Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Refleksler, canlı organizmanın doğrudan verdiği tepkiler olduğu için, bir düşünce temeline dayanmayan, sinir veya kas sistemine bağlı davranışlardır. Genel ifadeyle refleks; canlı olan tüm varlıkların kendisine yönelen bir uyaran karşısında, kendisini koruma ihtiyacıyla doğrudan verdiği ani tepki, davranış biçimi…
Tüm canlılar gibi şehirlerin de “refleks”lerinden söz etmek mümkün. Bu refleksler şehrin kendisini “koruma”sından kaynaklanan doğal cevaplar olabileceği gibi, çevre şartlarına bağlı olarak oluşturulmuş “şartlı refleks” denilen türden tepkiler şeklinde de ortaya çıkabilir. Her şehrin bu anlamda “refleks”e sahip olması doğal… Şehir, olağanüstü durumlarda kendisine yönelen bir uyarana, etkiye veya tehdide karşı verdiği “tepki”yle muhtevasını yansıtır.
“Şehir refleksi”, şehrin tarihsel süreci, kültürel birikimi, çevre ve mimarî, yaşadığı olaylar, trajediler, vs. lere bağlı olarak meydana çıkar. Trabzon gibi tarihsel donanımı yoğun şehirlerin refleksleri ise, belli olaylar karşısında birden ortaya çıksa da “ani tepki”lerin ötesinde bir varoluş temeline sahip refleksler olmalıdır. Daha doğrusu “medeniyet şehirleri”nin sahip olduğu refleksler, muhtevalarını yansıtan reflekslerdir.
Şehirlerin refleksleri, bulundukları “medeniyet havzaları” ile doğrudan ilgilidir. Sinir ve kas sistemlerine bağlı tepkileri bile “medeniyet havzası”nın özelliklerini yansıtır.
Büyük Velî Cüneyd-i Bağdadî’nin “fütüvvet Şam’da, fesahat Bağdat’ta, sadakat Horasan’dadır.” sözü şehirlerin doğal refleks haline gelmiş, davranış biçimi olarak öne çıkan özelliklerine işaret eden türdendir. Bu sözün basit tepkiye indirgenemeyecek bir muhteva ile şehirlerin karakterini verdiğini anlayabiliyoruz. Reflekslerin şehirle bütünleşmesi…
Bu anlamıyla “şehir refleks”ini “muhtevadan kaynaklanan” bir karşılık olarak anlamak gerekiyor.
Şehirlerin belli olaylar karşısında verecekleri tepkileri kas ve sinir sistemlerine bağlı reflekslere indirgemek, şehrin tüm muhteva ve donanımı heba etmek demektir.
Bazen şehirler Rus fizyolog Pavlov’un “şartlı refleksler” olarak tanımladığı tepkilere alıştırılır ve her zaman bu tepkileri vermesi sağlanır. Çevre şartlarına bağlı olarak hazırlanan bu refleksler öylesine hale getirilir ki “aç bir canlının gördüğü gıdalar karşısında tükürük salgılaması başladığında aynı anda çalınan bir zile şartlandırılmasıyla bir süre sonra ortada yiyecek olmamasına rağmen, zil sesiyle tekrar ortaya çıkan salgılama” şeklinde ‘şartlandırma’ temelli önemli bir refleks türüdür.
Şehrimize baktığımızda….
Şehrimiz gibi, bazı medeniyet şehirleri, bazen böylesine “şartlı refleks”lere alıştırılır ve oluşturulan çevre şartları karşısında sürekli aynı tepkiyi vermeye şartlandırılır. Böylece şehrin alışkanlıkları değiştirilir, ‘kullanıma uygun hale getirilir’ yâni açıkçası şehrin psikolojisi bozulur.
Şehrimize son yıllarda yaşattırılmak istenen “travmalar”ı bu anlamda üretilmiş laboratuar kaynaklı “şartlı refleksler” bağlamında düşünmek gerekiyor. Sürekli korkular, travmalar, sendromlar yüklenen ve bu hali paranoyaya dönüştürülmek istenen şehrimizin bünyesi böylesine ‘şartlı refleks’leri kabul etmeyecek bir muhtevaya sahip olmasına rağmen, sokulduğu “travmatik dehliz”de zaman zaman kendisini kaybettiği de oluyor. Bu geçici “travmatik hal”e örnek: “Pontus” korkusudur. Sürekli birileri tarafından “işgal edileceği” korkusuyla harmanlanmaya çalışılan şehrimizin bu ‘korku’larla meşgul olamayacak kadar “şahsiyetli bir şehir” olduğunu hatırlaması gerekiyor. Namuslu bir kadının vehim haline gelen tecavüz korkusunun giderek paranoyaya dönüşmesi gibi şehrimizde de “Pontus işgali”nin paranoya haline getirilmek istenmesi bu türden bir travmadır. Travmalara şartlandırılmaya çalışılan bir “medeniyet şehri”nin insanları hayatlarını kâbusa, şehirlerini de kaosa dönüştürmemelidir.
Sadece “Pontus” korkusu değil, son yıllarda başka korku ve travmalar anaforunda ‘test laboratuvarı’ haline getirilmek istenen şehrimiz Trabzon bu travmalarla, bu sendromlarla, bu paranoyalarla meşgul olamayacak kadar ‘sterilize’ bir şehirdir.
Birilerinin “işgal paranoyası”na yakalanmayacak, ‘deri-ilik-kemik-kas-sinir’ refleksine şartlanmayacak, davranış fizyolojisi öğretilemeyecek kadar şahsiyetli bir “medeniyet şehri” iddiasını realiteye dönüştürmeye aday bir şehirdir. Aksini düşünmek, ülkemizin “gettosu” haline getirilmiş ‘şehir artığı’ olmaktır.
Muhalefeti de muvafakati de ‘medeniyet idraki’nden kaynaklanan şehir, ‘şartlı refleks’leri görebilecek, onlara itibar etmeyecek, onları barındırmayacak bir şehirdir.
Cüneyd-i Bağdadi’nin “mihrak şehir”leri tavsif eden ‘büyük söz’ün işaret ettiği anlamda reflekslerden pay almış bir Trabzon, niçin ‘şartlı refleks’lere kapı aralamaması gerektiğine bilen bir şehirdir.
Şehir, “sinir”iyle değil, “sihir”iyle etkileyici olmalıdır.
Son söz: Şehir refleksini “şehir iradesi”ne dönüştürmüş bir şehir… Burada bulunmamızın anlamı bu olmalıdır.
(Günebakış, 1 Eylül 2010)
30 Ağustos 2010 Pazartesi
24 Ağustos 2010 Salı
ŞEHİRDE SEMBOLLERİN “İKONA”YA DÖNÜŞMESİ…
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Varlığın ifade biçimlerinde semboller önemli yer tutar. İfade kudret ve kabiliyeti o sembolün seçiminde önemli olduğu gibi; ifade etmek istediği varlığın niteliğine de uygun olabilmeli.
Varlığa şehir özelinde baktığımızda… Bir şehri “sembol” veya “semboller”le ifade edebilmek, oldukça zor olmakla birlikte müthiş bir sorumluluk ve vebal gerektiren bir iştir. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “anahtarın kum üzerindeki yuvası”na uygun düşecek bir hassasiyet ister. Kimi zaman bir şehir kendiliğinden ortaya çıkmış bir sembolün ortak kabul görmesiyle kendi-sini imajlar/semboller dünyasına aktarır. Kimi zaman da günümüzdeki şehirlerin yerel yöneticilerinin yaptığı gibi anlamsız, hiçbir tarihsel/kültürel/estetik değeri olmayan, güya çok şey ifade eden ama hiçbirşey anlatmayan grafik tasarımlarla şehir imajı verilmeye çalışılır. Ortak kabul gören sembol; ifadelendireceği varlıkla bütünleşebilen bir şekil ve niteliğe bürünebili-yorsa o varlığı “temsil” edebiliyordur.
Çoğu zaman da şehrin enerjisini akıttığı/tükettiği bir işlev, alan, renk, etkinlik, vs. sembol ha-line gelir ve o şehri ifade aracı olur.
Bir şehrin sembolü, tarihsellik ve süreklilik ifade edebilmeli… Sembolü olduğu şehrin muhte-vasını ifşa edebilmeli… Sembolü olacağı şehrin muhtevasına uygun bir estetik/güzellik taşımalı…
Günümüzde şehirlerimiz tam bir ilkellik, zevksizlik ve muhtevasızlık ifade eden semboller mezbeleliğine dönmüş. Bitkilerden tutunuz da, mabed motiflerine, eğlence ve mekanlara kadar aklınıza gelen herşey şehir sembolü olmuş. İnsanı dehşete düşüren bir zevksizlik, gör-güsüzlük… Sembollere bakınca şehrin nasıl bir “estetik idraksizlik”e kurban edildiği anlaşılabiliyor…
Konuyu kendi şehrimize getirmek istiyoruz.
Trabzon, “sembol şehir” olma niteliğinden uzaklaştığından bu tarafa, kendisini şehir sembolü olarak “bordo mavi” renk ve “61” rakamına kilitleyen, teslim eden bir zevksizliğin girdabın-da… Şehirde nereye bakarsınız bakın “bordo mavi” rengin bulunmadığı hiçbir mekân, alan , malzeme, araç yok… Kaldırımlara kadar… Adeta bütün renkler, ne kontrast ne de âhenk ola-rak birbiriyle hiçbir uyumu olmayan iki renge: bordo-maviye mahkûm edilmiş.
Şehrimizde “Bordo-Mavi” renk ve “61” rakamı o hale geldi ki, bu renk ve rakamı gören herke-sin adeta “tazim”de bulunması gerekiyor. Siyasetçisi, yöneticisi, bürokratı, esnafı, öğrencisi, kültür sanat adamları ve neredeyse tüm şehir halkı, bir renk ve sayının heyecan verdiği, ad-renalini yükselttiği arenaya dönüşmüş durumda.
Trabzon her yönüyle ilgilinç olduğu gibi bu yönüyle de ilginç bir şehir… 34 rakamı İstan-bul’lular, 06 rakamı Ankara’lılar, 35 rakamı İzmir’liler için “plaka”nın ötesinde bir şey ifade etmez ama 61 rakamı Trabzon’lular için heyecan verici bir ilham kaynağı olabiliyor. Aynı şe-kilde futbol kulüplerinin kullandıkları takım renkleri bu şehirler için “haddinden fazla” önem ifade etmemesine rağmen, bordo-mavi Trabzon’lular için her şeydir.
Sembollerden çok, sembollerin neyi çağrıştırdığı önemli… Trabzon’da şehir sembol olarak ne acıdır ki “Trabzonspor”a mahkûm edilmiştir. Takımın rengi olan Bordo-Mavi şehri istilâya devam edecek görünüyor. Bu istilâya karşı duruş veya istilâ olduğunu gören de yok gibi. Fut-bol veya Trabzonspor şehrin bütün muhteva ve tarihselliğini yok edercesine şehri sarmış du-rumda. Bu sarmal o kadar ilerlemiş ki; renk skalasında sadece bordo-mavi kalmış neredeyse..
Küçük fakat önemli bir gösterge: Trabzon Boztepe’de büyükçe yazılmış “TRABZON” yazısının hemen üzerinde Trabzonspor’un amblemi… Şehir Trabzonspor’la özdeşleşmiş. Kimilerine zevk veren bu görüntüler, bize dert veriyor…
Niçin?
Şehri “ayakla başlayıp ayakla biten bir etkinliğin tutsağı” haline getirdiği için… Ve de bu yet-miyormuş gibi, şehrin sembolü olarak futbol takımının “bordo-mavi” renkleri… Renk olarak bakıldığında bile Bordo-Mavi renkler Trabzon için anlamı olmayan renkler… Muhteşem tabia-tındaki “yeşil”e rağmen “bordo”nun Trabzon için olsa olsa kasvet verici bir rengi olabilir.
Renkleri savaştırmaya çalışmıyoruz…
Rasyonel izahı mümkün olmayan bu hal, bu “tutku” asla “şehre aidiyet” değildir ! Şuur yerine bilinçaltının harekete geçmesidir.
Sembol bir göstergedir… Bir muhteva göstergesi… Semboller aleminde “Bordo-Mavi ve 61”e teslim edilen Trabzon, tarihselliğine ve muhtevasına yakışmayan bir fetişizmin anaforunda hızla çalkalanıyor…
Hatta Trabzon’un ifadecisi semboller giderek “ikona”ya dönüşüyor… İkona, yâni ortaçağın kutsal simgeleri…
İmajlar, semboller insanı düşünceye davet eder. Ancak; eğer cansız bir simge (bu bir renk veya sayı olabilir) insanı bu derece heyecanlandırıyor ve saygıda davet ediyorsa orada bir “patolojik durum” sözkonusudur.
Trabzon’da “futbol”u ve “Trabzonspor”u şehrin ontolojisi bağlamında sorgulayan hiçbir kim-se ve kurum yok. Şehre ne katıyor, şehirden neleri götürüyor, nasıl bir insan ve genç psikolo-jisi üretiyor, bu psikolojiyi nereye yöneltiyor? Üniversitenin ilgili bölümlerinde öncelikle bu yönde çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum.
Trabzon, sembollerde de “neyi seçeceğini” bilemeyecek, şehrin sembolünü estetik bir idrak-sizliğe mahkûm eden şehir olmamalı !
Şehrin enerjisiyle birlikte “psikolojisi”ni de etkileyen “futbol” ve “Trabzonspor”, şehri renksiz-liğe ve zevksizliğe büründüren haliyle de sorgulanabilmeli…
Bir medeniyet şehri, zevksiz sembollerin, fetişlerin, ikonaların bağımlısı olmamalı !
Kimbilir, belki de Trabzon’un, taammüden (tasarlanarak) renkler ve sayıların girdabında başı döndürülüyor?
Sembole “evet” ama sembolün “ikona”ya dönüşmesine hayır!
Trabzon, kendisini anlamsız renklere ve sayılara feda etmeyecek bir “medeniyet şehri” oldu-ğunu hatırlamalı ! Buna da herhalde önce “enerjisini nereye sarfettiği”nden ve “sem-bol”ünden başlaması gerekecek !
Trabzon; “kendi küllerinden yeniden doğabilecek” bir şehirdir ! Ancak; kendisini kuşatan “ka-rabasanlar”dan kurtulabilirse…
Derdimizi en iyi Yunus ifade ediyor: “Kasdım budur: Şehre varam, feryad ü figan koparam !”
(Günebakış, 25 Ağustos 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Varlığın ifade biçimlerinde semboller önemli yer tutar. İfade kudret ve kabiliyeti o sembolün seçiminde önemli olduğu gibi; ifade etmek istediği varlığın niteliğine de uygun olabilmeli.
Varlığa şehir özelinde baktığımızda… Bir şehri “sembol” veya “semboller”le ifade edebilmek, oldukça zor olmakla birlikte müthiş bir sorumluluk ve vebal gerektiren bir iştir. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle; “anahtarın kum üzerindeki yuvası”na uygun düşecek bir hassasiyet ister. Kimi zaman bir şehir kendiliğinden ortaya çıkmış bir sembolün ortak kabul görmesiyle kendi-sini imajlar/semboller dünyasına aktarır. Kimi zaman da günümüzdeki şehirlerin yerel yöneticilerinin yaptığı gibi anlamsız, hiçbir tarihsel/kültürel/estetik değeri olmayan, güya çok şey ifade eden ama hiçbirşey anlatmayan grafik tasarımlarla şehir imajı verilmeye çalışılır. Ortak kabul gören sembol; ifadelendireceği varlıkla bütünleşebilen bir şekil ve niteliğe bürünebili-yorsa o varlığı “temsil” edebiliyordur.
Çoğu zaman da şehrin enerjisini akıttığı/tükettiği bir işlev, alan, renk, etkinlik, vs. sembol ha-line gelir ve o şehri ifade aracı olur.
Bir şehrin sembolü, tarihsellik ve süreklilik ifade edebilmeli… Sembolü olduğu şehrin muhte-vasını ifşa edebilmeli… Sembolü olacağı şehrin muhtevasına uygun bir estetik/güzellik taşımalı…
Günümüzde şehirlerimiz tam bir ilkellik, zevksizlik ve muhtevasızlık ifade eden semboller mezbeleliğine dönmüş. Bitkilerden tutunuz da, mabed motiflerine, eğlence ve mekanlara kadar aklınıza gelen herşey şehir sembolü olmuş. İnsanı dehşete düşüren bir zevksizlik, gör-güsüzlük… Sembollere bakınca şehrin nasıl bir “estetik idraksizlik”e kurban edildiği anlaşılabiliyor…
Konuyu kendi şehrimize getirmek istiyoruz.
Trabzon, “sembol şehir” olma niteliğinden uzaklaştığından bu tarafa, kendisini şehir sembolü olarak “bordo mavi” renk ve “61” rakamına kilitleyen, teslim eden bir zevksizliğin girdabın-da… Şehirde nereye bakarsınız bakın “bordo mavi” rengin bulunmadığı hiçbir mekân, alan , malzeme, araç yok… Kaldırımlara kadar… Adeta bütün renkler, ne kontrast ne de âhenk ola-rak birbiriyle hiçbir uyumu olmayan iki renge: bordo-maviye mahkûm edilmiş.
Şehrimizde “Bordo-Mavi” renk ve “61” rakamı o hale geldi ki, bu renk ve rakamı gören herke-sin adeta “tazim”de bulunması gerekiyor. Siyasetçisi, yöneticisi, bürokratı, esnafı, öğrencisi, kültür sanat adamları ve neredeyse tüm şehir halkı, bir renk ve sayının heyecan verdiği, ad-renalini yükselttiği arenaya dönüşmüş durumda.
Trabzon her yönüyle ilgilinç olduğu gibi bu yönüyle de ilginç bir şehir… 34 rakamı İstan-bul’lular, 06 rakamı Ankara’lılar, 35 rakamı İzmir’liler için “plaka”nın ötesinde bir şey ifade etmez ama 61 rakamı Trabzon’lular için heyecan verici bir ilham kaynağı olabiliyor. Aynı şe-kilde futbol kulüplerinin kullandıkları takım renkleri bu şehirler için “haddinden fazla” önem ifade etmemesine rağmen, bordo-mavi Trabzon’lular için her şeydir.
Sembollerden çok, sembollerin neyi çağrıştırdığı önemli… Trabzon’da şehir sembol olarak ne acıdır ki “Trabzonspor”a mahkûm edilmiştir. Takımın rengi olan Bordo-Mavi şehri istilâya devam edecek görünüyor. Bu istilâya karşı duruş veya istilâ olduğunu gören de yok gibi. Fut-bol veya Trabzonspor şehrin bütün muhteva ve tarihselliğini yok edercesine şehri sarmış du-rumda. Bu sarmal o kadar ilerlemiş ki; renk skalasında sadece bordo-mavi kalmış neredeyse..
Küçük fakat önemli bir gösterge: Trabzon Boztepe’de büyükçe yazılmış “TRABZON” yazısının hemen üzerinde Trabzonspor’un amblemi… Şehir Trabzonspor’la özdeşleşmiş. Kimilerine zevk veren bu görüntüler, bize dert veriyor…
Niçin?
Şehri “ayakla başlayıp ayakla biten bir etkinliğin tutsağı” haline getirdiği için… Ve de bu yet-miyormuş gibi, şehrin sembolü olarak futbol takımının “bordo-mavi” renkleri… Renk olarak bakıldığında bile Bordo-Mavi renkler Trabzon için anlamı olmayan renkler… Muhteşem tabia-tındaki “yeşil”e rağmen “bordo”nun Trabzon için olsa olsa kasvet verici bir rengi olabilir.
Renkleri savaştırmaya çalışmıyoruz…
Rasyonel izahı mümkün olmayan bu hal, bu “tutku” asla “şehre aidiyet” değildir ! Şuur yerine bilinçaltının harekete geçmesidir.
Sembol bir göstergedir… Bir muhteva göstergesi… Semboller aleminde “Bordo-Mavi ve 61”e teslim edilen Trabzon, tarihselliğine ve muhtevasına yakışmayan bir fetişizmin anaforunda hızla çalkalanıyor…
Hatta Trabzon’un ifadecisi semboller giderek “ikona”ya dönüşüyor… İkona, yâni ortaçağın kutsal simgeleri…
İmajlar, semboller insanı düşünceye davet eder. Ancak; eğer cansız bir simge (bu bir renk veya sayı olabilir) insanı bu derece heyecanlandırıyor ve saygıda davet ediyorsa orada bir “patolojik durum” sözkonusudur.
Trabzon’da “futbol”u ve “Trabzonspor”u şehrin ontolojisi bağlamında sorgulayan hiçbir kim-se ve kurum yok. Şehre ne katıyor, şehirden neleri götürüyor, nasıl bir insan ve genç psikolo-jisi üretiyor, bu psikolojiyi nereye yöneltiyor? Üniversitenin ilgili bölümlerinde öncelikle bu yönde çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum.
Trabzon, sembollerde de “neyi seçeceğini” bilemeyecek, şehrin sembolünü estetik bir idrak-sizliğe mahkûm eden şehir olmamalı !
Şehrin enerjisiyle birlikte “psikolojisi”ni de etkileyen “futbol” ve “Trabzonspor”, şehri renksiz-liğe ve zevksizliğe büründüren haliyle de sorgulanabilmeli…
Bir medeniyet şehri, zevksiz sembollerin, fetişlerin, ikonaların bağımlısı olmamalı !
Kimbilir, belki de Trabzon’un, taammüden (tasarlanarak) renkler ve sayıların girdabında başı döndürülüyor?
Sembole “evet” ama sembolün “ikona”ya dönüşmesine hayır!
Trabzon, kendisini anlamsız renklere ve sayılara feda etmeyecek bir “medeniyet şehri” oldu-ğunu hatırlamalı ! Buna da herhalde önce “enerjisini nereye sarfettiği”nden ve “sem-bol”ünden başlaması gerekecek !
Trabzon; “kendi küllerinden yeniden doğabilecek” bir şehirdir ! Ancak; kendisini kuşatan “ka-rabasanlar”dan kurtulabilirse…
Derdimizi en iyi Yunus ifade ediyor: “Kasdım budur: Şehre varam, feryad ü figan koparam !”
(Günebakış, 25 Ağustos 2010)
16 Ağustos 2010 Pazartesi
TRABZON KENT MİRASI
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Trabzon, kadîm tarihinde değişik kültürlerin gelip yerleştiği, geçtiği, izler bıraktığı, en önemlisi de 1461’de Osmanlı Fethini takibeden süreçte önemli kalıcı-sürekli mekân ve kültürün ege-men olduğu bir medeniyet şehri kimliğiyle “yerliler”den çok, yabancı tarih-kültür-sanat adamlarının dikkatini çekmiş ve yüzlerce esere doğrudan konu olmuştur.
Trabzon, yabancı ve yerli bilim adamı, tarihçi, mimar, filolog, vs.lerce hakkında en fazla eser yazılmış şehirlerden birisidir. Kuruluşunun M.Ö. ikibinlere kadar uzandığı ciddi bilim adamla-rınca yazılmıştır. Ancak, ne yazık ki, suyun “bu yaka”sından çok “öte yaka”nın ortaya koyduk-larıyla dünyaya tanıtılan bir Trabzon’la karşılaşıyoruz. Sahip olanların veya sahip olduğunu zannedenlerin renk körlüğüyle göremedikleri, görseler de anlayamadıkları, böylece de dün-yaya bir “medeniyet şehri”nden kesitler olarak sunamadıkları “şehir mirası”, Osmanlı fethini başlangıç noktası aldığımızda, (bütün yok edilme operasyonlarına rağmen) 547 yıl sonra bile bugün bize “medeniyet şehri”nden izler, kesitler, tatlar sunmaktadır. İlginç olan husus: Trab-zon mimarî–sanat ve kültür olarak sanki sadece “Hristiyanlık dönemi”nden ibaretmişçesine eserlere konu edilmştir. Bir örnek: Sumelâ Manastırı… Trabzon’da Sumelâ’nın gerek mimari ve gerekse tarihsel işleviyle bir Manastır olarak varlığı önemli. Ancak, Trabzon’un kadîm mi-mari-mimarî-sanat eseri sadece Sumelâ’dan ibaretmişçesine diğer eserlerin yok sayılması “Trabzon Kent Mirası”na yapılmış önemli bir “ihanet”tir.Osmanlı İslâm dönemi mimarî ve sanat eserleri büyük ölçüde ‘atlanmış’, idraklere sunulmamıştır.
“Trabzon Kent Mirası”’yla ilgili ciddi çalışmalar yapan yabancılardan bazıları; J.P. Tournefort, P.M. Bijikyan, K. Koch, C. Texier, F. Uspensky, W.Miller, J.H. Lambert, D. Winfield, A. Bryer, H. Lowry’dir. “Yerliler”in ilklerinden ise ilk anda Âşık Mehmed, Evliya Çelebi, Şakir Şevket, Halil Edhem ve bazı akademisyenleri hatırlayabiliyoruz.
“Kayda geçirilmeyenin unutulmaya mahkûm olduğu” gerçeğiyle, ne yazık ki Trabzon şehir mirasıyla ilgili ortaya konulan yerli eserler son derece sınırlıdır. Bu dar sınırı aşmış ve “Nerede bu medeniyet şehri?” diye sorduğumuzda, bugünlerde bu soruya cevap olabilecek önemli bir eserle karşılaşıyoruz. Klâsik yayınlarının gerçek bir “şehir klasiği” olarak yayın dünyamıza ka-zandırdığı “TRABZON KENT MİRASI – yer, yapı, hafıza” başlığıyla mimarî-sanat-kültür dünya-mıza Trabzon’un kapılarını önemli bir perspektifle açtı.
“Önemli bir perspektif” diyoruz, çünkü bugüne kadar yabancı tarih-kültür adamlarının, aka-demisyenlerin “Trabzon Şehri” ile ilgili ortaya koydukları genellikle Osmanlı-İslâm öncesi Hristiyan dönem kalıntılarıyla ilgili eserlerdi. Diğer bazı kıpırdanışlar da ciddi bir “kültür değe-ri” olmayan, hatta Trabzon şehir tarihine yakışmayan sığ, amatör çalışmalardan ibaretti.
Ömer İskender TULUK ve Halil İbrahim DÜZENLİ’nin editörlüğü yaptığı ve ciddi, tutarlı araş-tırma yazılarının bulunduğu “TRABZON KENT MİRASI –yer-yapı-hafıza” ise özellikle Osmanlı dönemi Mimarî-Sanat bağlamında “kent mirası”nı kapsayan önemli bir “klasik eser” olarak karşımıza çıktı.
İçinde yaşadığı şehrinden haberi olmayan özellikle “şehir yöneticileri”nin bu eseri önce ken-dilerinin okumaları, sonra da “bu şehir bizim”, “biz (mi) bu şehri yönetiyoruz” bilinciyle kendi-lerini sorgulamalarını tavsiye ediyoruz. Ayrıca da “Trabzon Kent Mirası”nı Trabzon’a ilgi du-yan yerli ve yabancılara sunmalarını bekliyoruz. Tabii böyle bir “şehir idraki” olanları kastedi-yoruz.
“Trabzon Kent Mirası” Trabzon’la ilgili gerçek bir “referans kitap” olarak istifade edilmesi gereken önemli niteliğe sahip… Kaynak metinler, listeler, çizimler, grafikler, fotoğraflar, hari-talarla da zenginleştirilmiş eser, Trabzon’la ilgili bugüne kadar yayınlanmış en önemli “kla-sik”lerden biri niteliğindedir. Ulaşılması zor hatta imkânsız kaynaklara bir anda ulaşmanızı da sağlayan eserin iç dizaynı, kapak tasarımı ve muhteşem baskısı da muhtevasına uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş.
Beş bölümden meydana gelen Eser; Yitik Mirasın İzinde, Belgeler Işığında, Yorum Denemele-ri, Öncü ‘Modern’ Trabzon Tanıklıkları ve Bibliyografik Katkılar ara başlıklarına ayrılmış. ‘Trabzon Mimarlık Tarihi Yazını Üzerine Bazcı Gözlemler ve Trabzon Kent Mirası’ başlığıyla yazılan önsöz eserin hazırlanış hikayesini özetliyor.
Sözü fazla uzatmadan eserden yaptığımız bir alıntıyla kitabın ‘kimliği’ni verelim. Tanıtım yazı-sındaki şu satırlar eserin önemini ortaya koyuyor:
“İki yüzün üzerinde seyahatnameye konu edilmiş, hakkındaki ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 400’lere kadar inen Trabzon’un yerel mimarlık ve sanat tarihi üzerine ilk araştırmaların 1895’te Bulletin de Correspondance Hellenique’te yayınlana biri Josef Strzygowski’nin, ötekisi ise Gabriel Millet’in –başta Ayasofya olmak üzere Trabzon’daki Bizans kilise ve manastırlarını konu edinen- iki makalesi ile başladığı söylenebilir. 1985’te Anthony Bryer ve David Winfield’in kaleme aldığı iki ciltlik The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos kitabı ise, 19. yy. sonunda başlayan, Trabzon’un Bizans anıtları üzerine odaklanmış araştır-maların –bir bakıma- tüm sonuçlarının bir araya getirildiği, tümel bir yaklaşım sergileyen son çalışma olmuştur. Bu çalışmayla birlikte 90 yıllık bir sürede düzensiz aralıklarla, ancak sistemli bir biçimde, onlarca araştırmayla bu bölgedeki neredeyse tüm Bizans anıtları tespit edilmiş, tarihi, mimari ve sanatsal nitelikleri bilimsel bir düzeyde ortaya konularak belgelenmiştir. Ancak Trabzon’daki Osmanlı devri yapılarının –bilimsellik düzeyleri bir yana- incelenmeye değer görülerek farklı nitelikli yazılara konu edilmeleri 1960’lı yılların ortalarını bulmuştur. 1970’li yılların ortalarından itibaren giderek artmasına karşın mimarlık ve sanat tarihi bağ-lamında bilimsel bir düzeyde kentin Osmanlı devri yapılarının araştırmaya konu edildiği ça-lışmalar ise iki elin parmaklarını geçmemektedir.
Bu kitap, uzun yıllar ihmale uğramış, kentin fethi ile Cumhuriyet dönemi arasında inşa edilmiş Osmanıl devri yapıları ile dönemin kültür ortamları bağlamında 14 bilimsel makaleden oluş-maktadır. Her bir çalışma, odaklandıkları yapılar ve kültür ortamları ekseninde daha önce üzerinde –çoğunlukla- hiç durulmamış alanlardaki araştırmaları içermektedir. Ayrıca genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, İmparatorluktan devraldığı ‘kent’ ve ‘tarihi eser’ mirasına 1930’lu yıllardaki yaklaşımlarını Trabzon özelinde okumamızı ve anlamamızı kolaylaştıran, ancak araştırmacılar için ulaşılması artık zor, Trabzon’a özgü en eski metinler de bu çalışmada bilgi dolaşımına dahil edilmiştir. Kitap bu niteliğiyle bahsi geçen boşluğu doldurmaya aday ve yeni araştırmalara kaynak olabilecek bir potansiyel sunmaktadır. “
Başka söze ne hâcet? “Medeniyet Şehri” iddiasını, mimarî ve sanatıyla iddiadan gerçekliğe sunan TRABZON KENT MİRASI’nın ilgililerine ulaşmasını diliyoruz. “Medeniyet Şehri” iddiası-nın idraklerde “tescili”, o şehrin yapılışı kadar “yazılması”yla da kaim olduğunu TRABZON KENT MİRASI’nda görebiliyoruz.
Ö. İskender TULUK ve H.İbrahim DÜZENLİ’yi bu “muhteşem eser”den dolayı tebrik ediyor, Klasik yayınlarına da Trabzon’la başladığı ve “Medeniyet şehirleri klasikleri” olarak sürdürme-sini temenni ettiğimiz bu dizinin başlangıcını “Trabzon”la yaptığı için teşekkür ediyoruz.
Trabzon kenti bize “kendini” miras bıraktı. Bakalım biz sonraki nesillere onu nasıl bırakacağız?
(Günebakış, 18 Ağustos 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Trabzon, kadîm tarihinde değişik kültürlerin gelip yerleştiği, geçtiği, izler bıraktığı, en önemlisi de 1461’de Osmanlı Fethini takibeden süreçte önemli kalıcı-sürekli mekân ve kültürün ege-men olduğu bir medeniyet şehri kimliğiyle “yerliler”den çok, yabancı tarih-kültür-sanat adamlarının dikkatini çekmiş ve yüzlerce esere doğrudan konu olmuştur.
Trabzon, yabancı ve yerli bilim adamı, tarihçi, mimar, filolog, vs.lerce hakkında en fazla eser yazılmış şehirlerden birisidir. Kuruluşunun M.Ö. ikibinlere kadar uzandığı ciddi bilim adamla-rınca yazılmıştır. Ancak, ne yazık ki, suyun “bu yaka”sından çok “öte yaka”nın ortaya koyduk-larıyla dünyaya tanıtılan bir Trabzon’la karşılaşıyoruz. Sahip olanların veya sahip olduğunu zannedenlerin renk körlüğüyle göremedikleri, görseler de anlayamadıkları, böylece de dün-yaya bir “medeniyet şehri”nden kesitler olarak sunamadıkları “şehir mirası”, Osmanlı fethini başlangıç noktası aldığımızda, (bütün yok edilme operasyonlarına rağmen) 547 yıl sonra bile bugün bize “medeniyet şehri”nden izler, kesitler, tatlar sunmaktadır. İlginç olan husus: Trab-zon mimarî–sanat ve kültür olarak sanki sadece “Hristiyanlık dönemi”nden ibaretmişçesine eserlere konu edilmştir. Bir örnek: Sumelâ Manastırı… Trabzon’da Sumelâ’nın gerek mimari ve gerekse tarihsel işleviyle bir Manastır olarak varlığı önemli. Ancak, Trabzon’un kadîm mi-mari-mimarî-sanat eseri sadece Sumelâ’dan ibaretmişçesine diğer eserlerin yok sayılması “Trabzon Kent Mirası”na yapılmış önemli bir “ihanet”tir.Osmanlı İslâm dönemi mimarî ve sanat eserleri büyük ölçüde ‘atlanmış’, idraklere sunulmamıştır.
“Trabzon Kent Mirası”’yla ilgili ciddi çalışmalar yapan yabancılardan bazıları; J.P. Tournefort, P.M. Bijikyan, K. Koch, C. Texier, F. Uspensky, W.Miller, J.H. Lambert, D. Winfield, A. Bryer, H. Lowry’dir. “Yerliler”in ilklerinden ise ilk anda Âşık Mehmed, Evliya Çelebi, Şakir Şevket, Halil Edhem ve bazı akademisyenleri hatırlayabiliyoruz.
“Kayda geçirilmeyenin unutulmaya mahkûm olduğu” gerçeğiyle, ne yazık ki Trabzon şehir mirasıyla ilgili ortaya konulan yerli eserler son derece sınırlıdır. Bu dar sınırı aşmış ve “Nerede bu medeniyet şehri?” diye sorduğumuzda, bugünlerde bu soruya cevap olabilecek önemli bir eserle karşılaşıyoruz. Klâsik yayınlarının gerçek bir “şehir klasiği” olarak yayın dünyamıza ka-zandırdığı “TRABZON KENT MİRASI – yer, yapı, hafıza” başlığıyla mimarî-sanat-kültür dünya-mıza Trabzon’un kapılarını önemli bir perspektifle açtı.
“Önemli bir perspektif” diyoruz, çünkü bugüne kadar yabancı tarih-kültür adamlarının, aka-demisyenlerin “Trabzon Şehri” ile ilgili ortaya koydukları genellikle Osmanlı-İslâm öncesi Hristiyan dönem kalıntılarıyla ilgili eserlerdi. Diğer bazı kıpırdanışlar da ciddi bir “kültür değe-ri” olmayan, hatta Trabzon şehir tarihine yakışmayan sığ, amatör çalışmalardan ibaretti.
Ömer İskender TULUK ve Halil İbrahim DÜZENLİ’nin editörlüğü yaptığı ve ciddi, tutarlı araş-tırma yazılarının bulunduğu “TRABZON KENT MİRASI –yer-yapı-hafıza” ise özellikle Osmanlı dönemi Mimarî-Sanat bağlamında “kent mirası”nı kapsayan önemli bir “klasik eser” olarak karşımıza çıktı.
İçinde yaşadığı şehrinden haberi olmayan özellikle “şehir yöneticileri”nin bu eseri önce ken-dilerinin okumaları, sonra da “bu şehir bizim”, “biz (mi) bu şehri yönetiyoruz” bilinciyle kendi-lerini sorgulamalarını tavsiye ediyoruz. Ayrıca da “Trabzon Kent Mirası”nı Trabzon’a ilgi du-yan yerli ve yabancılara sunmalarını bekliyoruz. Tabii böyle bir “şehir idraki” olanları kastedi-yoruz.
“Trabzon Kent Mirası” Trabzon’la ilgili gerçek bir “referans kitap” olarak istifade edilmesi gereken önemli niteliğe sahip… Kaynak metinler, listeler, çizimler, grafikler, fotoğraflar, hari-talarla da zenginleştirilmiş eser, Trabzon’la ilgili bugüne kadar yayınlanmış en önemli “kla-sik”lerden biri niteliğindedir. Ulaşılması zor hatta imkânsız kaynaklara bir anda ulaşmanızı da sağlayan eserin iç dizaynı, kapak tasarımı ve muhteşem baskısı da muhtevasına uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş.
Beş bölümden meydana gelen Eser; Yitik Mirasın İzinde, Belgeler Işığında, Yorum Denemele-ri, Öncü ‘Modern’ Trabzon Tanıklıkları ve Bibliyografik Katkılar ara başlıklarına ayrılmış. ‘Trabzon Mimarlık Tarihi Yazını Üzerine Bazcı Gözlemler ve Trabzon Kent Mirası’ başlığıyla yazılan önsöz eserin hazırlanış hikayesini özetliyor.
Sözü fazla uzatmadan eserden yaptığımız bir alıntıyla kitabın ‘kimliği’ni verelim. Tanıtım yazı-sındaki şu satırlar eserin önemini ortaya koyuyor:
“İki yüzün üzerinde seyahatnameye konu edilmiş, hakkındaki ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 400’lere kadar inen Trabzon’un yerel mimarlık ve sanat tarihi üzerine ilk araştırmaların 1895’te Bulletin de Correspondance Hellenique’te yayınlana biri Josef Strzygowski’nin, ötekisi ise Gabriel Millet’in –başta Ayasofya olmak üzere Trabzon’daki Bizans kilise ve manastırlarını konu edinen- iki makalesi ile başladığı söylenebilir. 1985’te Anthony Bryer ve David Winfield’in kaleme aldığı iki ciltlik The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos kitabı ise, 19. yy. sonunda başlayan, Trabzon’un Bizans anıtları üzerine odaklanmış araştır-maların –bir bakıma- tüm sonuçlarının bir araya getirildiği, tümel bir yaklaşım sergileyen son çalışma olmuştur. Bu çalışmayla birlikte 90 yıllık bir sürede düzensiz aralıklarla, ancak sistemli bir biçimde, onlarca araştırmayla bu bölgedeki neredeyse tüm Bizans anıtları tespit edilmiş, tarihi, mimari ve sanatsal nitelikleri bilimsel bir düzeyde ortaya konularak belgelenmiştir. Ancak Trabzon’daki Osmanlı devri yapılarının –bilimsellik düzeyleri bir yana- incelenmeye değer görülerek farklı nitelikli yazılara konu edilmeleri 1960’lı yılların ortalarını bulmuştur. 1970’li yılların ortalarından itibaren giderek artmasına karşın mimarlık ve sanat tarihi bağ-lamında bilimsel bir düzeyde kentin Osmanlı devri yapılarının araştırmaya konu edildiği ça-lışmalar ise iki elin parmaklarını geçmemektedir.
Bu kitap, uzun yıllar ihmale uğramış, kentin fethi ile Cumhuriyet dönemi arasında inşa edilmiş Osmanıl devri yapıları ile dönemin kültür ortamları bağlamında 14 bilimsel makaleden oluş-maktadır. Her bir çalışma, odaklandıkları yapılar ve kültür ortamları ekseninde daha önce üzerinde –çoğunlukla- hiç durulmamış alanlardaki araştırmaları içermektedir. Ayrıca genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, İmparatorluktan devraldığı ‘kent’ ve ‘tarihi eser’ mirasına 1930’lu yıllardaki yaklaşımlarını Trabzon özelinde okumamızı ve anlamamızı kolaylaştıran, ancak araştırmacılar için ulaşılması artık zor, Trabzon’a özgü en eski metinler de bu çalışmada bilgi dolaşımına dahil edilmiştir. Kitap bu niteliğiyle bahsi geçen boşluğu doldurmaya aday ve yeni araştırmalara kaynak olabilecek bir potansiyel sunmaktadır. “
Başka söze ne hâcet? “Medeniyet Şehri” iddiasını, mimarî ve sanatıyla iddiadan gerçekliğe sunan TRABZON KENT MİRASI’nın ilgililerine ulaşmasını diliyoruz. “Medeniyet Şehri” iddiası-nın idraklerde “tescili”, o şehrin yapılışı kadar “yazılması”yla da kaim olduğunu TRABZON KENT MİRASI’nda görebiliyoruz.
Ö. İskender TULUK ve H.İbrahim DÜZENLİ’yi bu “muhteşem eser”den dolayı tebrik ediyor, Klasik yayınlarına da Trabzon’la başladığı ve “Medeniyet şehirleri klasikleri” olarak sürdürme-sini temenni ettiğimiz bu dizinin başlangıcını “Trabzon”la yaptığı için teşekkür ediyoruz.
Trabzon kenti bize “kendini” miras bıraktı. Bakalım biz sonraki nesillere onu nasıl bırakacağız?
(Günebakış, 18 Ağustos 2010)
9 Ağustos 2010 Pazartesi
KADÎM ŞEHİRLERİN MESAJI ve MODERN ZAMAN ŞEHİRLERİNİN KİBRİ ÜZERİNE...
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Modern zamanların şehirleriyle kadîm zamanların şehirleri karşılaştırılabilir, mukayese edilebilir mi? Bu soruya doğrudan evet veya hayır diye cevap vermek zor. Tarihî süreçte, her zaman dilimine hakim olan zihniyet/dünya görüşü/tasavvur, kendi insan-toplum-mekân ve şehrini oluşturuyor. Bu bakımdan modern zamanlar ile kadîm zamanların şehirleri arasında yapılacak mukayese ve değerlendirmelerin tek bir ölçüsü olabilir, o da: “Yaşanmaya değer hayat sunabilmeleri”dir. Bu aynı zamanda bütün olarak medeniyet idrak ve inşasının ‘dünya’ denilen tasarımlar alemine bir yansımasıdır.
Kadîm şehir kalıntıları üzerinden insan, toplum ve medeniyet okumaları yapmak, zorlama olmamak kaydıyla bilinen bir usûldür. Kadîm bir şehir kalıntıları içerisindeki mekân parçaları, okumasını bilenlere bir zamanlar orada yaşanan hayattan mesajlar taşırlar. Bugün de herhangi bir kadîm şehir kalıntılarını incelediğimizde; bu kalıntılar, “dünya” denilen tasarımlar âleminde her şeyin “fani-geçici” olduğunu, yıkılmaz şehirlerin, eskimez eserlerin zaman karşısında nasıl yıkılıp eskidiğini bize anlatırlar. Şehir canlı iken bu mesajı veremeseler de öldüklerinde kalıntıları bu temel mesajı, kendilerini ziyaret edenlere verirler.
Modern zamanların şehirleri ise; yaşarken gösterdikleri “kibir”i, küstahlığı, öldüklerinde kalıntıları hangi dille muhataplarına anlatacaklar? “İnsanlara kendilerini unutturan, onları obje-nesneye dönüştüren, mekanik hale getiren bir şehrin trajik akıbetiyle karşı karşıyasın!” mı diyecekler? Bilinmez. Bilinen o ki; modern zamanların şehirlerinde insan bağışıklık kazandığı için artık vazgeçemediği mekanik bir hayat tarzını ona “yaşanmaya değer” olarak kabul ettirdiğidir.
İnsanoğlu kendisini de şehrini de o aşamaya getirdi ki, bu kuşatma ve zihniyetle başka tercihi artık yok gibi.
Sözün burasında Marco Polo’nun Venedik’ten yola çıkarak 13. yy.ın ortalarında gittiği ve 25 yıl süren Uzak Asya seyahatinde gördüğü şehirlerle ilgili ilginç bir gözlemini hatırlıyoruz…
Marco Polo, Batılıların hiç tanımadığı Uzak Asya şehirlerini anlatırken, Moğol ordularının şehirlerden korktuklarını, ordugâhlarını şehirlerin dışında kurduklarını, şehire girmek istemediklerini, çünkü şehirlerin karakterlerini bozacağına, alışkanlıklarını değiştireceğine, hareketlerini sınırlandıracağına inandıklarını söyler. Polo, Moğolların istilâcı karakterleriyle şehirleri yerle bir eden, onları çeviren surları yıkmalarını da bu inanışlarından aldıkları söyler. Yâni surlar insanı bozan etkileri muhafaza eden şehre zırh olduğu için öncelikle surları yıkıyorlar.
Moğolların bu inanışının nereden kaynaklandığını bilmiyoruz. Ancak alabildiğine uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan, hiçbir sınır tanımayan bu halkın, girdikleri şehirleri yakıp-yıkmalarının şehirlerden ürkmelerinden kaynaklanan bir tarafı var. Şehirler kendilerine korkunç gözüküyor. Şüphesiz bağlı oldukları inancın dünya tasavvurlarına yansıyan bu yönü, onların şehirlerden böylesine tedirgin olmalarına neden olmuş.
Moğolların yıkıcı karakteri bir tarafa, modern zamanların insanının da (bir karakter benzerliği şeklinde) günümüz şehirlerinden ürkmeleri için gereken bütün sebepler mevcut. İnsanın insanca değil de, tüketilebilir bir nesne olarak şehrin adeta makinalardan oluşan çarklara dönmüş ve insan-eşya demeden önüne gelen her şeyi öğüttüğü mekânlarında insanın ürkmeden, tedirgin olmadan yaşaması oldukça zor.
Yaşayabiliyorsanız “insan olma”dan bir şeyler kaybetmişsinizdir.
Moğolların insanı tahrip edici, değiştirici, dönüştürücü etkilerinden dolayı şehirlerden ürkmeleri, kaçmaları ile modern zamanların insanının modern şehirlerde ‘genel anestezi’ye tabi tutulmuş bir şekilde hayatlarından memnun yaşamalarını göz önüne getirdiğimizde Moğolların (inanışları tartışılsa bile) tutumlarının, tepkilerinin çok daha insanca olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşadığımız şehre baktığımızda kendimizi betonların-metallerin-binaların kuşatmasında bir tutsak gibi hissediyoruz. Daha doğrusu “hissedebiliyorsak” modern zamanların şehrinin hiç de insanca olmayan silüet ve mekânlarının ‘karakter bozucu’ etkisine karşı tedbir alabiliriz.
Bizim “şehir tasavvurumuz”da ne şehirden ürkme, ne de şehrin insandan ürkmesi sözkonusu olamaz. İnsan-şehir ilişkisi insan-varlık ilişkisinden kaynaklanan ontolojik bir ilişkidir. Bu ilişkinin doğru kurulması ve doğru sürdürülmesi gerekir.
Bu konuda Turgut Cansever, “varlığın hallerinin şehre yansımaları” bağlamında şunları söyler:
“Şehir, ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur… Şehirleri oluşturan iradeyi teşkil eden varlık görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde önemli bir etkendir…”
Ne kadîm zaman şehirlerine kaçma-sığınma, ne de modern zaman şehirlerini kutsama psikozuna düşmeden “insan-varlık” ilişkisi içinde medeniyet idraki ve şehir tasavvuru na sahip olma…
Olmayan bu, hissedilmeyen de bu..
Yazımızın başlığıyla bitirelim: Modern zaman şehirlerinin kibrini görebilmek için kadîm şehirlerin mesajını doğru okumak gerekir.
İçinde yaşadığımız şehre bir de bu gözle bakalım.
(Günebakış, 11 Ağustos 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Modern zamanların şehirleriyle kadîm zamanların şehirleri karşılaştırılabilir, mukayese edilebilir mi? Bu soruya doğrudan evet veya hayır diye cevap vermek zor. Tarihî süreçte, her zaman dilimine hakim olan zihniyet/dünya görüşü/tasavvur, kendi insan-toplum-mekân ve şehrini oluşturuyor. Bu bakımdan modern zamanlar ile kadîm zamanların şehirleri arasında yapılacak mukayese ve değerlendirmelerin tek bir ölçüsü olabilir, o da: “Yaşanmaya değer hayat sunabilmeleri”dir. Bu aynı zamanda bütün olarak medeniyet idrak ve inşasının ‘dünya’ denilen tasarımlar alemine bir yansımasıdır.
Kadîm şehir kalıntıları üzerinden insan, toplum ve medeniyet okumaları yapmak, zorlama olmamak kaydıyla bilinen bir usûldür. Kadîm bir şehir kalıntıları içerisindeki mekân parçaları, okumasını bilenlere bir zamanlar orada yaşanan hayattan mesajlar taşırlar. Bugün de herhangi bir kadîm şehir kalıntılarını incelediğimizde; bu kalıntılar, “dünya” denilen tasarımlar âleminde her şeyin “fani-geçici” olduğunu, yıkılmaz şehirlerin, eskimez eserlerin zaman karşısında nasıl yıkılıp eskidiğini bize anlatırlar. Şehir canlı iken bu mesajı veremeseler de öldüklerinde kalıntıları bu temel mesajı, kendilerini ziyaret edenlere verirler.
Modern zamanların şehirleri ise; yaşarken gösterdikleri “kibir”i, küstahlığı, öldüklerinde kalıntıları hangi dille muhataplarına anlatacaklar? “İnsanlara kendilerini unutturan, onları obje-nesneye dönüştüren, mekanik hale getiren bir şehrin trajik akıbetiyle karşı karşıyasın!” mı diyecekler? Bilinmez. Bilinen o ki; modern zamanların şehirlerinde insan bağışıklık kazandığı için artık vazgeçemediği mekanik bir hayat tarzını ona “yaşanmaya değer” olarak kabul ettirdiğidir.
İnsanoğlu kendisini de şehrini de o aşamaya getirdi ki, bu kuşatma ve zihniyetle başka tercihi artık yok gibi.
Sözün burasında Marco Polo’nun Venedik’ten yola çıkarak 13. yy.ın ortalarında gittiği ve 25 yıl süren Uzak Asya seyahatinde gördüğü şehirlerle ilgili ilginç bir gözlemini hatırlıyoruz…
Marco Polo, Batılıların hiç tanımadığı Uzak Asya şehirlerini anlatırken, Moğol ordularının şehirlerden korktuklarını, ordugâhlarını şehirlerin dışında kurduklarını, şehire girmek istemediklerini, çünkü şehirlerin karakterlerini bozacağına, alışkanlıklarını değiştireceğine, hareketlerini sınırlandıracağına inandıklarını söyler. Polo, Moğolların istilâcı karakterleriyle şehirleri yerle bir eden, onları çeviren surları yıkmalarını da bu inanışlarından aldıkları söyler. Yâni surlar insanı bozan etkileri muhafaza eden şehre zırh olduğu için öncelikle surları yıkıyorlar.
Moğolların bu inanışının nereden kaynaklandığını bilmiyoruz. Ancak alabildiğine uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan, hiçbir sınır tanımayan bu halkın, girdikleri şehirleri yakıp-yıkmalarının şehirlerden ürkmelerinden kaynaklanan bir tarafı var. Şehirler kendilerine korkunç gözüküyor. Şüphesiz bağlı oldukları inancın dünya tasavvurlarına yansıyan bu yönü, onların şehirlerden böylesine tedirgin olmalarına neden olmuş.
Moğolların yıkıcı karakteri bir tarafa, modern zamanların insanının da (bir karakter benzerliği şeklinde) günümüz şehirlerinden ürkmeleri için gereken bütün sebepler mevcut. İnsanın insanca değil de, tüketilebilir bir nesne olarak şehrin adeta makinalardan oluşan çarklara dönmüş ve insan-eşya demeden önüne gelen her şeyi öğüttüğü mekânlarında insanın ürkmeden, tedirgin olmadan yaşaması oldukça zor.
Yaşayabiliyorsanız “insan olma”dan bir şeyler kaybetmişsinizdir.
Moğolların insanı tahrip edici, değiştirici, dönüştürücü etkilerinden dolayı şehirlerden ürkmeleri, kaçmaları ile modern zamanların insanının modern şehirlerde ‘genel anestezi’ye tabi tutulmuş bir şekilde hayatlarından memnun yaşamalarını göz önüne getirdiğimizde Moğolların (inanışları tartışılsa bile) tutumlarının, tepkilerinin çok daha insanca olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşadığımız şehre baktığımızda kendimizi betonların-metallerin-binaların kuşatmasında bir tutsak gibi hissediyoruz. Daha doğrusu “hissedebiliyorsak” modern zamanların şehrinin hiç de insanca olmayan silüet ve mekânlarının ‘karakter bozucu’ etkisine karşı tedbir alabiliriz.
Bizim “şehir tasavvurumuz”da ne şehirden ürkme, ne de şehrin insandan ürkmesi sözkonusu olamaz. İnsan-şehir ilişkisi insan-varlık ilişkisinden kaynaklanan ontolojik bir ilişkidir. Bu ilişkinin doğru kurulması ve doğru sürdürülmesi gerekir.
Bu konuda Turgut Cansever, “varlığın hallerinin şehre yansımaları” bağlamında şunları söyler:
“Şehir, ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur… Şehirleri oluşturan iradeyi teşkil eden varlık görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde önemli bir etkendir…”
Ne kadîm zaman şehirlerine kaçma-sığınma, ne de modern zaman şehirlerini kutsama psikozuna düşmeden “insan-varlık” ilişkisi içinde medeniyet idraki ve şehir tasavvuru na sahip olma…
Olmayan bu, hissedilmeyen de bu..
Yazımızın başlığıyla bitirelim: Modern zaman şehirlerinin kibrini görebilmek için kadîm şehirlerin mesajını doğru okumak gerekir.
İçinde yaşadığımız şehre bir de bu gözle bakalım.
(Günebakış, 11 Ağustos 2010)
3 Ağustos 2010 Salı
BIRAKTIĞIMIZ ŞEHİR ORTADA YOK !
Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com
Geçtiğimiz günlerde Trabzon/Of doğumlu, üniversite öğrenimini KTÜ’de tamamlayıp daha sonra Trabzon’dan ayrılan kadîm bir dostumla Ankara’da sohbet ederken konu şehrimize geldiğinde, mahzunlaşarak “Yıllar sonra zaman zaman Trabzon’a gittiğimde ürperiyorum. Bıraktığım şehir ortada yok” diyerek “20’li yaşlarının Trabzon’unu aradığını fakat bulamadı-ğı’nı söyledi… Devam etti: “Gençlik yıllarımda her gün beklediğim otobüs durağı, sevdiğim bir insanın sokağını ve evini görüyordu. Ben acaba gene o insanı görebilir miyim? Düşüncesiyle durağa gittim. Genç yaşlarımın şehrinde her gün beklediğim durağı bulamadım, O insanın sokağını ve evini göremedim. Yerinde o yılları hatırlatan hiçbir şey yoktu. Çünkü durak ortada yoktu, yeri değişmişti. Ben gene de bekledim. Bir güzel de ıslandım. Düşündüm: Niçin durağın yerini değiştiriyorsunuz? İnsanın azı dişi ile köpek dişinin yeri değiştiriliyor mu? Artık azı dişi-nin düştüğü yere yenisi gelmiyor. Birçok şehir mekanı gibi duraklar da insanla, şehirle kopmaz bir bütünlük, bir mana ifade ederler.
Oyun oynadığım yeri bulamıyorum. Her sokağını bildiğim şehri tanıyamıyorum. Herhalde bazı mekanları yıkmaya, bozmaya yerel yöneticilerin gücü yetmediği için onlar ayakta kalmış ama içinde hayat olmayan mekanlar… Bir şehir insanın gözünün önünde böylesine değişir mi? Ha-fızamı yokladım, önce sevdiğim şeyleri, sonra da şehrimi kaybetmişim.”
Dostumuz daha da derinleşiyor: “Şehrime gitmesem hatıralarım canlı duracak. Onlar orada var zannedeceğim. Ama gidip de bulamayınca hatıralarımı mezara gömmüş gibi orada bıra-kıp hüzünle geri dönüyorum.” diyor. Dostum, hatıralar ile Arkeologların kadîm şehirleri orta-ya çıkarması arasında ilgi kuruyor: “Tarih doğal olarak, kendiliğinden bir şehri örtüyor. Sonra kazıyorsunuz şehrin kalıntılarını buluyorsunuz. Ama bugünün yöneticileri ‘şehir kasapları’na dönmüş. Canlı olan her şeyi öldürüp parçalamış, dağıtmış. Parçaları da birleştiremiyorsunuz. Doğal afetlerin tahrip ettiği, örttüğü bir şehri, yıllar, yüzyıllar sonra bile bulabiliyorsunuz ama ben gittiğimde şehrimi bulamıyorum.”
Şehirle ilgili duyduğum, yaralarımı depreştiren önemli ifadeler..
Şüphesiz herşey değişiyor, dönüşüyor, mekân değiştiriyor, yıpranıyor… Şehir de öyle… Ancak değişme canlı olan, hatıralar taşıyan her şeyi ‘yoketme’yle özdeşleşmişse orada bir katliam var demektir.
İnsan topraktan, mekândan, oralardaki hatıralarından kopamıyor. “Nisyan ile malûl olsa” da gene unutamıyor. Önemsiz bir ayrıntı, bir sembol birdenbire hafızasına ok gibi saplanıyor ve onu derinlere götürüyor.
Nostalji bu mudur? Kelimenin kısırlığı “hatıra”yı karşılayamıyor. “Hatırlama” daha derin bir gerçeklik olarak insanı kuşatıyor.
Benim üç yaşında ayrıldığım fakat kopamadığım, yılda birkaç kez beni doğduğum topraklara çağıran şehrin sesini, dostumuz belki de daha derinden duyuyor ve hatıralarına yönlendiri-yor.
Şüphesiz her neslin, “bizim zamanımızda” diye başlayarak iç çekerek anlatacağı hatıraları var. Her “zaman” ayrı ve farklı bir zihniyete yataklık ediyor. Bu zaman da öyle. Ancak, İnsanoğlu, yaşadığı şehirde zamanın insan ve mekân üzerindeki hakimiyetini kaosa dönüştürüyor ve kendisine geçmişini hatırlatacak şeyleri “niçin tahrip etmemesi gerektiği” sorusunu soramı-yor. Modern zamanların kaotik şehir hayatı ve tedirgin şehir insanı bu soruya zaman bulamı-yor, bu soruyu sorduracak zemin bulamıyor! Hoş, sorsa da alacağı cevap, kendisinin hatırala-rıyla bir anlam ifade edemediği şehir oluyor.
Mühendis dostumun hesaba-hendeseye sığmayan bu duyguları beni de etkiledi. Bu duygular-la Ankara’dan Trabzon’a gelirken, yanımda getirdiğim kitaplar arasında Dostoyevski’nin “Be-yaz Geceler” isimli küçük ama hissî romanı, dostumun duygularını çağrıştıran, gözlemlerinin başka coğrafyalardaki yankılarıyla karşılaştırdı beni.
Dostoyevski, “Beyaz Geceler”de çok sevdiği, uzun süre yaşadığı ve eserlerinden birçoğunu yazdığı Petersburg’u roman kahramanının diliyle anlatırken şunları söylüyor:
“Neredeyse sekiz yıldır yaşadığım şu Petersburg kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten Petersburg’u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp yazlığa gidince haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız ba-şıma kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı anlamadın, kentin sokaklarında dolaştım, durdum…. Bütün yıl hep aynı saatte görmeye alıştığım kimsele-rin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakın-dan tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür….. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi; ‘E, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar,’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara te-davi ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün uğrayaca-ğım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp böbürlenmesini, bana bakarken de yüzü-nün gülmesini gördükçe ona karşı içim sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başı-nı kaldırır kaldırmaz: ‘Beni sarıya boyadılar!’ diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne gö-reyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine boyanarak çirkinleştirilen za-vallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için günden beri de semtine uğramıyorum.
İşte, Petersburg’u ne kadar yakından tanıdığımı artık anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini orta-ya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç gündür içimi kemirdiğini söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, ‘O yok, bu yok, öteki ne cehenneme gitti!’ diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece ‘Benim nem eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?’ diye odamda kıvranıp durdum… “
İnsan yeryüzünde hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, topraktan, şehirden, hatıralardan kopa-mıyor. Kopunca da ‘hayattan’ kopuyor.
Bıraktığımız şehri bulabilmek istiyorsak, şehrimizle dertlenmek zorundayız!
Dostoyevski’nin sorusunu şehrimize aidiyet duyanlara sorarak bitirelim: “Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?”
(Günebakış, 4 Ağustos 2010)
duzenliyahya@gmail.com
Geçtiğimiz günlerde Trabzon/Of doğumlu, üniversite öğrenimini KTÜ’de tamamlayıp daha sonra Trabzon’dan ayrılan kadîm bir dostumla Ankara’da sohbet ederken konu şehrimize geldiğinde, mahzunlaşarak “Yıllar sonra zaman zaman Trabzon’a gittiğimde ürperiyorum. Bıraktığım şehir ortada yok” diyerek “20’li yaşlarının Trabzon’unu aradığını fakat bulamadı-ğı’nı söyledi… Devam etti: “Gençlik yıllarımda her gün beklediğim otobüs durağı, sevdiğim bir insanın sokağını ve evini görüyordu. Ben acaba gene o insanı görebilir miyim? Düşüncesiyle durağa gittim. Genç yaşlarımın şehrinde her gün beklediğim durağı bulamadım, O insanın sokağını ve evini göremedim. Yerinde o yılları hatırlatan hiçbir şey yoktu. Çünkü durak ortada yoktu, yeri değişmişti. Ben gene de bekledim. Bir güzel de ıslandım. Düşündüm: Niçin durağın yerini değiştiriyorsunuz? İnsanın azı dişi ile köpek dişinin yeri değiştiriliyor mu? Artık azı dişi-nin düştüğü yere yenisi gelmiyor. Birçok şehir mekanı gibi duraklar da insanla, şehirle kopmaz bir bütünlük, bir mana ifade ederler.
Oyun oynadığım yeri bulamıyorum. Her sokağını bildiğim şehri tanıyamıyorum. Herhalde bazı mekanları yıkmaya, bozmaya yerel yöneticilerin gücü yetmediği için onlar ayakta kalmış ama içinde hayat olmayan mekanlar… Bir şehir insanın gözünün önünde böylesine değişir mi? Ha-fızamı yokladım, önce sevdiğim şeyleri, sonra da şehrimi kaybetmişim.”
Dostumuz daha da derinleşiyor: “Şehrime gitmesem hatıralarım canlı duracak. Onlar orada var zannedeceğim. Ama gidip de bulamayınca hatıralarımı mezara gömmüş gibi orada bıra-kıp hüzünle geri dönüyorum.” diyor. Dostum, hatıralar ile Arkeologların kadîm şehirleri orta-ya çıkarması arasında ilgi kuruyor: “Tarih doğal olarak, kendiliğinden bir şehri örtüyor. Sonra kazıyorsunuz şehrin kalıntılarını buluyorsunuz. Ama bugünün yöneticileri ‘şehir kasapları’na dönmüş. Canlı olan her şeyi öldürüp parçalamış, dağıtmış. Parçaları da birleştiremiyorsunuz. Doğal afetlerin tahrip ettiği, örttüğü bir şehri, yıllar, yüzyıllar sonra bile bulabiliyorsunuz ama ben gittiğimde şehrimi bulamıyorum.”
Şehirle ilgili duyduğum, yaralarımı depreştiren önemli ifadeler..
Şüphesiz herşey değişiyor, dönüşüyor, mekân değiştiriyor, yıpranıyor… Şehir de öyle… Ancak değişme canlı olan, hatıralar taşıyan her şeyi ‘yoketme’yle özdeşleşmişse orada bir katliam var demektir.
İnsan topraktan, mekândan, oralardaki hatıralarından kopamıyor. “Nisyan ile malûl olsa” da gene unutamıyor. Önemsiz bir ayrıntı, bir sembol birdenbire hafızasına ok gibi saplanıyor ve onu derinlere götürüyor.
Nostalji bu mudur? Kelimenin kısırlığı “hatıra”yı karşılayamıyor. “Hatırlama” daha derin bir gerçeklik olarak insanı kuşatıyor.
Benim üç yaşında ayrıldığım fakat kopamadığım, yılda birkaç kez beni doğduğum topraklara çağıran şehrin sesini, dostumuz belki de daha derinden duyuyor ve hatıralarına yönlendiri-yor.
Şüphesiz her neslin, “bizim zamanımızda” diye başlayarak iç çekerek anlatacağı hatıraları var. Her “zaman” ayrı ve farklı bir zihniyete yataklık ediyor. Bu zaman da öyle. Ancak, İnsanoğlu, yaşadığı şehirde zamanın insan ve mekân üzerindeki hakimiyetini kaosa dönüştürüyor ve kendisine geçmişini hatırlatacak şeyleri “niçin tahrip etmemesi gerektiği” sorusunu soramı-yor. Modern zamanların kaotik şehir hayatı ve tedirgin şehir insanı bu soruya zaman bulamı-yor, bu soruyu sorduracak zemin bulamıyor! Hoş, sorsa da alacağı cevap, kendisinin hatırala-rıyla bir anlam ifade edemediği şehir oluyor.
Mühendis dostumun hesaba-hendeseye sığmayan bu duyguları beni de etkiledi. Bu duygular-la Ankara’dan Trabzon’a gelirken, yanımda getirdiğim kitaplar arasında Dostoyevski’nin “Be-yaz Geceler” isimli küçük ama hissî romanı, dostumun duygularını çağrıştıran, gözlemlerinin başka coğrafyalardaki yankılarıyla karşılaştırdı beni.
Dostoyevski, “Beyaz Geceler”de çok sevdiği, uzun süre yaşadığı ve eserlerinden birçoğunu yazdığı Petersburg’u roman kahramanının diliyle anlatırken şunları söylüyor:
“Neredeyse sekiz yıldır yaşadığım şu Petersburg kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten Petersburg’u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp yazlığa gidince haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız ba-şıma kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı anlamadın, kentin sokaklarında dolaştım, durdum…. Bütün yıl hep aynı saatte görmeye alıştığım kimsele-rin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakın-dan tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür….. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi; ‘E, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar,’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara te-davi ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün uğrayaca-ğım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp böbürlenmesini, bana bakarken de yüzü-nün gülmesini gördükçe ona karşı içim sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başı-nı kaldırır kaldırmaz: ‘Beni sarıya boyadılar!’ diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne gö-reyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine boyanarak çirkinleştirilen za-vallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için günden beri de semtine uğramıyorum.
İşte, Petersburg’u ne kadar yakından tanıdığımı artık anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini orta-ya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç gündür içimi kemirdiğini söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, ‘O yok, bu yok, öteki ne cehenneme gitti!’ diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece ‘Benim nem eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?’ diye odamda kıvranıp durdum… “
İnsan yeryüzünde hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, topraktan, şehirden, hatıralardan kopa-mıyor. Kopunca da ‘hayattan’ kopuyor.
Bıraktığımız şehri bulabilmek istiyorsak, şehrimizle dertlenmek zorundayız!
Dostoyevski’nin sorusunu şehrimize aidiyet duyanlara sorarak bitirelim: “Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?”
(Günebakış, 4 Ağustos 2010)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)