9 Ağustos 2010 Pazartesi

KADÎM ŞEHİRLERİN MESAJI ve MODERN ZAMAN ŞEHİRLERİNİN KİBRİ ÜZERİNE...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Modern zamanların şehirleriyle kadîm zamanların şehirleri karşılaştırılabilir, mukayese edilebilir mi? Bu soruya doğrudan evet veya hayır diye cevap vermek zor. Tarihî süreçte, her zaman dilimine hakim olan zihniyet/dünya görüşü/tasavvur, kendi insan-toplum-mekân ve şehrini oluşturuyor. Bu bakımdan modern zamanlar ile kadîm zamanların şehirleri arasında yapılacak mukayese ve değerlendirmelerin tek bir ölçüsü olabilir, o da: “Yaşanmaya değer hayat sunabilmeleri”dir. Bu aynı zamanda bütün olarak medeniyet idrak ve inşasının ‘dünya’ denilen tasarımlar alemine bir yansımasıdır.

Kadîm şehir kalıntıları üzerinden insan, toplum ve medeniyet okumaları yapmak, zorlama olmamak kaydıyla bilinen bir usûldür. Kadîm bir şehir kalıntıları içerisindeki mekân parçaları, okumasını bilenlere bir zamanlar orada yaşanan hayattan mesajlar taşırlar. Bugün de herhangi bir kadîm şehir kalıntılarını incelediğimizde; bu kalıntılar, “dünya” denilen tasarımlar âleminde her şeyin “fani-geçici” olduğunu, yıkılmaz şehirlerin, eskimez eserlerin zaman karşısında nasıl yıkılıp eskidiğini bize anlatırlar. Şehir canlı iken bu mesajı veremeseler de öldüklerinde kalıntıları bu temel mesajı, kendilerini ziyaret edenlere verirler.

Modern zamanların şehirleri ise; yaşarken gösterdikleri “kibir”i, küstahlığı, öldüklerinde kalıntıları hangi dille muhataplarına anlatacaklar? “İnsanlara kendilerini unutturan, onları obje-nesneye dönüştüren, mekanik hale getiren bir şehrin trajik akıbetiyle karşı karşıyasın!” mı diyecekler? Bilinmez. Bilinen o ki; modern zamanların şehirlerinde insan bağışıklık kazandığı için artık vazgeçemediği mekanik bir hayat tarzını ona “yaşanmaya değer” olarak kabul ettirdiğidir.

İnsanoğlu kendisini de şehrini de o aşamaya getirdi ki, bu kuşatma ve zihniyetle başka tercihi artık yok gibi.

Sözün burasında Marco Polo’nun Venedik’ten yola çıkarak 13. yy.ın ortalarında gittiği ve 25 yıl süren Uzak Asya seyahatinde gördüğü şehirlerle ilgili ilginç bir gözlemini hatırlıyoruz…

Marco Polo, Batılıların hiç tanımadığı Uzak Asya şehirlerini anlatırken, Moğol ordularının şehirlerden korktuklarını, ordugâhlarını şehirlerin dışında kurduklarını, şehire girmek istemediklerini, çünkü şehirlerin karakterlerini bozacağına, alışkanlıklarını değiştireceğine, hareketlerini sınırlandıracağına inandıklarını söyler. Polo, Moğolların istilâcı karakterleriyle şehirleri yerle bir eden, onları çeviren surları yıkmalarını da bu inanışlarından aldıkları söyler. Yâni surlar insanı bozan etkileri muhafaza eden şehre zırh olduğu için öncelikle surları yıkıyorlar.

Moğolların bu inanışının nereden kaynaklandığını bilmiyoruz. Ancak alabildiğine uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan, hiçbir sınır tanımayan bu halkın, girdikleri şehirleri yakıp-yıkmalarının şehirlerden ürkmelerinden kaynaklanan bir tarafı var. Şehirler kendilerine korkunç gözüküyor. Şüphesiz bağlı oldukları inancın dünya tasavvurlarına yansıyan bu yönü, onların şehirlerden böylesine tedirgin olmalarına neden olmuş.

Moğolların yıkıcı karakteri bir tarafa, modern zamanların insanının da (bir karakter benzerliği şeklinde) günümüz şehirlerinden ürkmeleri için gereken bütün sebepler mevcut. İnsanın insanca değil de, tüketilebilir bir nesne olarak şehrin adeta makinalardan oluşan çarklara dönmüş ve insan-eşya demeden önüne gelen her şeyi öğüttüğü mekânlarında insanın ürkmeden, tedirgin olmadan yaşaması oldukça zor.

Yaşayabiliyorsanız “insan olma”dan bir şeyler kaybetmişsinizdir.

Moğolların insanı tahrip edici, değiştirici, dönüştürücü etkilerinden dolayı şehirlerden ürkmeleri, kaçmaları ile modern zamanların insanının modern şehirlerde ‘genel anestezi’ye tabi tutulmuş bir şekilde hayatlarından memnun yaşamalarını göz önüne getirdiğimizde Moğolların (inanışları tartışılsa bile) tutumlarının, tepkilerinin çok daha insanca olduğunu söyleyebiliriz.

Yaşadığımız şehre baktığımızda kendimizi betonların-metallerin-binaların kuşatmasında bir tutsak gibi hissediyoruz. Daha doğrusu “hissedebiliyorsak” modern zamanların şehrinin hiç de insanca olmayan silüet ve mekânlarının ‘karakter bozucu’ etkisine karşı tedbir alabiliriz.

Bizim “şehir tasavvurumuz”da ne şehirden ürkme, ne de şehrin insandan ürkmesi sözkonusu olamaz. İnsan-şehir ilişkisi insan-varlık ilişkisinden kaynaklanan ontolojik bir ilişkidir. Bu ilişkinin doğru kurulması ve doğru sürdürülmesi gerekir.

Bu konuda Turgut Cansever, “varlığın hallerinin şehre yansımaları” bağlamında şunları söyler:

“Şehir, ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dini düşüncenin geliştiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temeli olur… Şehirleri oluşturan iradeyi teşkil eden varlık görüşünün, şehirlerin biçimlenmesinde önemli bir etkendir…”

Ne kadîm zaman şehirlerine kaçma-sığınma, ne de modern zaman şehirlerini kutsama psikozuna düşmeden “insan-varlık” ilişkisi içinde medeniyet idraki ve şehir tasavvuru na sahip olma…

Olmayan bu, hissedilmeyen de bu..

Yazımızın başlığıyla bitirelim: Modern zaman şehirlerinin kibrini görebilmek için kadîm şehirlerin mesajını doğru okumak gerekir.

İçinde yaşadığımız şehre bir de bu gözle bakalım.

(Günebakış, 11 Ağustos 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder