8 Aralık 2009 Salı

ŞEHRİMİZİ “SEYR”EDEBİLİYOR MUYUZ?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Birbiriyle doğrudan ilgisiz görünen ölçü, değer, eşya ve olayların arka plânına baktığımızda, tam aksine irtibatlar kurabilir ve “doğrudan ilgi”lere kapı aralayabiliriz. Yâni elimizdeki aynayı-yansıtıcıyı tanıyabilir ve ‘tutabilme mahareti’ gösterebilirsek, olaylara da ‘farklı’ bir ‘seyr’ içinde yaklaşabiliriz.

İnsan ile şehir ilişkisinin manâlandırılmasının kemâl ifadelerinden birisi (Daha önceki yazılarımızda açıklamalarını verdiğimiz) Hacı Bayram Velî’nin şu meşhur beyitlerindedir:

“Çalabım bir şâr yaratmış, iki cihan arasında;
Bakıcak didar görünür, o şâr’ın kenâresinde.
Nâgihan ol şâr’a vardım, anı ben yapılur gördüm;
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında.”

İnsanı şehre, şehri insana benzeten bu muhteşem “ilâhi”de şehirden kastedilenin kalp olması, “şehrin ruhu” kavramının da kök ifadesine işaret ediyor. “İki cihan”dan kastedilenin ise “süflî cisimler âlemi ile ulvî ruhlar âlemi” olması da önemli teşbih-benzetmelerdir. Ayrıca ehl-i irfânın varlığa ilişkin tasniflerinde “vücud şehri” kavramını da kullanmaları insan-şehir idrakinin derinliğine vurgu yapar.

Gene bu manâda büyükler derler ki; “Boşuna arama bulamazsın. Ne varki; bulanlar da sadece arayanlardır!” Mutlak hakikat’e ilişkin bu sözün şehre dönük anlamını düşündüğümüzde; şehri görebilme, bulabilmenin devamlı “seyr halinde” olmayı gerektirdiğini de anlarız.

Büyük velîlerin müşahade ve sözlerine “ayna-yansıtıcı” özelliğiyle bakabilirsek, çok şeyi farklı görebiliriz.

Muhiddin Arabî, eserlerinden birisinde “sadece zevken bildiğim şeyler hakkında söz söylemekteyim” der. Bu muhteşem cümlenin yol göstericiliğinde şehrimize doğru yol aldığımızda ve gördüklerimizi kaleme döktüğümüzde “şehrimizi ne kadar seyredebiliyoruz ?” sorusunun cevabını öncelikle vermemiz gerekiyor. Kavramların çoğu kez deforme olduğu, gelişigüzel ve derinliğine sahip olmadan kullanıldığı günümüzde, “seyir” kavramının da “göze indirgendiği” bir düzeysizliği yaşadığımıza vurgu yaparak, “şehrimizi seyredebiliyor muyuz?” sorusunu temel bir soru olarak sormamız gerekir herhalde.

Böylesine bir sorumluluğu ancak M. Arabî çapında bir Velî taşıyabilir. Bundan pay almak iddiası taşıyanların ise, şehirlerini bu gözle görmeye çalışmaları da insan ve şehrin “nasıl görülmesi gerektiği”ne doğru bir “idrak yürüyüşü”dür.

“Seyretme”nin reflekslere indirgenmiş, kirpik kırpmalardan ibaret bir “hal” olarak algılanması, şehrimizi de sanal bir “aptal veya aptallaştırma kutusu” olarak görmeyi beraberinde getirir. Karşısına geçip anestezik bir halde saatlerce baktığımız ancak, bu bakışımızı “seyr”e dönüştüremediğimiz şehir, “bizim şehrimiz” değildir.

Şehir odur ki; bakıldığında tarihî hafızasına doğrudan nüfuz edilebilsin, ulaşılabilsin !
Gören odur ki; baktığında şehrin hafızasına doğrudan nüfuz edebilsin, ulaşabilsin !

Var mı böyle bir şehir ve insan? Şehir var da, bakabilen, görebilen…. “seyr”edebilen meçhul !

Onun için “şehir hakkında söz söyleyebilmek” için şehre (M. Arabî Hz.lerinin belirttiği şekilde) “zevken idrak”le bakabilmek, yaşayabilmek, hissedebilmek gerek !

“Seyr”; bir eğlenceyi “temaşa” etmek değildir !
“Seyr”; görülmeye değer olan’a bakabilmek, onu görebilmektir!
Şehrimize de bu anlamda bakabilmek, görebilmek ve ondan sonradır ki zevken idrak edilenlere şahitlik etmek gerek !

Tasavvufun temel kavramlarından olan “seyr-i sülûk”ü (bazen yaptığımız gibi bağlamından ve ait olduğu yerden kopararak) şehre taşırsak; her şeyden önce şehri görebilmek, onda “seyr” halinde bulunabilmek yâni yürüyebilmek, “varlığın idraki”nde olmayı gerektirir !

Şehrin insanla, insanın da şehirle “birleşmesi” budur. Varlığın idraki !

İnsan şehirle, şehir de insanla bir ömür karşılaşıyor belki ama, ne şehir insanın farkında ne de insan şehrin farkında.

“Şehir ve insan” ilişkisini her eserinde derinliğine kavrayan ve gözünün önünden kayıp giden tarihî gerçekliğin acısını hisseden A.H. Tanpınar, insanın şehrinin farkına varabilmesi, şehrini “seyr” halinde olabilmesinin temeline vurgu yapar: “….Hayat hiçbir zaman meselesiz ve davasız olmamıştır….İnsanoğlu daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak, her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler…”

Bu meselesizlik ve davasızlığın şehre yansımasını da “Yaşadığım Gibi”de acı ile şöyle ifade eder:

“Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz…. Bir misafir gibi… Bir şehrin içine girmek ne kadar güç….“ derken, yarım yüzyıl önceden günümüz insanındaki şehir idrakine işaret ediyor.

Şehrimizi, Üstad Necip Fazıl’ın “ ağızda sadece mum bırakan balsız petek” gibi tatmak değil; onu her an “seyr” halinde zevken idrak edebilmeli, görebilmeliyiz.

Büyüklerin vizörüyle şehrimize bakabiliyor ve görebiliyor muyuz? Görebiliyorsak şehrimizi zevken idrak ediyoruz demektir.

Bir batılı romancının (M.Proust) sözünün yeridir: “Gerçek yolculuk aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”

Şehrimizi zevken idrak edebilecek kıvama gelmek !!! İşte bütün mesele!

(Günebakış, 9 Aralık 2009)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder