21 Aralık 2009 Pazartesi

DONMUŞ BİR ŞEHRE İKİ FARKLI BAKIŞ..

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Küba’lı yazar Cabrera Infante, kültür-sanat-mimari çözümlemeleri yaptığı “Şehirler Kitabı”nda, tarihî geçmişi bulunan birçok Batı şehrini dolaşır ve anlatırken yıllardır uzak kaldığı kendi şehri Havana’dan bahsederken “Havana’nın görkemini başka kentlerde aradım” cümlesini kullanır. Bir süre yaşadığı, çok etkilendiği ve hayran olduğu Brüksel’i anlatırken ise “..Her fırsatta Brüksel’e dönüyorum. Yolculuklarda, rüyalarda… Kent hayatımda o kadar önemli bir yer kaplar ki, kenti hiç tanımayan dostlara anlattığımda, Brükseloza tutulduğumu ileri sürerler…” der. Yâni bir “şehir hastalığı”na tutulduğunu söyler…
Bir şehri sevmenin, ona ait olmanın bağımlılığa, bağımlılığın da hastalığa dönüşmesi… İnsanın şehrine karşı böylesine bir hastalığa tutulması, baktığı her şeyde hastalığını depreştirir.

Acaba, doğmadığı ancak uzun süre dolaştığı sonra terk ettiği bir şehre “hastalık” derecesinde bağımlı olmak, “kendi şehri”nden ayrı kalmanın hasretinden mi kaynaklanmaktadır?

Bir süredir İnfante’nin altının çizilmesi gereken bu sözlerini yazıma taşımayı, değerlendirme yapmayı düşünüyordum. Geçen hafta, “şehir kültürü” ile ilgili ortak duyarlılıklar taşıdığım Brüksel’e bir seyahat gerçekleştiren kadîm bir dostumun Brüksel’le ilgili bir haftalık intibalarını dinlediğimde; bir şehre “hastalık derecesinde” tutkun olmanın onun “bakışı” ile, “dünya görüşü” ile, “medeniyet idraki” ile ilgili olduğunu da tekrar hatırlatmak gerekiyor.

Brüksel’le ilgili gözlemlerini birkaç cümleyle şöyle özetlemişti dostumuz: “Brüksel; tıpkı bir maket gibi kristalize olmuş, ruhsuz, kasvetli bir şehir… Kendinizi ruhsuz binalarla kuşatılmış ıssız bir şehirde hissediyorsunuz. Resmî kurumlar, oteller, parlamento, vs. gibi insana ezercesine yukarıdan bakan dev binalar… Fas’lı, Cezayir’li ve Türkiye’den oraya yerleşenler olmasa neredeyse hayat bütünüyle donmuş…“ Gözlemlerini özetlediğim dostumuz, sözün burasında “Caddelerinde insan, gökyüzünde uçan kuş yok, ağaçlarına konan kuş yok. Caddeleri bomboş, gökyüzü bomboş.. Onun için de kirlenmemiş. Kim kirletecek ki? Şehri kirletmenin de bazen ‘erdem’olduğunu orada hissettim… İstanbul, Bursa gibi kendi şehirlerimiz ise ‘hayat dolu’ şehirler… ”

Dostumuzun tesbitleri şüphesiz kendi “bakışı”yla ilgili… Öyle baktığı için öyle görüyor. Ancak söylediklerinde önemli bir “gen farklılığı”na da işaret ediyor.

Genellemenin bazen yanıltıcı olduğu, görme kaybına sebep olduğu notunu düşerek belirtmek gerekirse, batı şehirlerinde yaşanan fakat pek dile getirilmeyen insanı “tutsak” eden tarafı şu: Teknolojinin şehirleri istilâsı, insanları mekanik yaratıklar olarak kümeler halinde şehre tıkayıp, manyetik alanında ‘kendi istediği gibi’ kumanda ederken, kuşları ve diğer evcil hayvanları da kaçırıyor. Onlara bile şehri terk ettiriyor. Yâni insan, şehirde teknolojik ve mekanik bir anestezi halini yaşıyor ve hiçbir şeyin farkında değil. Kuşlar, hayvanlar daha “insanî !!!”. Hürriyetin ne olduğunun farkındalar ve onun için ‘teknolojik kent’i terkediyorlar adeta !

Aslında dostumuz yukarıdaki sözlerinde haklı. Niçin? Sadece ‘Brüksel’ adının etimolojisine bakmak yeter. C. Infante “Brüksel” adının “bataklıkta yerleşim” anlamına geldiğini söylüyor. Sanki Brüksel, adına uygun bir şekilde kurulmuş, dizayn edilmiş ve bugünlere taşınmış.

İlginçtir ki; ne Infante adını duyan, ne de kitabından haberdar olan dostumuzun yukarıdaki Brüksel intibalarından sonra Infante’nin “Şehirler Kitabı”nın Brüksel’le ilgili gözlemlerini tekrar okuduğumda, dostumun anlattıklarıyla örtüşen ilginç benzerlikler buldum.

Şöyle: Infante üç yıl kaldığı Brüksel’de bir müzedeki tabloyu anlatıyor:

“Bu küçük ama büyük müzede, Felemenk resminin bir başka başyapıtı olan, anonim bir ressamın Kuşlu Kız tablosu görülebilir. Alınan yola ve yorgunluğa değer. Bu dingin üzgün resim bir kız çocuğunun portresidir. Ressam çocuğun bedeninin hemen hemen tümünü resmetmiş, kızın elindeyse bir kuş vardır. İlk algılanan katıksız bir sükûnettir. İzleyici tuvale yaklaştıkça, çocuğun ciddi, fazlasıyle ciddi, gittikçe üzgün yüzünü fark eder; bu yüz artık iç çeken bir çocuğun yüzüdür, son bakışta da çocuk ağlamaktadır: Bir gözyaşı yüzünden aşağıya yuvarlanmaktadır. Ancak kuşa bakınca böylesine yoğun bir acıyı anlayabilir insan: Kuş ölüdür.”

Şehirde bulunmayan “ruh”u tabloda seyretmek ! İnsanı şehirde istifleyip hapseden, kuşları uzaklaştıran, kaçıran şehir için ancak böylesine bir tablo anlamlı olabilirdi !

Infante, belki de farkında olmadan bu müzedeki tabloyu anlatmakla, dostumuzun “donmuş, ölü” dediği Brüksel’in fotoğrafını vermiş.

Batı dünya görüşü böylesine bir şehir öneriyor, üretiyor. Bizim derdimiz Brüksel’in “ruhsuz, donmuş, ölü” bir şehir olduğuna vurgu yapmak değil. Brüksel’in yerine, henüz gökyüzünün boşalmadığı, kuşlarının üzerinden çekilmediği kendi şehrimizi koyalım.

Derdimiz kendimizle. Brüksel fotoğrafında kendi şehrimizin geleceğinden endişe ediyoruz !
Infante Brüksel’i sözkonusu ederek dikkate değer şeyler söylüyor: “Kent evleri yarattığı kadar evler de kenti yaratır. Mimari, insanın aramaya çıkmadığı (bir kitapta, bir müzede, bir sinemada) tek sanattır; o bizi arar, bulur, sık sık da saldırır hatta…”

Bu cümlelerin en çok yakıştığı yer de “insanın aramaya çıkmadığı mimarinin bizi bulduğu, hatta saldırdığı” Trabzon’dur desek, acaba biz de mi “Trabzoloza tutulmuş” oluruz. ‘İnsanlarından çok kitapları arasında yaşadığımız’ şehrimiz için keşke tutulabilsek! Şehr için hastalığa tutulmak, ‘şehre tutunmak’tır !

“Bizim şehirlerimiz” mi?

Bizim şehirlerimiz de dünya görüşümüzün, medeniyetimizin tecelli ettiği, giydirildiği şehirler(di). Üzerinde yaşayanlar da “hastalık derecesi”nde bir tutku ile şehirlerine bağımlıydılar.
Dostumuzun anlattığı ‘ruhsuz, donmuş, ölü” Brüksel’ini Batı’da aramaya gerek yok. Aslında tüm şehirlerimiz dostumuzun Brüksel’ine dönüşmüş. İnsanlarımızın da anestezi hali devam ediyor. Anestezi ne zaman sona erecek?
(Günebakış, 23 Aralık 2009)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder