3 Ağustos 2010 Salı

BIRAKTIĞIMIZ ŞEHİR ORTADA YOK !

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com


Geçtiğimiz günlerde Trabzon/Of doğumlu, üniversite öğrenimini KTÜ’de tamamlayıp daha sonra Trabzon’dan ayrılan kadîm bir dostumla Ankara’da sohbet ederken konu şehrimize geldiğinde, mahzunlaşarak “Yıllar sonra zaman zaman Trabzon’a gittiğimde ürperiyorum. Bıraktığım şehir ortada yok” diyerek “20’li yaşlarının Trabzon’unu aradığını fakat bulamadı-ğı’nı söyledi… Devam etti: “Gençlik yıllarımda her gün beklediğim otobüs durağı, sevdiğim bir insanın sokağını ve evini görüyordu. Ben acaba gene o insanı görebilir miyim? Düşüncesiyle durağa gittim. Genç yaşlarımın şehrinde her gün beklediğim durağı bulamadım, O insanın sokağını ve evini göremedim. Yerinde o yılları hatırlatan hiçbir şey yoktu. Çünkü durak ortada yoktu, yeri değişmişti. Ben gene de bekledim. Bir güzel de ıslandım. Düşündüm: Niçin durağın yerini değiştiriyorsunuz? İnsanın azı dişi ile köpek dişinin yeri değiştiriliyor mu? Artık azı dişi-nin düştüğü yere yenisi gelmiyor. Birçok şehir mekanı gibi duraklar da insanla, şehirle kopmaz bir bütünlük, bir mana ifade ederler.

Oyun oynadığım yeri bulamıyorum. Her sokağını bildiğim şehri tanıyamıyorum. Herhalde bazı mekanları yıkmaya, bozmaya yerel yöneticilerin gücü yetmediği için onlar ayakta kalmış ama içinde hayat olmayan mekanlar… Bir şehir insanın gözünün önünde böylesine değişir mi? Ha-fızamı yokladım, önce sevdiğim şeyleri, sonra da şehrimi kaybetmişim.”

Dostumuz daha da derinleşiyor: “Şehrime gitmesem hatıralarım canlı duracak. Onlar orada var zannedeceğim. Ama gidip de bulamayınca hatıralarımı mezara gömmüş gibi orada bıra-kıp hüzünle geri dönüyorum.” diyor. Dostum, hatıralar ile Arkeologların kadîm şehirleri orta-ya çıkarması arasında ilgi kuruyor: “Tarih doğal olarak, kendiliğinden bir şehri örtüyor. Sonra kazıyorsunuz şehrin kalıntılarını buluyorsunuz. Ama bugünün yöneticileri ‘şehir kasapları’na dönmüş. Canlı olan her şeyi öldürüp parçalamış, dağıtmış. Parçaları da birleştiremiyorsunuz. Doğal afetlerin tahrip ettiği, örttüğü bir şehri, yıllar, yüzyıllar sonra bile bulabiliyorsunuz ama ben gittiğimde şehrimi bulamıyorum.”

Şehirle ilgili duyduğum, yaralarımı depreştiren önemli ifadeler..

Şüphesiz herşey değişiyor, dönüşüyor, mekân değiştiriyor, yıpranıyor… Şehir de öyle… Ancak değişme canlı olan, hatıralar taşıyan her şeyi ‘yoketme’yle özdeşleşmişse orada bir katliam var demektir.

İnsan topraktan, mekândan, oralardaki hatıralarından kopamıyor. “Nisyan ile malûl olsa” da gene unutamıyor. Önemsiz bir ayrıntı, bir sembol birdenbire hafızasına ok gibi saplanıyor ve onu derinlere götürüyor.

Nostalji bu mudur? Kelimenin kısırlığı “hatıra”yı karşılayamıyor. “Hatırlama” daha derin bir gerçeklik olarak insanı kuşatıyor.

Benim üç yaşında ayrıldığım fakat kopamadığım, yılda birkaç kez beni doğduğum topraklara çağıran şehrin sesini, dostumuz belki de daha derinden duyuyor ve hatıralarına yönlendiri-yor.

Şüphesiz her neslin, “bizim zamanımızda” diye başlayarak iç çekerek anlatacağı hatıraları var. Her “zaman” ayrı ve farklı bir zihniyete yataklık ediyor. Bu zaman da öyle. Ancak, İnsanoğlu, yaşadığı şehirde zamanın insan ve mekân üzerindeki hakimiyetini kaosa dönüştürüyor ve kendisine geçmişini hatırlatacak şeyleri “niçin tahrip etmemesi gerektiği” sorusunu soramı-yor. Modern zamanların kaotik şehir hayatı ve tedirgin şehir insanı bu soruya zaman bulamı-yor, bu soruyu sorduracak zemin bulamıyor! Hoş, sorsa da alacağı cevap, kendisinin hatırala-rıyla bir anlam ifade edemediği şehir oluyor.

Mühendis dostumun hesaba-hendeseye sığmayan bu duyguları beni de etkiledi. Bu duygular-la Ankara’dan Trabzon’a gelirken, yanımda getirdiğim kitaplar arasında Dostoyevski’nin “Be-yaz Geceler” isimli küçük ama hissî romanı, dostumun duygularını çağrıştıran, gözlemlerinin başka coğrafyalardaki yankılarıyla karşılaştırdı beni.

Dostoyevski, “Beyaz Geceler”de çok sevdiği, uzun süre yaşadığı ve eserlerinden birçoğunu yazdığı Petersburg’u roman kahramanının diliyle anlatırken şunları söylüyor:

“Neredeyse sekiz yıldır yaşadığım şu Petersburg kentinde bir tane bile tanıdık edinemedim. Ama tanıdık benim neyime? Zaten Petersburg’u baştan başa tanırım, onun için bütün kent kalkıp yazlığa gidince haklı olarak herkesin beni terk ettiğini düşünmeye başladım. Yalnız ba-şıma kaldığımı görünce de, büyük bir korkuya kapılarak üç gün neye uğradığımı anlamadın, kentin sokaklarında dolaştım, durdum…. Bütün yıl hep aynı saatte görmeye alıştığım kimsele-rin tekini bile göremedim. Onlar beni elbet bilmezler, ama ben onları tanırım, hem de yakın-dan tanırım, hepsinin de yüzü hatırımdadır. Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür….. Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız? Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi; ‘E, nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar,’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki!’ vs. der gibidirler. Aralarında sevdiklerim vardır, kimisini oldukça yakından tanırım, bir tanesi de önümüzdeki yaz kendisini mimara te-davi ettirecek. Tedavi olurken, Tanrı esirgeye, başına bir şey gelmesin diye her gün uğrayaca-ğım oraya. Hele güzelim pembe bir evin öyküsünü hiç unutamam. Taştan yapılmış, ufacık, sevimli bir evceğizdi bu; hantal komşularına bakıp böbürlenmesini, bana bakarken de yüzü-nün gülmesini gördükçe ona karşı içim sımsıcak olurdu. Geçen hafta yanından geçerken başı-nı kaldırır kaldırmaz: ‘Beni sarıya boyadılar!’ diye acıklı bir ses işittim. Bir de baktım ki, ne gö-reyim!.. Haydutlar! Barbarlar! Ne sütun bırakmışlar, ne sundurma; hepsini kanarya sarısına boyamışlar! Kanım beynime sıçradı. Çin İmparatorluğu rengine boyanarak çirkinleştirilen za-vallı dostuma bakmaya dayanamayacağım için günden beri de semtine uğramıyorum.

İşte, Petersburg’u ne kadar yakından tanıdığımı artık anlamış bulunuyorsunuz. Nedenini orta-ya çıkarıncaya kadar bir tedirginliğin üç gündür içimi kemirdiğini söylemiştim. Sokakta canım sıkılıyor, ‘O yok, bu yok, öteki ne cehenneme gitti!’ diye evde kendimi yiyordum. Tam iki gece ‘Benim nem eksik? Burada niçin rahat edemiyorum?’ diye odamda kıvranıp durdum… “

İnsan yeryüzünde hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, topraktan, şehirden, hatıralardan kopa-mıyor. Kopunca da ‘hayattan’ kopuyor.

Bıraktığımız şehri bulabilmek istiyorsak, şehrimizle dertlenmek zorundayız!

Dostoyevski’nin sorusunu şehrimize aidiyet duyanlara sorarak bitirelim: “Yaşadın mı yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?”


(Günebakış, 4 Ağustos 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder