Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Batılı bir bilge, bilginin ışığında dünyayı inşa edebilmenin “eskilerin eserleri her seferinde daha canlı bir aşkla yeniden okunursa” mümkün olacağını söyler. Kadîm metinleri bu anlayışla okumak gerekiyor. “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir” gerçeğiyle, okunan her eski metin sürekli yenilenen bir muhtevaya sahiptir. Şüphesiz; “eser” ve “metin”in ne olduğunu bilenler için…
Medeniyetimizi mimariye, mimarimizi de medeniyetimize taşıyan, eskileri özümsemiş, onlardan “zamanın yenisi”ni çıkarabilmiş muhakkik mimar Turgut Cansever der ki; “Şehir ve şehir imajı İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytani sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük erdem’in, yaradılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir….
Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın, vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve uslüb özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…”
İşte şehrin “ne olduğu”nun kemâl halinde ifadesi… Cennet tasavvurunun dünyadaki yansıması…
İnsanın “fani” olduğunu ve inşa ettiği her şeyin “ölümlü” ve geçici olduğunun idrakini kaybetmeden dünya tasarımlarını mükemmelleştirme çabası… Ve şehir… Yaratılışın yasalarına kayıtsız şartsız uyarak şehir inşa etmesi…
Cansever,şehrin dünyadaki bu temel işlevini “ihtar” etmeden önce de “gırtlağına kadar pislik içerisinde oturup roman okumayı yahut arya söylemeyi insanlar kültür zannediyorlar. O korkunç çirkin dünyaya karşı hiçbir duyarlılığı, hiçbir karşı çıkışı, çözüm getirme çabası olmadan insanlar küçücük bir kompartımanda kendilerini mesut sanıyorlar…” şeklinde feryad ediyor.
Ne ihtarlarını ne de feryâdını hakikatiyle duyan olmadı. Ama o “müdrik insan” olarak feryad etmeye devam etti. Feryâdı, vefatından sonra da eserlerinde devam ediyor.
Şehir inşa etmeden önce “cennet tasavvuru”nun da “mutlak ölçüler”den süzülebilmesi… Sonra “Şehir Tasavvuru” … Şehir tasavvuru dediğimizde, her şeyin indirgemeci bir sığlığa mahkûm edildiği bir tasarımlar aleminde, hemen akla ilk gelen şeyin cetvel-pergel-gönye ile çizilmiş “şehir planı” olacağına da vurgu yapalım.
Cennet tasavvurunun ‘imkanlar alemi yeryüzü’ndeki ifadesi olan şehir için öyle feryad ediyor ki Cansever: “Şehir planları yaparak bütün ülkeyi düzeltiriz zannetmek, planı bir ilâh gücünde tasavvur etmektir; yanılgıdır. Bu yanılgı Türk şehirlerinin içine düştüğü durumu ortaya çıkarttı… “
İnsanın “bu dünya ötesi” sorumluluğuna, yâni “varlığının niçini”ne dair cevap verme mükellefiyetimizi idrak etmesek, ve de cildlerle şerhi gereken bu ifadeleri okumamış olsak; içinde yaşadığımız şehri, maddî-fizikî ihtiyaçların biraraya getirdiği insanların mekanik ve metalik ilişkilerini tatmin edecekleri “açık mekân”lar olarak kabul edeceğiz. Oysa ki Canseverin bu ifadelerinden şehri “her an idrak” , “her an inşa”nın da ne olduğunu anlayabiliyoruz.
Hz. Peygamberin “şehirlerinizi ihtişamlı inşa ediniz!” ölçüsünün Cansever’ce ifadesi olan bu cümlelerde “şehrinden sorumlu” olanların nasıl bir yük altında olduklarını söylemeye gerek var mı? Böylesine bir “üstün idrak”i ancak Üstad Necip Fazıl’ın “Ben sırtında taşıyan işlenmemiş günahı…” mısrasını anlayanlar taşıyabilir…
Tabii anlayana…
Bir şehir kurmak kadar, hatta o şehri kurmaktan daha da zor olan o şehrin “genetik özellikleri”ni bozmadan sürekli inşa edebilmek, yenileyebilmek, sürdürülebilir bir şehir kılabilmektir.
Kültürümüzde “şehir idraki”nin kök ifadesi olan “cennet tasavvuru”, şehrinden sorumlu herkese ödevler yüklüyor. Her şeyden önce; şehir tasavvurunun olabilmesi için “medeniyet tasavvuru”nuzun olması lazım. Tahayyülden tasavvura dökülmüş, dünya görüşüyle dokunmuş bir “şehir idraki” olmalı ki; cennet tasavvuruna nisbet edeceğiniz bir “şehriniz” olsun.
İnsanın faniliğini unutmadan, yeryüzünde inşa ettiği her şeyde faniliğini hatırlayacak ve “tek başına bütün dünyayı cennete çevireceği” zannına da kapılmadan, cennet tasavvurunu şehrine yansıtabilmeli… Ki; tahayyül ettiği “cennet tasavvuru”yla uyumlu olabilsin…
Var mı bu idrakte “şehir inşacıları”?
Şehrimiz böyle bir idrak ve iddiayı karşılayabilecek potansiyel ve imkanlara sahiptir. Ancak ,şehrini “cennet tasavvuru” idrakiyle görebilen ve bu tasavvurla inşa edebilenler nerede ?
Şehirlerimizi “cennet tasavvuru”muzun sürdürülebilir gelenek haline geldiği bir anlayışa büründürebiliyor muyuz?
Meşhur Osmanlı Tarihçisi Lamartine, 1830’da ülkemize gelip, henüz bütünüyle tahrip edilmeyen şehirlerimizi gördüğünde “Cennet burası” demişti.
Şimdilerde, kendi şehrimiz için “cennet burası” diyebilmek, azîm bir cesaret ister.
“Medeniyet şehri” iddiasını sürdürmeyi “göze alan”lar bu idrak ve cesarete sahip olmalıdır.
(Günebakış, 16 Aralık 2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder