arama bulamazsın. Ne varki; bulanlar da sadece arayanlardır!” Mutlak hakikat’e ilişkin bu sözün şehre dönük anlamını düşündüğümüzde; şehri görebilme, bulabilmenin devamlı “seyr halinde” olmayı gerektirdiğini de anlarız.
Büyük velîlerin müşahade ve sözlerine “ayna-yansıtıcı” özelliğiyle bakabilirsek, çok şeyi farklı görebiliriz.
Muhiddin Arabî, eserlerinden birisinde “sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söylemekteyim” der. Bu muhteşem cümlenin yol göstericiliğinde şehrimize doğru yol aldığımızda ve gördüklerimizi kaleme döktüğümüzde “şehrimizi ne kadar seyredebiliyoruz ?” sorusunun cevabını öncelikle vermemiz gerekiyor. Kavramların çoğu kez deforme olduğu, gelişigüzel ve derinliğine sahip olmadan kullanıldığı günümüzde, “seyir” kavramının da “göze indirgendiği” bir düzeysizliği yaşadığımıza vurgu yaparak, “şehrimizi seyredebiliyor muyuz?” sorusunu temel bir soru olarak sormamız gerekir herhalde.
Böylesine bir sorumluluğu ancak M. Arabî çapında bir Velî taşıyabilir. Bundan pay almak iddiası taşıyanların ise, şehirlerini bu gözle görmeye çalışmaları da insan ve şehrin “nasıl görülmesi gerektiği”ne doğru bir “idrak yürüyüşü”dür.
“Seyretme”nin reflekslere indirgenmiş, kirpik kırpmalardan ibaret bir “hal” olarak algılanması, şehrimizi de sanal bir “aptal veya aptallaştırma kutusu” olarak görmeyi beraberinde getirir. Karşısına geçip anestezik bir halde saatlerce baktığımız ancak, bu bakışımızı “seyr”e dönüştüremediğimiz şehir, “bizim şehrimiz” değildir.
Şehir odur ki; bakıldığında tarihî hafızasına doğrudan nüfuz edilebilsin, ulaşılabilsin !
Gören odur ki; baktığında şehrin hafızasına doğrudan nüfuz edebilsin, ulaşabilsin !
Var mı böyle bir şehir ve insan? Şehir var da, bakabilen, görebilen…. “seyr”edebilen meçhul !
Onun için “şehir hakkında söz söyleyebilmek” için şehre (M. Arabî Hz.lerinin belirttiği şekilde) “zevken idrak”le bakabilmek, yaşayabilmek, hissedebilmek gerek !
“Seyr”; bir eğlenceyi “temaşa” etmek değildir !
“Seyr”; görülmeye değer olan’a bakabilmek, onu görebilmektir!
Şehrimize de bu anlamda bakabilmek, görebilmek ve ondan sonradır ki zevken idrak edilenlere şahitlik etmek gerek !
Tasavvufun temel kavramlarından olan “seyr-i sülûk”ü (bazen yaptığımız gibi bağlamından ve ait olduğu yerden kopararak) şehre taşırsak; her şeyden önce şehri görebilmek, onda “seyr” halinde bulunabilmek yâni yürüyebilmek, “varlığın idraki”nde olmayı gerektirir !
Şehrin insanla, insanın da şehirle “birleşmesi” budur. Varlığın idraki !
İnsan şehirle, şehir de insanla bir ömür karşılaşıyor belki ama, ne şehir insanın farkında ne de insan şehrin farkında.
“Şehir ve insan” ilişkisini her eserinde derinliğine kavrayan ve gözünün önünden kayıp giden tarihî gerçekliğin acısını hisseden A.H. Tanpınar, insanın şehrinin farkına varabilmesi, şehrini “seyr” halinde olabilmesinin temeline vurgu yapar: “….Hayat hiçbir zaman meselesiz ve davasız olmamıştır….İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak, her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler…”
Bu meselesizlik ve davasızlığın şehre yansımasını da “Yaşadığım Gibi”de acı ile şöyle ifade eder:
“Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz…. Bir misafir gibi… Bir şehrin içine girmek ne kadar güç….“ derken, yarım yüzyıl önceden günümüz insanındaki şehir idrakine işaret ediyor.
Şehrimizi, Üstad Necip Fazıl’ın “ ağızda sadece mum bırakan balsız petek” gibi tatmak değil; onu her an “seyr” halinde zevken idrak edebilmeli, görebilmeliyiz.
Büyüklerin vizörüyle şehrimize bakabiliyor ve görebiliyor muyuz? Görebiliyorsak şehrimizi zevken idrak ediyoruz demektir.
Bir batılı romancının (M.Proust) sözünün yeridir: “Gerçek yolculuk aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”
Şehrimizi zevken idrak edebilecek kıvama gelmek !!! İşte bütün mesele!
(Günebakış, 9 Aralık 2009)
duzenliyahya@gmail.com
Birbiriyle doğrudan ilgisiz görünen ölçü, değer, eşya ve olayların arka plânına baktığımızda, tam aksine irtibatlar kurabilir ve “doğrudan ilgi”lere kapı aralayabiliriz. Yâni elimizdeki aynayı-yansıtıcıyı tanıyabilir ve ‘tutabilme mahareti’ gösterebilirsek, olaylara da ‘farklı’ bir ‘seyr’ içinde yaklaşabiliriz.
İnsan ile şehir ilişkisinin manâlandırılmasının kemâl ifadelerinden birisi (Daha önceki yazılarımızda açıklamalarını verdiğimiz) Hacı Bayram Velî’nin şu meşhur beyitlerindedir:
“Çalabım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”
İnsanı şehre, şehri insana benzeten bu muhteşem “ilâhi”de şehirden kastedilenin kalp olması, “şehrin ruhu” kavramının da kök ifadesine işaret ediyor. “İki cihan”dan kastedilenin ise “süflî cisimler âlemi ile ulvî ruhlar âlemi” olması da önemli teşbih-benzetmelerdir. Ayrıca ehl-i irfânın varlığa ilişkin tasniflerinde “vücud şehri” kavramını da kullanmaları insan-şehir idrakinin derinliğine vurgu yapar.
Gene bu manâda büyükler derler ki; “Boşuna arama bulamazsın. Ne varki; bulanlar da sadece arayanlardır!” Mutlak hakikat’e ilişkin bu sözün şehre dönük anlamını düşündüğümüzde; şehri görebilme, bulabilmenin devamlı “seyr halinde” olmayı gerektirdiğini de anlarız.
Büyük velîlerin müşahade ve sözlerine “ayna-yansıtıcı” özelliğiyle bakabilirsek, çok şeyi farklı görebiliriz.
Muhiddin Arabî, eserlerinden birisinde “sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söylemekteyim” der. Bu muhteşem cümlenin yol göstericiliğinde şehrimize doğru yol aldığımızda ve gördüklerimizi kaleme döktüğümüzde “şehrimizi ne kadar seyredebiliyoruz ?” sorusunun cevabını öncelikle vermemiz gerekiyor. Kavramların çoğu kez deforme olduğu, gelişigüzel ve derinliğine sahip olmadan kullanıldığı günümüzde, “seyir” kavramının da “göze indirgendiği” bir düzeysizliği yaşadığımıza vurgu yaparak, “şehrimizi seyredebiliyor muyuz?” sorusunu temel bir soru olarak sormamız gerekir herhalde.
Böylesine bir sorumluluğu ancak M. Arabî çapında bir Velî taşıyabilir. Bundan pay almak iddiası taşıyanların ise, şehirlerini bu gözle görmeye çalışmaları da insan ve şehrin “nasıl görülmesi gerektiği”ne doğru bir “idrak yürüyüşü”dür.
“Seyretme”nin reflekslere indirgenmiş, kirpik kırpmalardan ibaret bir “hal” olarak algılanması, şehrimizi de sanal bir “aptal veya aptallaştırma kutusu” olarak görmeyi beraberinde getirir. Karşısına geçip anestezik bir halde saatlerce baktığımız ancak, bu bakışımızı “seyr”e dönüştüremediğimiz şehir, “bizim şehrimiz” değildir.
Şehir odur ki; bakıldığında tarihî hafızasına doğrudan nüfuz edilebilsin, ulaşılabilsin !
Gören odur ki; baktığında şehrin hafızasına doğrudan nüfuz edebilsin, ulaşabilsin !
Var mı böyle bir şehir ve insan? Şehir var da, bakabilen, görebilen…. “seyr”edebilen meçhul !
Onun için “şehir hakkında söz söyleyebilmek” için şehre (M. Arabî Hz.lerinin belirttiği şekilde) “zevken idrak”le bakabilmek, yaşayabilmek, hissedebilmek gerek !
“Seyr”; bir eğlenceyi “temaşa” etmek değildir !
“Seyr”; görülmeye değer olan’a bakabilmek, onu görebilmektir!
Şehrimize de bu anlamda bakabilmek, görebilmek ve ondan sonradır ki zevken idrak edilenlere şahitlik etmek gerek !
Tasavvufun temel kavramlarından olan “seyr-i sülûk”ü (bazen yaptığımız gibi bağlamından ve ait olduğu yerden kopararak) şehre taşırsak; her şeyden önce şehri görebilmek, onda “seyr” halinde bulunabilmek yâni yürüyebilmek, “varlığın idraki”nde olmayı gerektirir !
Şehrin insanla, insanın da şehirle “birleşmesi” budur. Varlığın idraki !
İnsan şehirle, şehir de insanla bir ömür karşılaşıyor belki ama, ne şehir insanın farkında ne de insan şehrin farkında.
“Şehir ve insan” ilişkisini her eserinde derinliğine kavrayan ve gözünün önünden kayıp giden tarihî gerçekliğin acısını hisseden A.H. Tanpınar, insanın şehrinin farkına varabilmesi, şehrini “seyr” halinde olabilmesinin temeline vurgu yapar: “….Hayat hiçbir zaman meselesiz ve davasız olmamıştır….İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak, her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler…”
Bu meselesizlik ve davasızlığın şehre yansımasını da “Yaşadığım Gibi”de acı ile şöyle ifade eder:
“Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz…. Bir misafir gibi… Bir şehrin içine girmek ne kadar güç….“ derken, yarım yüzyıl önceden günümüz insanındaki şehir idrakine işaret ediyor.
Şehrimizi, Üstad Necip Fazıl’ın “ ağızda sadece mum bırakan balsız petek” gibi tatmak değil; onu her an “seyr” halinde zevken idrak edebilmeli, görebilmeliyiz.
Büyüklerin vizörüyle şehrimize bakabiliyor ve görebiliyor muyuz? Görebiliyorsak şehrimizi zevken idrak ediyoruz demektir.
Bir batılı romancının (M.Proust) sözünün yeridir: “Gerçek yolculuk aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”
Şehrimizi zevken idrak edebilecek kıvama gelmek !!! İşte bütün mesele!
(Günebakış, 9 Aralık 2009)
2 Aralık 2009 Çarşamba
ŞEHRİN “ADRENALİN”İ FUTBOLA BAĞLI İSE…
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Literatürümüze yeni giren ve yayılma hızı orta düzeyde seyreden kelimelerden biri; adrenalin. Bağlamından biraz koparılmış olarak ‘vücud kimyası’ karşılığı olarak kullanılıyor. Vücudun olağanüstü olaylar karşısında olağanüstü tepki vermesi.. Hormonal salgıya bağlı geçici bir değişim.. Vücudun dış uyaranlara karşı âni ve olağandışı tepkiler vermesi de adrenalinin kapsama alanı içerisinde…
Nereden çıktı bu adrenalin?
Şehrimizin “futbol”a ayarlı ve uyarlı ‘haftalık’ ruh durumunu isabetli bir biçimde karşılayan yeni bir kelime olarak “adrenalin”, aklıma takılıverdi. Adrenalin yerine “kimya” kelimesini kullandığımızda yazımızın başlığı “Şehrin kimyası futbola bağlı ise..” şeklinde olacaktı. Biz biraz da yeni kelimeleri manevra alanımıza sokalım istedik ve “Şehrin adrenalin’i futbola bağlı ise….” şeklinde bir başlığı tercih ettik. “Kelime akrobasisi” yapıyor değiliz. Ancak bazan kitaplarla anlatılamayacak bir olayın sadece bir “kavram”la anlatılabileceği gerçeğinden hareketle “adrenalin” epey iş görüyor ve göreceğe de benziyor…
“Bir şehrin adrenalini nasıl bozulur?” Genellemesinden önce (Şehrimizi sözkonusu ederek) bir şehrin adrenalini “haftalık nasıl bu derece değişir?” sorusunu sormak gerekir herhalde. Özellikle de Trabzon’un “adrenalin”i haftanın futbol karşılaşmasına bağlı ise, o vücudun hormonal sağlığının karantinaya alınması gerekir diye düşünürüz.
Şehrimizin futbola verdiği önem ve önceliğe ilişkin eleştirel yazılarımız kimilerine abartılı gibi görünse de, Trabzon’un “futbol”a akıttığı terin, “aksine inkılâp etmesi gerektiği”ne olan kanaatimizi tekrar ifade ederek futbola ilişkin söyleyeceklerimize devam ediyoruz. Şehrin tansiyonunu etkileyen her olay; şehrine “mensubiyet”le bağlı herkesin “mes’uliyet” alanındadır. Biz de “mensubiyet iddiası” taşıyan birisi olarak bu kez “adrenalin” kavramından şehrimize bakmak istiyoruz.
Trabzon, haftalık olarak “adrenalin”i değişen bir şehir haline mi geliyor-veya geldi-?
Eğer bir “ayak oyunu”na bağlı olarak bir hafta şehrin “adrenalin”i hızlanıyor, diğer hafta “yavaşlıyor”sa şehrin durumu oldukça vahim ! Bu vehameti yaşayanlar vehametin farkında değiller olsa gerek!
Bir zamanlar dünyanın adrenalininin barometrelerinden olan “medeniyet şehri”, bugün kendi adrenalinini bile istikrara kavuşturamayacak duruma gelmişse orada ciddi bir “tümör” riski var demektir !
Futbolun bir şehrin adrenalinini nasıl etkilediğine Üstad Necip Fazıl’ın altmış yıl önce yazdığı “Maç” başlıklı yazıdan alıntılarla bakalım… Aslında Üstad’ın İstanbul’da hayret ettiği bir olayın realitesi şehrimizde yaşanıyor.
İşte Üstad’ın yazısından paragraflar:
“Bitpazarından geçiyorum. Bir adam radyosunu satıyor. Radyonun çalışıp çalışmadığını anlamak için, fişini, bir eskici dükkanının elektrik prizine soktular. Birkaç cızırtı, hırıltı derken bir ses:
-Burası Mithat Paşa Stadyumu!...
Radyonun satışı unutuldu ve bütün bitpazarı tipleri, satıcılara, alıcılara, küfecilere kadar maçı dinlemeye koyuldular. Hayretle durup manzarayı seyretmeye başladım. Evindeki çocuk lazımlığını eline alıp bitpazarında satmaya gelen yeldirmeli kadına varıncaya dek tesir halkası içine alınmadık insan bırakmayan bu korkunç cazibe merkezi ne korkunç şey! Meyhaneden dershaneye, sonunda “hane” eki bulunan her yerde o yerin her ferdini unutturup yalnız kendisini hakim kılan, kendisinden başka hiçbir meseleye söz hakkı vermeyen maç...
Bizzat şahit olduğum hapishanede, insanın havayı emmekten bezdiği ve güneşi görmekten tiksindiği şartlar altında bile alaka duyulan maç: Müdürü, jandarması, gardiyanı ve mahkumu, hırıltılı hapishane hoparlörünün hunisinde kaynaşırlar.
Şu futbol, din çapında öyle bir vecd kaynağı olmuştur ki, konuşmaya başlayan çocuğun ilk kelimesi “Gol!” olsa şaşmamalı... Artık insanda kafa meşin top, beyin meşin top, kalp meşin top, mide meşin top... “
Dehşet cümleler ! Yoruma gerek var mı?
Aynı hali bugün şehrimizde bütün boyutlarıyla yaşamıyor muyuz?
Yaşadığımız ama anlamını ancak Üstad çapında bir mütefekkirden okuyabildiğimiz futbolun, “din çapında bir vecd kaynağı” olduğu şehrin akıbetini düşünün !
Belki de medeniyet şehirlerine musallat bir “ayak prangası”dır futbol! Kimbilir…Yerinin kontrollü ve değerinin kayıt altında olduğu bir “insanî etkinlik” olmaktan çıkıp, giderek kendisini imal ve icad edeni imha eden bir ‘yaratık’ haline gelen herşey yeniden sorgulanmaya muhtaçtır. Şehrin adrenalinin “kalp”ten değil de “ayak”tan test edilmeye başlanması, aslında, şehrin ritim bozukluğunu da aşmış bir hormonal bozukluğuna delâlet eder ve “terk edilmesi”ne işarettir. Bu işareti kim görecek, kim alabilecek ?
Futbolun “yaşayanlar”ca değil belki ama, “yaşatanlarca” endüstri haline geldiğine şüphe mi var? “Hastalığın endüstri haline geldiği” modern zamanların “tutku”larından kurtulabilenler bu işareti görebilir.
Yakın gelecekte şehrimizde böyle bir “algılama biçimi” ne şahit olmamız mümkün görünmüyor.
Yahya Kemal’in deyimiyle “zamanın bu taşlara sindirdiği rûhu tamamiyle sıyır”ma yolunda çaba sarfeden ve gürültü koparan şehrimizde “futbolun gürültüsü” adrenalimizi bozmuştur ama farkında değiliz.
Adrenalin bozukluğu sirayet edici bir şekilde “tabiat ve karakter bozukluğu”nu da beraberinde getirir. Şehrimizin “mescidlerine kadar” nüfuz eden futbol cinneti, adrenalimizi bozmaya devam ediyor.
Şehrin kalabalıkları “gol” seslerinin şuh tatminliğinden vazgeçip, ruhlarında “ol” seslerinin zemini oluşana dek şehrimizin “futbol gürültüsü”nü epey daha dinleyeceğiz ve seslerin geldiği “arena”ları seyredeceğiz galiba….
Şehrin “adrenalin”ini yükseltip alçaltmak “ayağa” bağlı olmamalı !
duzenliyahya@gmail.com
Literatürümüze yeni giren ve yayılma hızı orta düzeyde seyreden kelimelerden biri; adrenalin. Bağlamından biraz koparılmış olarak ‘vücud kimyası’ karşılığı olarak kullanılıyor. Vücudun olağanüstü olaylar karşısında olağanüstü tepki vermesi.. Hormonal salgıya bağlı geçici bir değişim.. Vücudun dış uyaranlara karşı âni ve olağandışı tepkiler vermesi de adrenalinin kapsama alanı içerisinde…
Nereden çıktı bu adrenalin?
Şehrimizin “futbol”a ayarlı ve uyarlı ‘haftalık’ ruh durumunu isabetli bir biçimde karşılayan yeni bir kelime olarak “adrenalin”, aklıma takılıverdi. Adrenalin yerine “kimya” kelimesini kullandığımızda yazımızın başlığı “Şehrin kimyası futbola bağlı ise..” şeklinde olacaktı. Biz biraz da yeni kelimeleri manevra alanımıza sokalım istedik ve “Şehrin adrenalin’i futbola bağlı ise….” şeklinde bir başlığı tercih ettik. “Kelime akrobasisi” yapıyor değiliz. Ancak bazan kitaplarla anlatılamayacak bir olayın sadece bir “kavram”la anlatılabileceği gerçeğinden hareketle “adrenalin” epey iş görüyor ve göreceğe de benziyor…
“Bir şehrin adrenalini nasıl bozulur?” Genellemesinden önce (Şehrimizi sözkonusu ederek) bir şehrin adrenalini “haftalık nasıl bu derece değişir?” sorusunu sormak gerekir herhalde. Özellikle de Trabzon’un “adrenalin”i haftanın futbol karşılaşmasına bağlı ise, o vücudun hormonal sağlığının karantinaya alınması gerekir diye düşünürüz.
Şehrimizin futbola verdiği önem ve önceliğe ilişkin eleştirel yazılarımız kimilerine abartılı gibi görünse de, Trabzon’un “futbol”a akıttığı terin, “aksine inkılâp etmesi gerektiği”ne olan kanaatimizi tekrar ifade ederek futbola ilişkin söyleyeceklerimize devam ediyoruz. Şehrin tansiyonunu etkileyen her olay; şehrine “mensubiyet”le bağlı herkesin “mes’uliyet” alanındadır. Biz de “mensubiyet iddiası” taşıyan birisi olarak bu kez “adrenalin” kavramından şehrimize bakmak istiyoruz.
Trabzon, haftalık olarak “adrenalin”i değişen bir şehir haline mi geliyor-veya geldi-?
Eğer bir “ayak oyunu”na bağlı olarak bir hafta şehrin “adrenalin”i hızlanıyor, diğer hafta “yavaşlıyor”sa şehrin durumu oldukça vahim ! Bu vehameti yaşayanlar vehametin farkında değiller olsa gerek!
Bir zamanlar dünyanın adrenalininin barometrelerinden olan “medeniyet şehri”, bugün kendi adrenalinini bile istikrara kavuşturamayacak duruma gelmişse orada ciddi bir “tümör” riski var demektir !
Futbolun bir şehrin adrenalinini nasıl etkilediğine Üstad Necip Fazıl’ın altmış yıl önce yazdığı “Maç” başlıklı yazıdan alıntılarla bakalım… Aslında Üstad’ın İstanbul’da hayret ettiği bir olayın realitesi şehrimizde yaşanıyor.
İşte Üstad’ın yazısından paragraflar:
“Bitpazarından geçiyorum. Bir adam radyosunu satıyor. Radyonun çalışıp çalışmadığını anlamak için, fişini, bir eskici dükkanının elektrik prizine soktular. Birkaç cızırtı, hırıltı derken bir ses:
-Burası Mithat Paşa Stadyumu!...
Radyonun satışı unutuldu ve bütün bitpazarı tipleri, satıcılara, alıcılara, küfecilere kadar maçı dinlemeye koyuldular. Hayretle durup manzarayı seyretmeye başladım. Evindeki çocuk lazımlığını eline alıp bitpazarında satmaya gelen yeldirmeli kadına varıncaya dek tesir halkası içine alınmadık insan bırakmayan bu korkunç cazibe merkezi ne korkunç şey! Meyhaneden dershaneye, sonunda “hane” eki bulunan her yerde o yerin her ferdini unutturup yalnız kendisini hakim kılan, kendisinden başka hiçbir meseleye söz hakkı vermeyen maç...
Bizzat şahit olduğum hapishanede, insanın havayı emmekten bezdiği ve güneşi görmekten tiksindiği şartlar altında bile alaka duyulan maç: Müdürü, jandarması, gardiyanı ve mahkumu, hırıltılı hapishane hoparlörünün hunisinde kaynaşırlar.
Şu futbol, din çapında öyle bir vecd kaynağı olmuştur ki, konuşmaya başlayan çocuğun ilk kelimesi “Gol!” olsa şaşmamalı... Artık insanda kafa meşin top, beyin meşin top, kalp meşin top, mide meşin top... “
Dehşet cümleler ! Yoruma gerek var mı?
Aynı hali bugün şehrimizde bütün boyutlarıyla yaşamıyor muyuz?
Yaşadığımız ama anlamını ancak Üstad çapında bir mütefekkirden okuyabildiğimiz futbolun, “din çapında bir vecd kaynağı” olduğu şehrin akıbetini düşünün !
Belki de medeniyet şehirlerine musallat bir “ayak prangası”dır futbol! Kimbilir…Yerinin kontrollü ve değerinin kayıt altında olduğu bir “insanî etkinlik” olmaktan çıkıp, giderek kendisini imal ve icad edeni imha eden bir ‘yaratık’ haline gelen herşey yeniden sorgulanmaya muhtaçtır. Şehrin adrenalinin “kalp”ten değil de “ayak”tan test edilmeye başlanması, aslında, şehrin ritim bozukluğunu da aşmış bir hormonal bozukluğuna delâlet eder ve “terk edilmesi”ne işarettir. Bu işareti kim görecek, kim alabilecek ?
Futbolun “yaşayanlar”ca değil belki ama, “yaşatanlarca” endüstri haline geldiğine şüphe mi var? “Hastalığın endüstri haline geldiği” modern zamanların “tutku”larından kurtulabilenler bu işareti görebilir.
Yakın gelecekte şehrimizde böyle bir “algılama biçimi” ne şahit olmamız mümkün görünmüyor.
Yahya Kemal’in deyimiyle “zamanın bu taşlara sindirdiği rûhu tamamiyle sıyır”ma yolunda çaba sarfeden ve gürültü koparan şehrimizde “futbolun gürültüsü” adrenalimizi bozmuştur ama farkında değiliz.
Adrenalin bozukluğu sirayet edici bir şekilde “tabiat ve karakter bozukluğu”nu da beraberinde getirir. Şehrimizin “mescidlerine kadar” nüfuz eden futbol cinneti, adrenalimizi bozmaya devam ediyor.
Şehrin kalabalıkları “gol” seslerinin şuh tatminliğinden vazgeçip, ruhlarında “ol” seslerinin zemini oluşana dek şehrimizin “futbol gürültüsü”nü epey daha dinleyeceğiz ve seslerin geldiği “arena”ları seyredeceğiz galiba….
Şehrin “adrenalin”ini yükseltip alçaltmak “ayağa” bağlı olmamalı !
(Günebakış, 2 Aralık 2009)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)